You are on page 1of 77

70 NAHL [BAL ARISI] SURESİ

GİRİŞ

Nahl suresi Mekke’de 70 sırada inmiş olup adını 68. ayetteki “ ‫النحل‬nahl [bal
arısı]” sözcüğünden almıştır. İçerisinde Allah’ın kullarına lütfettiği nimetlerin
birçoğunun hatırlatılmasından dolayı “ ‫نععععام‬Niâm [Nimetler]” suresi diye de
anılmaktadır.
Surenin 41, 90, 106, 110, 112, 126-128. ayetlerinin Medeni olduğuna dair
nakiller mevcuttur. (Mukatil, Süyuti; el İtkan)
Surede, vahyin ilk inişinden bu yana dinde oluşmuş olan ilkeler; tevhid, vahiy,
elçilik müessesi, kıyamet, öldükten sonra dirilme ve haşir gibi temel inanç konuları
özetlenmiş; ayrıca kişisel ve toplumsal ilkelere, müşriklerin durumuna, uyarı ve
müjdelere yer verilmiştir. Yaratıcının varlığına, birliğine dair onlarca ayetin ortaya
konduğu sure, zengin içeriğiyle daha önceki surelerin de bir özeti mahiyetindedir.
İslam’a davet metodunun çerçevesinin çizildiği 125. ayetinde ise Resulullah’a ve
onun şahsında tüm müminlere Allah’ın yoluna hikmetle, güzel öğütle davet edilmesi
ve bu süreçte karşılaşılacak zorluk ve eziyetlere karşı sabredilmesi, en uygun tarz ve
tavrın benimsenmesi emredilmektedir.

1
MEAL:

RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA

1 – Allah’ın emri geldi [kesinlikle gelecek]. Artık onu acele edip istemeyiniz.
O [Allah], onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir ve yücedir.
2- O [Allah], kullarından dilediğine, melekleri, kendi emrinden olmak
üzere [kendine özgü bir iş olarak] ruh ile: “Şüphesiz Benden başka ilâh yok, o
hâlde Bana takvalı davranın” diye uyarın diye indirir/ hulûl ettirir.
3 – O [Allah], gökleri ve yeryüzünü hak ile yarattı. O, onların ortak koştukları
şeylerden yücedir.
4 – O [Allah], insanı bir nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki, o apaçık bir
düşmandır.
5 – Hayvanları O yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar
vardır. Siz onlardan bir kısmını da yersiniz.
6 – Ve onlarda [hayvanlarda], akşam vakti getirdiğinizde ve sabahleyin
saldığınızda sizin için bir güzellik vardır.
7 – Ve onlar [hayvanlar], ancak canınızın bir parçası tükenerek
ulaşabileceğiniz bir memlekete yüklerinizi taşırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz,
kesinlikle çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
8 – Ve O [Allah], kendilerine binesiniz, hem de zinet olsun diye, atları,
katırları ve eşekleri yarattı. Ve O, bilmediğiniz şeyleri yaratıyor.
9 – Yolun doğrusu yalnızca Allah üzerinedir [Allah’a borçtur]. Onun [Yol’un]
eğrisi de vardır. Ve eğer O [Allah] dileseydi, size topluca hidayet ederdi.
10, 11- O, sizin için gökten bir su indirdi. İçecekleriniz ondandır. Hayvanları
otlattığınız ağaçlar-bitkiler de ondandır. O [Allah], onunla [su ile] sizin için ekin,
zeytin, hurmalıklar, üzümler ve tüm meyvelerden bitiriyor. Şüphesiz bunda tefekkür
eden bir toplum için kesinlikle birer ayet vardır.
12 – Ve O [Allah], geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi. Bütün
yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir
toplum için ayetler vardır.
13 - Yeryüzünde sizin için renklerini değişik olarak yarattığı şeyleri de [sizin
hizmetinize sunmuştur]. Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için kesinlikle bir ayet
vardır.
14 – Ve O, denizden taze et yiyesiniz ve ondan takındığınız süs eşyasını
çıkarasınız diye lütfundan rızık aramanız için ve şükredesiniz için denizi sizin
emrinize verendir. -Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun.-
15, 16- Ve O [Allah] sarsıntıya uğratır diye yeryüzünün içinde sabit-sağlam
dağlar, ırmaklar ve siz doğru yolu bulasınız diye yollar Ve daha nice âlametler
bıraktı. Ve Onlar yıldızlarla/Kur’an ayetleri öbekleriyle yollarını bulurlar.
17 – Öyleyse yaratan [Allah], yaratmayan [putlar] gibi olur mu? Hala
düşünmeyecek misiniz?
18- Ve eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız, onları sayamazsınız.
Şüphesiz ki Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir
19 – Ve Allah, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilir.
20, 21- Ve onların Allah’ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey
yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır, ölülerdirler, diri değildirler. Ne zaman
dirileceklerine de bilinçleri olmaz.

2
22- Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık şu, ahirete inanmayan kimseler; onların
kalpleri inkârcıdır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir.
23 – Allah’ın, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bildiğine hiç şüphe
yoktur. Şüphesiz O [Allah], kendilerinin büyük olduğuna inananları sevmez.
24, 25 – Ve onlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar, kıyamet
günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden
saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için,
“Öncekilerin efsanelerini” dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür!
26 - Şüphesiz onlardan önceki kimseler tuzak kurdular da Allah, onların
duvarlarına temellerinden geldi. Sonra da çatı tepelerinden üzerlerine çöktü. Ve
onlara azap akledemedikleri bir yönden geldi.
27 - Sonra kıyamet günü O [Allah], onları rezil rüsvay edecek ve “Hani
uğrunda düşmanlık ettiğiniz ortaklarım nerede?” diyecektir. Kendilerine ilim
verilmiş olan kimseler: “Şüphesiz ki bugün rezillik-rüsvaylık ve kötülük kâfirler
üzerinedir” diyecekler.
28 - [O kâfirler], kendilerine zulmetmiş kimseler olarak, meleklerin, vefat
ettirdikleri kimselerdir. Artık teslimiyeti koyarlar: "Biz, hiç bir kötülükten
yapmıyorduk." Bilakis, şüphesiz Allah, sizin yapmakta olduklarınızı çok iyi bilendir.
29 – “O halde içinde sürekli kalanlar olarak cehennemin kapılarına girin!”
denir. İşte, büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!
30- 32 – Ve takvalı davranmış kimselere: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince
onlar: “Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik
vardır. Ahiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve takvalı davrananların yurdu;
Adn cennetleri ne güzeldir! Onlar oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar.
Orada onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, takva sahiplerini işte böyle
karşılıklandırır. (Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat
ettirerek vefat ettirirler. “Selam size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin
cennete!” derler.
33, 34 - Onlar kendilerine, meleklerin gelmesinden veya Rabbinin emrinin
gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar! Kendilerinden öncekiler de böyle
yapmışlardı. Ve Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi.
Bunun için, sonunda yaptıklarının kötülüğü [cezası] kendilerine isabet etti. Alay edip
durdukları şey de kendilerini kuşattı.
35 – Ve Allah'a ortak koşan şu kimseler: “Allah dileseydi biz ve atalarımız
Kendisinin astlarından hiçbir şeye tapmazdık ve O'nun astlarından hiçbir şeyden
haram kılmazdık" dediler. Kendilerinden önceki kimseler böyle yaptılar. İşte elçiler
üzerine, ancak açık-seçik bir tebliğden başka ne olur?
36- Ve ant olsun ki, Biz her ümmete “Allah’a ibadet edin ve tağuttan sakının”
diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir
kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın
yalanlayanların sonu nasıl olmuş?
37 - Sen onların hidayete ermeleri üzerine hırs göstersen de, artık Allah,
saptırdığı kimseyi hidayete erdirmez. Onlar için yardımcılardan da kimse yoktur.
38, 39 – Ve onlar [kâfirler] “Allah ölen kimseyi diriltmez” diye en kuvvetli
yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Hayır, Allah ölüleri, üzerine aldığı gerçek bir vaat
olarak, onların, hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açığa koymak ve inkâr eden
kimselerin, yalancıların ta kendisi olduklarını bildirmek için diriltecektir.
40 - Biz bir şeyi dilediğimiz zaman, bizim ona sözümüz sadece “ol”
dememizdir. O da hemen oluverir.

3
41, 42 – Ve zulme uğradıklarından sonra Allah yolunda hicret eden kişiler;
kesinlikle Biz onları; şu sabretmiş ve sadece Rablerine tevekkül eden kimseleri bu
dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Ötekinin [ahıretin] ücreti ise daha
büyüktür. Keşke bilselerdi!
43, 44 – Ve Biz, senden önce de, sadece kendilerine vahyettiğimiz olgun
insanları açık kanatlarla ve yazılı belgelerle elçi olarak gönderdik. Eğer
bilmiyorsanız, haydiyin Ehlizikr’e [Tevrat ve İncil’i bilen bilginlere] sorun. Biz sana
da o zikri [Kur’an’ı], kendilerine indirilmiş olanı ortaya koyman için, onların da
tefekkür etmeleri için indirdik.
45- 47 – Peki sinsice kötülükleri planlayanlar, Allah'ın kendilerini yere
batırmayacağından yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden, yahut
onlar dolaşıp dururlarken O’nun [Allah'ın], kendilerini yakalayıvermesinden,
-Üstelik onlar, aciz bırakanlar da değillerdir- yahut da kendilerini azar azar/ korku
içinde yakalamasından emin mi oldular? İşte, şüphesiz sizin Rabbiniz, kesinlikle çok
şefkatlidir, çok merhametlidir.
48 - Onlar, Allah'ın yarattığı, gölgeleri Allah’a boyun eğerek, küçülenlerin ta
kendisi olarak sağdan sola dönen bir takım şeyleri görmediler mi?
49, 50- Ve göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve melekler,
kibirlenmeden Allah’a boyun eğerler. Kendilerinin üstündeki Rabblerinden korkarlar
ve emrolundukları şeyleri yaparlar.
51 – Ve Allah, buyurdu: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. O halde
yalnız benden korkun / yalnız bana kulluk edin.”
52 - Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler de yalnız O'nundur. Din de daima
O'nundur. Böyle iken, siz Allah'tan başkasına mı takvalı davranıyorsunuz?
53- Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir
zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız.
54, 55 - Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir gurup, kendilerine
verdiklerimizi inkâr etmek/verdiklerimize nankörlük etmek için Rabblerine şirk
koşarlar. – Hadi şimdi faydalanın! Fakat yakında bileceksiniz.-
56 – Ve onlar [müşrikler], kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden
bilmedikleri şeylere pay kılıyorlar [ayırıyorlar]. -Allah’a ant olsun ki, siz
uydurageldiğiniz bu şeylerden kesinlikle sorgulanacaksınız.-
57 – Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. -O [Allah], bundan münezzehtir.-
Kendileri için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır.
58 - Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi
öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.
59 - Kendisine verilen haberin kötülüğü dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet
ve horluğa rağmen onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat
edin, onların verdikleri hüküm [töreleri] ne kötüdür!
62- Ve beğenmediklerini Allah için kılarlar. Ve dilleri, en güzelin kendilerine
ait olduğunu, yalan yere söyler durur. Hiç şüphesiz onlar için ancak ateş vardır ve
onlar, önden itileceklerdir.
60 - Ahirete iman etmeyen kimseler için kötülüğün benzeri [aynısı] vardır. En
yüce örnek ise, Allah'ındır. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.
61- Ve eğer Allah zulümleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak
olsaydı, onun üstünde dâbbehden/canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları
adı konulmuş bir süreye kadar erteler. Artık onların ecelleri gelince de ne bir saat
ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.

4
63 – Allah’a yemin olsun ki, Biz kesinlikle senden önce bir takım ümmetlere
elçiler gönderdik de şeytan onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan, bu
gün onların velisidir. Ve onlar için acı bir azap vardır.
64 - Ve Biz, sana Kitab’ı [Kur'ân’ı] sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyleri
onlar için açığa koyasın diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet
olarak indirdik
65 – Ve Allah gökten bir su indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra
diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen bir kavim için kesinlikle bir ayet vardır.
66 – Şüphesiz sizin için en’amda [keçi, koyun, deve sığırda] da size bir ibret
vardır. Biz, size onların karnındaki dışkı ile kan arasındaki şeylerden, içenlerin
boğazından kolaylıkla geçen halis süt içiriyoruz.
67 – Ve hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden -ki, siz ondan içki
ve güzel rızık edinirsiniz- (size içiririz). Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum
için kesinlikle bir ayet vardır.
68, 69 - Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve yapacakları çardaklarda
evler/yuvalar edinmesini, sonra ‘meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin (sana) kolay
kıldığı yollara gir’ diye vahyetti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir içecek
çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için,
kesinlikle bir ayet vardır.
70 – Ve sizi Allah yarattı, sonra da sizi vefat ettirecektir. İçinizden kimi de,
bilgiden sonra herhangi bir şey bilmesin diye, ömrün en kötü zamanına ulaştırılır.
Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve çok kudretlidir.
71- Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine
fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit
olmak üzere vermezler. O halde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?
72 – Ve Allah, sizin için kendinizden eşler kıldı, o eşlerinizden de oğullar ve
torunlar kıldı. Sizi tayyibattan [hoş, güzel, yararlı şeylerden] da rızıklandırdı. Şimdi
onlar, bâtıla inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?
73 – Ve onlar, Allah'ın astlarından, göklerden ve yeryüzünden kendileri için
rızık olarak herhangi bir şeye malik olmayan ve güç yetiremeyen şeylere tapıyorlar.
74 - Artık Allah için örnekler vurmayın. Şüphesiz Allah bilir, siz bilmezsiniz.
75 - Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile,
Bizim kendisine güzel bir rızk verip de ondan gizli ve açık olarak harcayan bir
kimseyi örnek vurdu: Bunlar eşit olurlar mı? -Bütün hamd Allah'a mahsustur.-
Bilakis insanların çoğu bilmezler.
76 - Allah iki adamı da örnek vurdu: Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü
yetmez; koruyucusuna bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi,
bu adamla, adaletle emreden ve doğru yolda bulunan adam eşit olur mu?
77- Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Saatin emri de [kıyametin
koparılması da] yalnızca göz açıp kapama gibidir; veya o, daha yakındır. Şüphesiz
Allah her şeye güç yetirendir.
78- Ve Allah, sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmezken çıkardı ve
şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi.
79- Gök boşluğunda, bir emre boyun eğdirilmiş olan kuşlara/bulutlara
bakmadılar mı? Onları Allah’tan başkası tutmuyor. Bunda, inanan bir toplum için
elbette ki ayetler [açık kanıtlar] vardır.
80 – Ve Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme kıldı. Ve hayvanların
derilerinden yolculuk ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden,
yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar, döşeme eşyası ve kazanç kıldı

5
81 – Ve O [Allah], yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için
dağlardan barınaklar kıldı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi
hışmınızdan koruyan elbiseler kıldı. İşte böylece Allah, müslüman olasınız diye
üzerinize nimetini tamamlamaktadır.
82 - Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse, artık sana düşen sadece apaçık bir
tebliğdir.
83 – Onlar, Allah'ın nimetini bilirler, sonra onu inkâr ederler. Onların çoğu
kâfir kimselerdir.
84 – Ve her ümmetten bir şahit getireceğimiz gün, artık kâfirlere izin verilmez.
Onlardan özür dilemeleri de istenmez.
85 – Ve o zulmeden kimseler, azabı gördükleri zaman, artık onlardan
hafifletilmez ve onlara süre verilmez.
86 - Ve o, ortak koşan kimseler, ortak koştukları şeyleri gördükleri zaman:
"Rabbimiz! İşte bunlar, Senin astlarından bizim kendilerine yakardığımız
ortaklarımız olan kimselerdir" dediler. Onlar [koştukları ortaklar] da hemen onlara;
"Şüphesiz siz kesinlikle yalancılarsınız" diye söz attılar.
87 - Ve onlar, o gün, Allah'a teslimiyeti koydular. Uydurmuş oldukları şeyler
de kendilerinden uzaklaşıp gitti.
88 – Şu inkâr eden ve Allah yolundan çeviren kimseler; Biz yaptıkları
bozgunculuk nedeniyle onlara azap üstüne azap artırdık.
89 – Ve Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi aleyhlerine bir şahit
göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit getireceğiz. Biz bu kitabı da, her şeyi
açıklayan ve müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak sana indirdik.
90 - Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara
vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp
öğütlenirsiniz diye size öğüt verir.
91 – Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi
[Sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah’ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan
sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir.
92 –Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur diye, yeminlerinizi aranızda
aldatma aracı edinerek, ipliğini sağlamca eğirdikten sonra, onu söküp bozan kişi
[kadın] gibi de olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla sınıyor. Hakkında ihtilaf
ettiğiniz şeyleri kıyamet günü size kesinlikle açıklayacaktır.
93- Ve Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah
dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir [dileyeni saptırır dileyeni hidayete
ulaştırır]. Ve şüphesiz ki siz, bütün yaptıklarınızdan sorulacaksınız/ sorumlu
tutulacaksınız.
94 – Ve yeminlerinizi aranızda aldatma ve fesada vasıta edinmeyin. Sonra
ayak sağlam bastıktan sonra kayıverir ve Allah yolundan saptığınız için, kötülüğü
tadarsınız. Büyük azap da sizin içindir.
95 – Ve Allah’ın ahdini az bir bedel karşılığında satmayın. Eğer bilirseniz
muhakkak ki Allah katındaki; o, sizin için daha hayırlıdır.
96 - Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz
kesinlikle sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz.
97- Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu
güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları
amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz].
98- Öyleyse Kur’an okuduğun zaman Racim Şeytan’dan [İblis’ten] Allah’a
sığın.

6
99, 100 - Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde
onun [Şeytan-ı Racim’in] hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak
kendisini, Veli [yakın yardımcı ve kılavuz] edinenler ve Allah’a ortak koşanların ta
kendileri olan kimseler üzerinedir.
101 – Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -Allah ne
indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun”
dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
102- De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için
ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok
Ruhü’l-Kudüs hakk ile inmiştir.
103- Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, ona bir beşer öğretiyor”
diyorlar. Ona [Peygambere] öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili
yabancıdır. Bu [Kur’an] ise apaçık bir Arapçadır.
104- Şüphesiz Allah'ın ayetlerine inanmayan kimseler; Allah onları hidayete
ulaştırmaz ve onlar için pek acı bir azap vardır.
105- Yalanı, yalnızca Allah'ın ayetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte
onlar yalancıların ta kendileridir.
106- Her kim imanından sonra Allah’a küfür eder, -kalbi iman ile yatışmış halde
iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere- ve de inkâra göğsünü açarsa, artık
kendilerinin üzerine Allah’tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır.
107- Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve
şüphesiz Allah'ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir.
108- Onlar, Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini
damgaladığı/mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir.
109- Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanların ta kendileridir.
110 - Sonra şüphesiz senin Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra
cihad eden ve sabreden kimseler içindir. Şüphesiz senin Rabbin bundan sonra
kesinlikle çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
111 - O gün, herkes kendi nefsi için uğraşarak gelecek ve herkese yaptığı
şeyleri tastamam alacak. Ve onlar zulme uğratılmayacak.
112- Ve Allah bir kenti misal olarak verdi: O [Bu kent], güvenli, huzurlu idi ve
oraya her bir yerden rızkı bol bol gelirdi. Ne var ki, onlar Allah’ın nimetlerine karşı
nankörlük ettiler. Allah da onlara, yapıp ürettikleri şeyler yüzünden açlık ve korku
elbisesini [felâketini] tattırıverdi.
113- Ve ant olsun ki, onlara içlerinden bir elçi gelmişti de onu yalanladılar.
Bunun üzerine, onlar zulüm yaparlarken azap onları yakalayıverdi.
114 - Artık Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak
yiyin. Allah'ın nimetine şükredin [karşılığını ödeyin]; eğer sadece O'na kulluk
edecekseniz.
115 - O [Allah], size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah'tan başkası adına
kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden zorlanırsa, bilsin
ki, şüphesiz Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.
116 – Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için,
“Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler iflah
olmazlar.
117- (Onların dünyalıkları) pek az bir kazanımdır. Ve onlar için çok acıklı bir
azap vardır.
118 –Biz sana anlattıklarımızı, daha önce Yahudilere de haram kılmıştık. Ve
Biz onlara zulmetmedik. Ama onlar kendilerine zulmediyorlardı

7
119 - Sonra şüphesiz senin Rabbin, bir cahillikle günah işleyen sonra bunun
ardından tövbe eden ve düzelten kimseler içindir. Şüphesiz ki senin Rabbin, bundan
sonra kesinlikle çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
120, 121 - Şüphesiz İbrahim içtenlikle Allah’a boyun eğen, hanif [dönmüş],
O’nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o,
müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], onu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı.
122 - Ve Biz ona [İbrahim'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o,
ahirette de kesinlikle salihlerdendir.
123 - Sonra sana: “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrahim’in milletine
tabi ol” diye vahyettik.
124 – Sebt [tefekkür günü], ancak kendisinde ihtilaf eden kimseler üzerine
kılındı. Ve şüphesiz senin Rabbin onların içinde ihtilaf edip durdukları şeyler
hakkında kıyamet günü, aralarında kesinlikle hüküm verecektir.
125 - Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş
kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O,
hidayette olanları da en iyi bilendir.
126 – Ve eğer ceza verecek olursanız da sizin cezalandırıldığınızın misli ile
ceza verin. Ve eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.
127 – Sen sabret! Senin sabrın da ancak Allah iledir. Onlar için üzülme!
Onların kurdukları tuzaklardan sıkıntıya düşme!
128- Şüphesiz ki Allah, takvalı davranan kişiler ve kendilerini
iyileştiren/güzelleştiren kişilerin ta kendisi olanlar ile birliktedir.

8
TAHLİL

1 – Allah’ın emri geldi [kesinlikle gelecek]. Artık onu acele edip istemeyiniz. O
[Allah], onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir ve yücedir.

Sure, Resulullah’ın uyarılarına karşı “o vaat edilen ne zamanmış?” diyen


inançsızların uyarıldığı ve Allah’ın onların ortak koştuklarından münezzeh
olduğunun vurgulandığı bu ayetle başlamaktadır. “Allah’ın emri geldi [kesinlikle
gelecek]. Artık onu acele edip istemeyiniz” ifadesiyle müşriklere “sizin uzak
saydığınız ya da yok saydığınız Allah’ın emri [ölüm, kıyamet, ahıret]” kapınızdadır,
çok yakındır, geldi gelecek haldedir; acele istemeyin” denilmektedir.
Ayetin nüzul sebebi hakkında klasik kaynaklarda şu bilgi yer almaktadır:

Rivayet olunduğuna göre, “Saat [Kıyamet] yaklaştı. Ay [ikiye] ayrıldı (Kamer/1)” ayeti nazil
olunca, kâfirler kendi aralarında: "O, kıyametin yaklaştığını iddia ediyor. Dolayısı ile yapmakta
olduğunuz bazı (kötü) işleri artık bırakın. Olup bitecekleri hep birlikte görelim" dediler. Fakat kıyamet
hemen kopmayınca, "Bizi tehdid ettiğin şeyden birşey görmedik" dediler. Bunun üzerine, “İnsanların
hesap [günü] yaklaştı (Enbiya/1)” ayeti nazil oldu. Kâfirler bundan dolayı tır tir titreyip korkarak o
günlerin gelmesini beklemeye başladılar. Ama o günlerin gelmesi uzayıp gelmeyince, "Ey
Muhammed, bizi tehdit ettiğin şeyden hiçbir iz göremedik" dediler. Bunun üzerine işte, "Allah'ın emri
geldi" ayeti nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a.s) diz üstü çöktü ve insanlar başlarını kaldırınca, ayetteki
"Artık onu vaktinden evvel istemeyin" ifadesi nazil oldu. (Razi; el Mefatihu’l Gayb; Kurtubi, el-
Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Mekkeli müşrikler, kendilerine vaad edilenlere karşı akılları sıra bir tez
üretmekteydiler. Bunlar birçok kez açıklanmıştı:
Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman, “işittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu,
evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi.
Bir vakit de, “Ey Allahım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak/gerçek ise, hiç durma
üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi.
Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah
onlara azap edici değildir. (Enfal/31- 33)

Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/adı konmuş bir ecel [vade] olmasaydı,
azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette
gelecektir.
Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Şüphesiz cehennem de kesinlikle, kendilerini
üstlerinden ve ayaklarının altından bürüdüğü günde kâfirleri kuşatıcıdır. Ve O, ‘yapmış
olduğunuzu tadın!” der. (Ankebut/53-55)

De ki: “Ben Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. O çabuk
gelmesini istediğiniz şey benim yanımda değildir, hüküm ancak Allah’a aittir, gerçeği O anlatır /
gerçekleştirir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.”
De ki: “Sizin çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, benimle sizin aranızdaki
iş kesinlikle gerçekleşmiş gitmişti. Ve Allah, zulmedenleri en iyi bilendir. (En’am/57, 58)

De ki: “Gördünüz mü [ne düşünürsünüz]? O’nun azabı size geceleyin uykuda veya gündüzün
gelecek olsa!” Suçlular bundan neyi acele isterler?
Bu azap meydana geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz, yoksa şimdi mi? Hâlbuki siz onu
acele olsun istiyordunuz. (Yunus/50, 51)

Onlar Bizim azabımızı çar çabuklaştırmak mı istiyorlar?

9
Gördün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o
kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helâk ettik. (Şuara/204- 208)

Ya şimdi onlar, Bizim azabımızı çabuk gelsin mi istiyorlar?


Fakat o [azabımız], onların sahasına indiği zaman da uyarılanların sabahı ne kötüdür!
(Saffat/176, 177)

Bu, sadece Mekke müşriklerine özgü bir tutum değildi. Geçmiş müşriklerin,
kâfirlerin de tarzıydı:
Ve kendilerine doğru yol [kitap, elçi] geldiği zaman insanları, iman etmelerine ve
Rabblerinden günahlarının bağışlanmasını istemelerine sadece “evvelkilerin sünnetlerinin kendilerine
gelmesi ya da önlerine azabın gelmesi” engelledi. (Kehf/55)

Âd’ın kardeşini [Hud’u] de an! Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. -Kesinlikle onun önünde
ve ardında, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından
korkuyorum." diyen uyarıcılar geçmişti.-
Onlar: “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi
tehdit edip durduğun azabı hemen getir." dediler.
O [Ad’in kardeşi; Hud]: “ Şüphesiz Bilgi [o azabın ne zaman geleceğine dair bilgi] Allah
katındadır. Ben ise size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Velâkin ben sizi cahillik edip duran bir
kavim olarak görüyorum.” dedi.
Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde: “Ha işte! Bu, bize
yağmur getirecek bir bulut!” dediler, Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi;
Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr… Sonunda o hale geldiler
ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle
cezalandırırız.
Ve ant olsun ki, Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık [size
vermediğimiz imkânları onlara vermiştik]. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık
[vermiştik]. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir fayda sağlamadı/ kendilerinden
hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte
oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi.
Kesinlikle, Biz kendi kıyınızda bulunan memleketleri helâk ettik. Ayetleri, onlar dönsünler
diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah’ın astlarından güya O’na yakınlığa vesile edindikleri
düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar
kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır, uydurmakta oldukları şeydir. (Ahkâf/21-
28)

Konumuz olan ayetin “O [Allah], onların ortak koştukları şeylerden


münezzehtir ve yücedir” şeklindeki son cümlesinde Allah’a ortak koşulduğu ifade
edilen şeyler, insanların edindikleri sahte ilahlardır. Bu sahte ilahlar insanların kendi
hevaları, mal-mülk, kadın-kız veya tutkuyla bağlanılan başka varlıklar olabileceği
gibi, cahiliye Araplarında olduğu gibi Lat, Menat, Uzza ve Hubel isminde heykeller
veya Nuh peygamber döneminden kalma Vedd, Suva, Yagus, Yeük ve Nesr gibi
putlar da olabilir. Kur’an’ın indiği topraklarda bilinenlerin dışında, dünyanın diğer
yerlerinde edinilen sahte ilahlar da buna dâhildir. Mesela Eski Yunan ve Roma’daki
Olimpos tanrıları, Zeus, Apollo, Artemis; eski Mezopotamya uygarlıklarında tanrı
kabul edilen Ay, Güneş ve diğer gök cisimleri, Afrika ve Amerika yerlilerince ilah
kabul edilen tabiat varlıkları, insanlık tarihi boyunca zaman zaman tanrılaştırılan
melekler, cinler, peygamberler de buna dâhildir. Tarih, vaktiyle salih kul olarak
yaşamış bazı insanların, din bilginlerinin ve hatta bazı devlet yöneticilerinin bile
tanrılaştırıldığı dönemlere tanık olmuştur.

10
2- O [Allah], kullarından dilediğine, melekleri, kendi emrinden olmak
üzere [kendine özgü bir iş olarak] ruh ile: “Şüphesiz Benden başka ilâh yok, o
hâlde Bana takvalı davranın” diye uyarın diye indirir/ hulûl ettirir.

Bu ayetle başlayan ve 24. ayete kadar devam eden bu ayet grubunda Allah’ın
insanlara lütfettiği maddî ve manevî nimetler sayılmış, insanoğlunun hayatını ve
geçimini kolaylaştıran vasıtalar ile Allah’ın evrendeki varlık ve birliğine kanıt olan
bir takım ayetlere dikkat çekilmiştir. Bununla Rabbimiz müşriklerin anlayışlarından
münezzeh olduğunu ortaya koymuştur. Bu maksada yönelik olarak Rabbimiz kendi
sıfatlarını sayıp dökmüş, düzmece ilâh ve rablerde bu sıfat ve özelliklerin olmadığını,
olamayacağını beyan etmiştir.
Konumuz olan 2. ayette Rabbimizin insanlara bahşettiği en büyük nimete,
vahye dikkat çekilmiştir. Bu ayetlerde şu noktalar üzerinde durulmuştur:
Allah, elçilik görevini kime isterse ona verir. Elçi yapacağı kişiyi O, Kendisi
seçer ve elçi yapar. Bunda kimsenin bir dahli, tesiri söz konusu olmaz.
Allah meleklerden elçiler seçer, insanlardan da... Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir.
(Hacc/75)

Ve onlara bir ayet geldiği zaman, “Allah'ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla
inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere,
çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir zillet ve çetin bir azap dokunacaktır. (En’am/124)

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların


geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir
kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri
şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/32)

O, Ümmîler [anakentliler] içinde, kendilerinden olan ve onlara ve henüz onlara katılmamış


olan onlardan başkalarına Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara Kitap’ı ve hikmeti
öğreten bir elçi gönderendir. -Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.- Ve O, Azîz’dir
Hakîm’dir.
Bu, Allah'ın, dilediği kişiye verdiği lütfudur. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir. (Cuma/2-4)

Meleklerin indirilişi: Ayette Yüce Allah’ın, bazı kullarına melekleri ruh ile
birlikte indirdiği konu edilmektedir. Burada konu edilen “kullar” elçilerdir. Onlara
indirdiği melekler de bu elçilere indirdiği vahiylerdir. Bu konu daha evvel Kadr
suresinde detaylı olarak işlenmişti. (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s.479)

Vahyi göndermenin sırf kendine özgü bir iş oluşu: Rabbimiz vahiyde aracı
kullanmamakta, vahyini elçisinin kalbine bizzat kendisi ilka etmektedir. Vahyin bu
şekilde gerçekleştiği başka ayetlerden de anlaşılmaktadır:
O, dereceleri yükseltendir, Arş’ın sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için kendi
emrinden/ kendi işinden olan ruhu [vahyi] kullarından dilediğine ilka eder [bırakır]. (Mü’min/15)

İşte böylece Biz sana da kendi emrimizden/ kendi işimizden olan ruhu vahyettik. Sen, kitap
nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir
nur/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar kendisi için olan
O Allah’ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. (Şura/52,
53)

Vahyin amacı: Ayetteki ‘Şüphesiz Benden başka ilâh yok, o hâlde Bana
takvalı davranın’ diye uyarın diye indirir/ hulûl ettirir” ifadesinden, vahyin amacının

11
“Allah’tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığını” bildirmek, öğretmek olduğu
anlaşılmaktadır. İlk peygamberden son peygambere, ilk kitaptan son kitaba kadar
hepsi aynı amaç için gönderilmiştir:

Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona: “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir
şey yoktur. Onun için bana ibadet edin.” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiya/25)

Elif, lam, ra. (Bu), Allah'tan başkasına kulluk etmeyin [sadece Allah’a kulluk edin] diye
ayetleri hikmet içertilmiş/ bozulması engellenmiş, bir de Hakîm [Hikmetler Koyan/ Engelleyen],
Habîr [Her Şeyden Haberdar Olan] tarafından detaylandırılmış bir kitaptır: “Şüphesiz ben sizin için
O’nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. Ve Rabbinize istiğfar edin [bağışlanma isteyin], sonra
O’na tövbe edin ki, sizi adı konmuş bir süreye kadar güzelce yararlandırsın. Ve her fazilet sahibine
lütfunu versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin aleyhinize olan büyük bir günün azabından
korkarım. Dönüşünüz yalnızca Allah'adır. Ve O her şeye gücü yetendir.” (Hud/2)

Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine
Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi. (Şuara/193-195)

Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve
kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. (Ya Sin/69, 70)

İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe
olmayan toplanma günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir
grup da cehennemdedir. (Şura/7)

Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan’ı [Ayırıcı’yı] indiren ne cömerttir [ne bol nimet
verendir]! (Furkan/1)

Sen ancak ona [saate; kıyametin kopuşuna] haşyet duyan kişilerin uyarıcısısın. (Naziat/45)

O, dereceleri yükseltendir, Arş’ın sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için kendi
emrinden/ kendi işinden olan ruhu [vahyi] kullarından dilediğine ilka eder [bırakır]. (Mü’min/15)

Bu konu ile ilgili yüzlerce ayet mevcuttur.

3 – O [Allah], gökleri ve yeryüzünü hak ile yarattı. O, onların ortak koştukları


şeylerden yücedir.

Bu ayette evrenin “hak [gerçek]” ile yaratıldığı vurgulanmıştır. Konu edilen


“gerçek”in ne olduğu, aşağıdaki ayetler dikkate alındığında daha iyi anlaşılmaktadır:
Gökleri ve yeryüzünü Allah’ın gerçek ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi giderir ve
yepyeni bir halk/yaratılış getirir. (İbrahim/19)

Ve O, gökleri ve yeri hakk ile yaratandır. Ve O, “Ol!” dediği gün hemen olur. O’nun sözü
haktır. Sur’a üflendiği gün de mülk ancak O'nundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, Hakîm’dir,
Habîr’dir. (En’am/73)

O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye,
Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için
ayetleri detaylandırır. (Yunus/5)

Allah, gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şüphesiz bunda, iman edenler için kesinlikle bir ayet
vardır. (Ankebut/44)

Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hakk /gerçek ile yarattık ve elbette ki,
o saat [kıyamet] mutlaka gelecektir [kopacaktır]. Şimdi sen aldırış etme ve güzel muamele et.
(Hicr/85)

12
Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her
şeyi ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yaratmıştır? Gerçekten insanların çoğu, Rabblerine
kavuşmayı inkâr etmektedirler. (Rum/8)

O [Bir tek, Kahhar; Allah], gökleri ve yeri hak ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne bürüyor,
gündüzü de gecenin üstüne bürüyor. Güneşi ve ay'ı emre âmâde kılmıştır. Hepsi de adı konmuş bir
ecele akıp gitmektedir. İyi bilin ki, O, çok güçlü ve çok bağışlayıcıdır. (Zümer/5)

Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyuncular olarak yaratmadık.


Biz o ikisini sadece hak/gerçek ile yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. (Duhan/38, 39)

Ve Allah, gökleri ve yeryüzünü gerçek ile ve de her kişiyi yaptığı ile karşılıklandırmak için
yarattı. Ve onlar zulmedilmezler. (Casiye/22)

Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri ancak “hakk” ile ve “adı konmuş bir süre” ile
yarattık. Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir. (Ahkaf/3)

O [Allah] gökleri ve yeri hak ile yarattı ve sizi biçimlendirdi. –Biçimlerinizi de ne güzel yaptı!-
Ve dönüş yalnızca O’nadır. (Teğabün/3)

Öyleyse gök ve yeryüzünün Rabbine kasem olsun ki, o [size edilen o vaad], kesinlikle tıpkı
sizin konuşmanız gibi gerçektir. (Zariyat/23)

Ve şüphesiz o [Kur’an], kesin bilginin gerçeğidir. (Hakka/51)

Bu ayetlerde konu edilen gerçek, “bunların muvakkat; süreli” oluşudur.


Kâinata bakan, gözlem yapan, araştıran herkes bu gerçeği, yani bunların süreli
olduğunu, sürelerini tamamladıktan sonra yok olacaklarını anlar.

4 – O [Allah], insanı bir nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki, o apaçık bir
düşmandır.

Bu ayette Rabbimiz, insanı bir nutfeden [döllenmiş yumurtadan] yarattığını;


böyle olmasına rağmen insanın bunu unutup Allah’a hasımlığa soyunduğunu
açıklarken hem kendi varlığının delillerine hem de insanın nankör yapısına dikkat
çekmektedir. İnsanı çok hakir, değersiz bir konumdan çok saygın bir duruma
getirenin bizzat Allah olmasına rağmen insanoğlu kerameti kendisinden belleyerek
ve geçici nimetlere bel bağlayarak şımarmakta, böylece Rabbine karşı nankörce bir
tutum takınmaktadır. Bu durum daha evvel Ya Sin suresinde de dile getirilmişti:
Ve o insan [o kişi], kendisini bir nutfeden [bir damla sudan] yarattığımızı görmedi mi de şimdi
o, apaçık bir hasımdır [düşmandır].
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı. Dedi ki: “Kim diriltecekmiş
o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O, her yaratmayı çok iyi bilendir. O,
size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.
Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]!
Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen
oluverir. (Ya Sin/77–82)

İnsanın Rabbine hasım kesilmesi, Allah’ın gönderdiği elçileri ve bu elçilerin


tebliğ ettiği mesajları kabul etmemesi, bunun sonucu olarak da öldükten sonra
dirileceği gerçeğini inkâr ederek Allah’a karşı sorumlu olduğunu reddetmesidir. Bu
tıynettekiler kıyameti ve haşri yalanlamaya çok istekli davranarak bu hasımlıklarını

13
her fırsatta hareketleriyle ortaya koymaya çalışırlar. Bunu Resulullah döneminde açık
açık yaparken günümüzdeki temsilcileri ise aynı düşmanlığı sinsi yöntemlerle, çoğu
zaman da bilimsel jargon kullanarak yapmaya kalkışmaktadırlar:
Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz?
(Saffat/16)

Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?
(Saffat/53)

Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir!
Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2, 3)

Ve onlar: “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta
olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabblerine kavuşmayı [O’nun huzuruna varacaklarını] inkâr
ediyorlar. (Secde/10)

Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi,
gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?” (İsra/49)

Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz
olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların
cezasıdır. (İsra/98)

Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin
çıkarılacağınızı mı vaat ediyor? (Müminun/35)

İnsanın nutfeden yaratıldığı birçok kez [Kehf/37, Hacc/5, Mü’minun/13, 14,


Fatır/11, Mü’min/67, Necm/46, Kıyamet/37, İnsan/2, Abese/19] vurgulanmıştır.
Ayrıca aşağıdaki ayet, insana neden yaratıldığını hatırlatarak yaratıcısına hasım
olması durumunda neyle karşılaşacağını veciz bir dille haber vermektedir:
Onun için insan neden yaratılmış olduğuna bir baksın; omurga ile göğüs kemikleri arasından
çıkan, atıcı bir sudan başlanarak yaratıldı.
Şüphe yok ki, O, bütün sırların meydana çıkarıldığı gün onun geri döndürülmesine güç
yetirendir. (Tarık/5-9)

5 – Hayvanları O yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar


vardır. Siz onlardan bir kısmını da yersiniz.
6 – Ve onlarda [hayvanlarda], akşam vakti getirdiğinizde ve sabahleyin
saldığınızda sizin için bir güzellik vardır.
7 – Ve onlar [hayvanlar], ancak canınızın bir parçası tükenerek
ulaşabileceğiniz bir memlekete yüklerinizi taşırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz,
kesinlikle çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
8 – Ve O [Allah], kendilerine binesiniz, hem de ziynet olsun diye atları,
katırları ve eşekleri yarattı. Ve O, bilmediğiniz şeyleri yaratıyor.

Bu ayetlerde Rabbimiz koyun, deve, keçi ve sığır gibi hayvanların önemine


değinerek insanlığın bu hayvanlardan gıda, giyecek, ziynet, taşıma ve ulaşım
alanlarında nasıl yararlandıklarını hatırlatmaktadır. Bu hayvanların olmaması
durumunda insan hayatının ne tür yoksunluk ve sıkıntılarla iç içe olacağı herkesçe
takdir edilebilir. Bu nedenle, bu nimetleri veren Allah unutulmamalıdır.
Ve Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme kıldı. Ve hayvanların derilerinden yolculuk
ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar,
döşeme eşyası ve kazanç kıldı. (Nahl/80)

14
Ve onlar görmediler mi ki: Biz şüphesiz onlar için ellerimizin [kudretimizin] meydana
getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da onlar, onlara sahip bulunuyorlar.
Ve onları, kendileri için zelil kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır. Onlardan yiyip
duruyorlar da.
Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ şükretmeyecekler mi? (Ya Sin/71-
73)

En’amda da sizin için kesinlikle bir ibret vardır. Onların karınlarındaki şeylerden size içiririz.
Onlarda sizin için birtakım yararlar daha vardır. Ve siz, onlardan yersiniz, onların üzerinde ve
gemilerin üzerinde taşınırsınız yüklenirsiniz. (Mü'minun/21-22)

Allah, onlardan bir kısmına binesiniz diye sizin için hayvanları kılandır [yaratan,
ayarlayandır]. Onların bir kısmından da yiyorsunuz. Ve sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır.
Ve [Allah] Onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz diye [hayvanları kılandır [yaratandır,
ayarlayandır]]. Ve siz, onlar üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız.
Ve Allah size ayetlerini gösteriyor. Peki, şimdi Allah’ın âyetlerinin hangisini inkâr edersiniz?
(Ğâfir/79-81)

Ve O, bütün çiftleri [eşleri] yarattı ve siz onların sırtına binip üzerlerine yerleşirsiniz. Sonra
onun üzerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nimetini anarak: “Bunları bizim hizmetimize veren
Allah eksikliklerden münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz de yalnızca
Rabbimize döneceğiz” diyesiniz diye sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri kıldı.
(Zuhruf/12-14)

9 – Yolun doğrusu yalnızca Allah üzerinedir [Allah’a borçtur]. Onun [Yolun]


eğrisi de vardır. Ve eğer O [Allah] dileseydi, size topluca hidayet ederdi.

Bu ayette Rabbimiz, merhameti gereği elçi göndererek, kitap indirerek


insanlara yolun doğrusunu bildirdiğini, yolun eğrisi de bulunduğu için onları eğri
yoldan korumak istediğini, ama insanları özgür bıraktığını, kimseyi doğru yol için
zorlamadığını, isteyenin sonucuna katlanmayı göze alarak eğri yola da gidebileceğini
beyan etmektedir. Bu konu onlarca ayet ile insanlara açıklanmıştır:
Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru
yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını
gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve
siz zulmedilmeyeceksiniz. (Bakara/272)

De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle / fakirleştiriliriz korkusuyla]
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine
yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız
diye O’nun size vasiyet ettikleridir.
Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar [malına] en güzel
biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı
hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız.
Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte
bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir.
Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve yollara uymayın
da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, takvalı davranırsınız diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet
ettikleridir.
Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik, güzellik üretenlere tamam olarak,
her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Musa’ya Kitap’ı verdik.
Ve bu [Kur'an], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi;
biz ise, onların ders yapışlarından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk]”
veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye
Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı
davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini

15
yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz
çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. (En’am/151-157)

De ki: “İşte, en kesin ve üstün delil, Allah’ındır. O nedenle eğer O [Allah] dileseydi, elbette
hepinize kılavuz olurdu.” (En’am/149)

Oysa Rabbin dileseydi elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inananlar
olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın? (Yunus/99)

Ve de ki: “O hak [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”
Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur
yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir!
Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29)

Her nefis [kimliği olan varlık] ölümü tadıcıdır. Ve fitne olmak üzere, sizi Biz, şer ve hayır ile
belalandırırız. Ve siz yalnız Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya/35)

O [Allah] dedi ki: “İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan
başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer
de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır.”
(Hıcr/41)

Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet [önderli topluluk] kılardı. Oysa
Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Onları işte bunun için
yarattı. Ve Rabbinin “Ant olsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan, onların tümünden
dolduracağım” Söz’ü tamamlanmıştır. (Hud/118,119)

10, 11- O, sizin için gökten bir su indirdi. İçecekleriniz ondandır. Hayvanları
otlattığınız ağaçlar-bitkiler de ondandır. O [Allah], onunla [su ile] sizin için ekin,
zeytin, hurmalıklar, üzümler ve tüm meyvelerden bitiriyor. Şüphesiz bunda tefekkür
eden bir toplum için kesinlikle birer ayet vardır.
12 – Ve O [Allah], geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi. Bütün
yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir
toplum için ayetler vardır.
13 - Yeryüzünde sizin için renkleri değişik olarak yarattığı şeyleri de [sizin
hizmetinize sunmuştur]. Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için kesinlikle bir ayet
vardır.
14 – Ve O, denizden taze et yiyesiniz ve ondan takındığınız süs eşyasını
çıkarasınız diye lütfundan rızk aramanız için ve şükredesiniz için denizi sizin
emrinize verendir. -Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun.-

Rabbimiz bu ayetlerde her gün iç içe bulunduğumuz, onlar olmadan


olamayacağımız nimetlerini hatırlatmıştır. Yiyeceklerimizin, içeceklerimizin temel
kaynağı olan su, birinci planda verilmiştir. Sonra bunların oluşabilmesini sağlayan
gece-gündüzün dönüşümden ve diğer nimetlerden söz edilmiştir.
Ve O’nun [Allah’ın] rahmetindendir ki O, geceyi ve gündüzü; onda [gecede] dinlenesiniz ve
[gündüzün] O’nun lütuf ve kereminden arayasınız ve şükredesiniz diye kıldı. (Kasas/73)

O, yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su
indirendir.” dedi. -İşte Biz o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyiniz ve hayvanlarınızı
otlatınız. Şüphesiz akıl sahipleri için bunda nice ayetler vardır! Biz sizi ondan [yeryüzünden] yarattık,
sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.- (Ta Ha/53)

Konumuz olan paragrafta sayılan nimetler ile ilgili olarak Kur’an’da daha
yüzlerce ayet mevcuttur. Nimetlerin burada sayılma nedeni, onlardan dolayı Allah’a

16
şükredilmesi, bedellerinin ödenmesi gerektiği mesajını vermektir.

15, 16- Ve O [Allah] sarsıntıya uğratır diye yeryüzünün içinde sabit- sağlam
dağlar, ırmaklar ve siz doğru yolu bulasınız diye yollar Ve daha nice alâmetler
bıraktı. Ve Onlar yıldızlarla/Kur’an ayetleri öbekleriyle yollarını bulurlar.

Bu ayetlerde Rabbimiz dağların fonksiyonuna değinmiş, dağların insanlar için


çok büyük bir nimet olduğuna dikkat çekmiştir.
Ayetlerden anlaşılan odur ki, dağların yaratılmasındaki hikmet insanların
sarsılmamasını sağlamaktır. Sabit dağlar olmasaydı, insanlar yeryüzünde çalkalanıp
sallanacak, ayaklarını sağlamca yere basıp ayakta duramayacak, deprem oluyormuş
gibi sürekli sallantı halinde olacaktı. Rabbimiz yeryüzünü oluştururken, yani
yerkabuğu jeolojik süreç içinde şekillenirken, Rabbimiz, dengeyi sağlamak için
sağlam kazıklar denen dağları var etmiştir. Bu dağlar yeryüzünü ve yeryüzündekileri
olumsuz etkileyecek yer sarsıntılarına engel olmak suretiyle stabiliteyi [dengeyi]
sağlamaktadır.
Dağların fonksiyonu ile ilgili Kur’an’da birçok ayet vardır:
Ve Biz, Yeryüzünün içinde, onlar sarsılmasın diye sağlam kazıklar kıldık. Ve orada yollarını
bulsunlar diye bol bol yollar kıldık. (Enbiya/31)

Bunların dışında, Ra’d/3, Hıcr/19, Neml/61, Lokman/10, Fussılet/10, Sebe/13,


Kaf/7, Mürselat/27, Nebe’/7 ve Naziat32’ye de bakılmalıdır.
Dağların fonksiyonuna ilişkin daha evvel Mürselat suresinin tahlilinde geniş
açıklama yapıldığından, konunun oradan (Tebyinü’l Kur’an; c. 2, s. 51) tekrar
okunmasını öneriyoruz.

17 – Öyleyse yaratan [Allah], yaratmayan [putlar] gibi olur mu? Hala


düşünmeyecek misiniz?
18- Ve eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız, onları sayamazsınız.
Şüphesiz ki Allah Gafur’dur, Rahîm’dir
19 – Ve Allah, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilir.
20, 21- Ve onların Allah’ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey
yaratmazlar, kendileri yaratılmışlardır, ölülerdirler, diri değildirler. Ne zaman
dirileceklerine de bilinçleri olmaz.
22- Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık şu, ahirete inanmayan kimseler; onların
kalpleri inkârcıdır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir.
23 – Allah’ın, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bildiğine hiç şüphe
yoktur. Şüphesiz O [Allah], kendilerinin büyük olduğuna inananları sevmez.

Rabbimiz, gerçek ilahlığını, her şeyin yaratıcısı olduğunu ve her şeyi


Kendisinin idare ettiğini açık kanıtlarla ortaya koyduktan sonra, “Öyleyse yaratan
[Allah], yaratmayan [putlar] gibi olur mu? Hala düşünmeyecek misiniz?” buyurarak
Kendisini gereği gibi takdir edemeyen inkârcıları kınamakta, akılsızlıklarını ve
nankörlüklerini eleştirmektedir.
Sahte ilahlar ile “Tek Gerçek İlah”ın farkını ortaya koyan ve “Gerçek İlah”ın
doğru olarak tanınması gerektiği mesajını veren onlarca ayet vardır:
Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu
yakardıklarınız bir araya gelseler, bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa
onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.

17
Allah’ı gereği gibi ölçemediler [değerlendirip bilemediler]. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir,
her şeye üstündür. (Hacc/73, 74)

De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. Selâm [esenlik, güvenlik] de seçip arı duru hâle getirdiği
kullarınadır. Allah mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştuğu şeyler mi?”
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, gökleri ve yeryüzünü yaratan, gökten sizin
için su indiren mi? Sonra da Biz onunla, bir ağacını bile bitirmenizin söz konusu olmadığı güzel güzel
bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilâh mı var! Aksine onlar zulümde devam eden bir
kavimdir.
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, yeryüzünü barınak kılan, aralarında
nehirler kılan, onun için sabit dağlar kılan ve iki deniz arasına engel kılan mı? Allah ile beraber bir
ilâh mı var? Bilakis onların çoğu bilmiyorlar.
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, kendine yalvardığı zaman bunalmışa
karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir
ilâh mı var? Çok az düşünüyorsunuz!
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size
kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı
var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir.
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, önce yaratan, sonra onu iade edecek olan
ve sizi hem gökten, hem yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: Eğer
doğru kimseler iseniz, kesin delilinizi getiriniz!
De ki: “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Ve onlar, ne zaman
diriltileceklerinin bilincine varmazlar. (Neml/59-65)

Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları
mı var? De ki: “Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun ve bana mühlet vermeyin.” (A’raf/195)

İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından olan kimseler ne
yaratmıştır? Aslında o zalimler, apaçık bir sapıklık içindedirler. (Lokman/11)

De ki: “Allah’ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri gördünüz mü?
Gösterin bana, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da
Biz kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?” Bilakis o zalimler,
birbirlerine aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar. (Fatır/40)

24, 25 – Ve onlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar, kıyamet


günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden
saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için,
“Öncekilerin efsanelerini” dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür!
26 - Şüphesiz onlardan önceki kimseler tuzak kurdular da Allah, onların
duvarlarına temellerinden geldi. Sonra da çatı tepelerinden üzerlerine çöktü. Ve
onlara azap akledemedikleri bir yönden geldi.

Bu ayetlerde Mekkeli müşriklerin tutumları, yanlış inançları bir kez daha


ortaya konarak onlara geçmişteki toplumlardan kendilerine benzeyen kavimlerin
başlarına gelenler hatırlatılmaktadır. “Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür!
Şüphesiz onlardan önceki kimseler tuzak kurdular da Allah onların duvarlarına
temellerinden geldi. Sonra da çatı tepelerinden üzerlerine çöktü. Ve onlara azap
akledemedikleri bir yönden geldi” şeklindeki bu hatırlatmayla bu nankör inkârcılara
akıllarını başlarına almaları mesajı verilmektedir. Ayetin ifadesinde müşriklere
yönelik ileri derecede bir tehdit söz konusudur.
Gerçekten de Kur’an’da nakledilen kıssalar, arkeolojik kazılar, dünya
üzerindeki binlerce ören yerleri ve tarihi bilgiler geçmiş kavimlerin başına gelen
korkunç felaketleri göstermektedir. Rabbimiz bu uyarıyı önemine binaen birçok kez
yapmıştır:

18
İşte hepsini günahları sebebiyle yakaladık: onlardan kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar
gönderdik, onlardan kimini korkunç bir ses yakaladı, onlardan kimini yerin dibine geçirdik, onlardan
kimini de suda boğduk. Ve Allah onlara zulmetmiyordu velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı.
(Ankebut/40)

Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim [barajların] selini
salıverdik ve o onlara iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki
bahçeye çevirdik. (Sebe/16)

İnsanlardan kimi de vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek
için laf eğlencesi satın alır. İşte onlar, kendileri için aşağılayıcı bir azap olanlardır. (Lokman/6)

Konumuz olan ayetler, Allah ile savaş yapmaya yeltenenlerin, etkiledikleri


kişilerin günahlarını da yüklenecekleri mesajını vermektedir. Bilinmelidir ki, bu tür
insanlar yoldan çıkardıklarının günahlarının da bir kısmını yüklenirken, onların
günahlarından da bir eksilme olmayacaktır.
Onlar elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar. Ve
uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorgulanacaklardır. (Ankebut/13)

Kim güzel bir işte aracılık ederse, onun için bundan [aracılıktan] bir pay vardır. Kim de kötü
bir şeyde aracılık yaparsa, onun için de bundan bir pay vardır. Ve Allah her şeyin karşılığını verendir.
(Nisa/85)

24. ayette Allah’ın ayetleri için “öncekilerin efsaneleri” diyen bir kişiden
bahsedilmektedir. “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında bu sözleri söyleyen kimsenin Nadr
b. el-Haris olduğu nakledilmektedir:
Nadr bin el-Haris Hire'ye gitmiş ve orada Kelile ve Dimne ile ilgili anlatılan hikâyeleri satın
almıştı. Sonra Kureyşlilere bu hikâyeleri okur ve şöyle dermiş: “Muhammed de arkadaşlarına ancak
öncekilerin masallarını okumaktadır. Yani onun okuduğu şey, Rabbimizin indirdikleri değildir.”
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Bu konu daha evvel Furkan suresinde de yer almıştı.


Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam
[sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler. (Furkan/5)

Rabbimiz, Kendisiyle savaşma cüretinde bulunanları uyararak onlara


tuzaklarının boş olduğunu bildirmiştir. Nitekim İbrahim suresinde onların tuzakları
ile ilgili şu ayet yer almaktadır:
Ve gerçekten onlar, tuzaklarını kurdular. Onların tuzakları, dağları yerinden oynatacak olsa da,
onların tuzakları, Allah katındadır. (İbrahim/46)

26. ayette “Allah, onların duvarlarına temellerinden geldi” denilmektedir.


“Gelmek”, “gitmek”, “inmek”, “çıkmak” gibi kavramların Allah hakkında hakiki
anlamlarıyla kullanılması mümkün değildir. O halde bu kavramları mecazî olarak
anlamlandırmak gerekir. Burada kast edilen de, “Onlar inkâr edince Allah onlara
binalarını temellerinden ve direklerinden söküp çıkaran bir zelzeleyi getirdi” şeklinde
bir anlamdır. Allah hakkında az çok bilgisi olanlar bu ifadelerin mecaz olduğunu
bilirler. Ayette anlatılmak istenen, Allah’ın onları tabiat olayları ile cezalandırdığıdır.
Bunu ifade eden birçok ayet vardır:
Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu! (A’raf/84)

19
Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.
Şu‘ayb'ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış/zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şu‘ayb'ı
yalanlayanlar var ya, işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular. (A’raf/91, 92)

Görmedin mi nasıl etti Rabbin Ashab-ı Fil’e!


Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
Onların üzerlerine öbek öbek uçanlar [bulutlar, boran] göndermedi mi?
Ki onlara pişmiş taşlar ile birlikte büyük taneli yağmur yağdırıyorlardı.
Sonunda onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi. (Fil/1-5)

Bu yüzden Biz de onlara bu en basit hayatta rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde
dondurucu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlar yardım da
olunmazlar.
Semûd’a gelince; işte, Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yol üzerine
sevdiler [tercih ettiler]. Bunun üzerine kazandıkları şeyler sebebiyle alçaltıcı azabın yıldırımı onları
yakalayıverdi. (Fussilet/16, 17)

Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde: “Ha işte! Bu, bize
yağmur getirecek bir bulut!” dediler, Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi;
Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr... Sonunda o hale geldiler
ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle
cezalandırırız. (Ahkaf/24-25)

27 - Sonra kıyamet günü O [Allah], onları rezil rüsva edecek ve “Hani


uğrunda düşmanlık ettiğiniz ortaklarım nerede?” diyecektir. Kendilerine ilim
verilmiş olan kimseler: “Şüphesiz ki bugün rezillik-rüsvalık ve kötülük kâfirler
üzerinedir” diyecekler.
28 – (O kâfirler), kendilerine zulmetmiş kimseler olarak, meleklerin, vefat
ettirdikleri kimselerdir. Artık teslimiyeti koyarlar: "Biz, hiç bir kötülükten
yapmıyorduk." Bilakis, şüphesiz Allah, sizin yapmakta olduklarınızı çok iyi bilendir.
29 – “O halde içinde sürekli kalanlar olarak cehennemin kapılarına girin!”
denir. İşte, büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!

Bu ayet gurubunda, Elçi’nin tebliğ ettiği vahiy için “eskilerin masalları” diyen
müşriklerin kıyamet ve mahşer günündeki durumları sergilenmiştir.
Onlar, kıyamet gününde rezil-rüsva edilecek ve ortak koştukları sözde
ilahlarının nerede olduğu sorulacaktır. Aklı başında olan bilgili kişiler ise kâfirlerin
rezilliğinin hak edilmiş bir ceza olduğunu zaten kabullenmektedirler:
Ve kendilerine ilim verilmiş olan kimseler ise; “Yazıklar olsun size! İman eden ve salihi
işleyen kimseler için Allah’ın mükâfatı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir” dediler.
(Kasas/80)

Müşriklerle ilgili kıyamet ve mahşer sahnelerinin yer aldığı ayetlerden birkaçı


şunlardır:
Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere: “Hani nerede o batılca
inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz. (En’am/22)

Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!”


diyeceğimiz gün, artık aralarını iyice açtık [açacağız] ve onların ortakları, “Siz sadece bize
tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Biz sizin
ibadetinizden kesinlikle gafildik [duyarsızdık]” dediler [diyecekler]. (Yunus/28, 29)

Ve onlara: “Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya
kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilmiştir. (Şuara/93)

20
Artık onun için ne herhangi bir güç vardır, ne de herhangi bir yardımcı. (Tarık/10)

Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını- diye
onları vefat ettirirken bir görseydin.” (Enfal/50)

Bu ayetlerde şu noktalara değinilmiştir:

* Kâfirler ölüm anlarında vefat ettirilirken çok sıkıntı çekerler, pişmanlık


duyarlar ama iş işten geçmiş olur. Ümitsizlik ve çaresizlik anında iman işe yaramaz.
Ne zaman ki elçileri onlara, açık delillerle geldi, kendilerinde bulunan bilgiden dolayı
şımarıklık etmişlerdi. Hâlbuki o, alay ettikleri şey onları kuşatmıştı.
Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler: “Allah’ın birliğine inandık ve O’na şirk koştuğumuz
şeyleri inkâr ettik” dediler.
Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. -Allah’ın
kulları hakkındaki sürüp giden tutumu [kanunu]... - İşte o kâfirler burada hüsrana düştüler [kaybettiler,
zarara uğradılar]. (Mü’min/83-85)

* Müşrikler orada da yalan söylerler: Ayette müşriklerin “Biz, hiç bir


kötülükten yapmıyorduk” dedikleri nakledilmektedir. Onların bu ifadeleri, o şartlar
altında bile yalan söylediklerini göstermektedir. Nitekim En’am suresinde şu pasaj
yer almıştı:
Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere, “Hani nerede o batılca
inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz.
Sonra, onların fitneleri, “Rabbimiz, Allah'a kasem olsun ki, ‘biz müşriklerden değildik’
demekten başka bir şey değildi.”
Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp
kayboldu. (En’am/22-25)

Yukarıdaki ayetlerde, müşriklerin sorgulandıkları sırada şirklerini inkârdan


başka bir yol bulamayacakları belirtilmektedir. Mahşerdeki sorgu sırasında suçluların
akıllarının başlarından gittiği, şaşkın, dehşete düşmüş bir hâlde olacakları göz önüne
alınırsa, onların orada da yalan söylemelerinin mümkün olduğu düşünülebilir. Ancak
ahirette yalan söylemenin hiçbir işe yaramayacağı Kur’an’da açıkça dile getirilen bir
husustur. Yalan söylemeye kalksalar bile Yüce Allah çeşitli şahitlerle onların
yalanlarını yüzlerine vuracaktır. Nitekim suçluların ahirette yalan söylediklerini
bildiren birçok ayet mevcuttur:
Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da
kazandıkları şeylere şahitlik eder. (Ya Sin/65)

Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile
ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.
Ve onlar kendi derilerine “Niye aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. Dediler ki: “Her şeyi
konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve ona döndürülmektesiniz.” (Fussılet/20,
21)

Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine men
edildikleri şeye mutlaka dönmüşlerdi. Evet, onlar gerçekten yalancıdırlar. (En'âm/28)

Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün... İşte, size yemin ettikleri gibi O'na da yemin
edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanacaklardır. Gözünüzü açın, onlar
yalancıların ta kendileridir. (Mücâdele/18)

21
Allah’ın ayetleri üzerinde tartışanları görmedin mi? Nasıl da döndürülüyorlar? Kitabı ve
elçilerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette ileride, boyunlarında halkalar ve zincirler olarak
kaynar suya sürülüp, sonra ateşte yakılırlarken bileceklerdir. Sonra onlara, “Allah’ın astlarından
ortaklar koştuğunuz şeyler nerededir?” denir. Onlar; “Bizden kaybolup gittiler; aslında biz zaten
önceleri hiç bir şeye yakarmıyorduk” derler. İşte Allah inkârcıları böyle saptırır: "İşte bu, yeryüzünde
haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Orada sürekli kalmak üzere cehennem
kapılarına girin!” -İşte büyüklenenlerin durağı ne de kötüdür!- (Mümin/69-76)

30- 32 – Ve takvalı davranmış kimselere: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince


onlar: “Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik
vardır. Ahiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve takvalı davrananların yurdu;
Adn cennetleri ne güzeldir! Onlar oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar.
Orada onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, takva sahiplerini işte böyle
karşılıklandırır. [Takva sahipleri] O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat
ettirerek vefat ettirirler. “Selam size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin
cennete!” derler.

Kendilerine “Rabbiniz ne indirdi?” diye sorulduğunda “Eskilerin


masallarını...” diyen müşriklerin durumlarına karşılık bu ayetlerde de akıllı ve
takvalı davranan müminlerin durumları nakledilmektedir. Aynı soruya “hayır
indirildi” diye cevap veren müminler, bu teslimiyetleri karşılığında doğal olarak
ahirette de “hayır” ile karşılaşacaklardır. Öyle ki, Rablerinden görecekleri bu hayırlı
muamelenin sonucu olarak Adn cennetlerine yerleştirileceklerdir. İnananların, takvalı
davrananların daima ödüllendirileceği Rabbimizin bir vaadidir:
Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli
iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin
Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı
her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir.
33, 34- Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyen kimseden
daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel
şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır.
(Fussılet/30-34)

-Onların [muttakilerin] çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu
duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.- Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu,
yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle, kendisine varis edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok
meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz. (Zuhruf/71-73)

Allah, iman edenleri, basit yaşamda [bu dünyada] ve ahirette sabit bir söze sabitler. Allah,
zalimleri de saptırır. Ve Allah, dilediği şeyi yapar. (İbrahim/27)

Muttakilerin kendilerine gönderilen vahiyleri “hayır” olarak nitelemeleri,


Kur’an’ın mahza hayır, iyilik ve güzellik içerdiğini ifade etmektedir. Kur’an dünyada
da hayırdır, ahırette de hayırdır.
Oysa ahiret daha hayırlı [önemli] ve devamlı kalıcıdır. (A’la/17)

Sonrası senin için öncesinden elbette daha hayırlı olacak. Ve Rabbin sana verecek, sen de
hoşnut olacaksın. (Duha/4, 5)

Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile
yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle
karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz]. (Nahl/97)

22
Konumuz olan ayetlerde dikkat çeken bir başka nokta da, takvalıların tüm
yaptıklarının ölüm anında kendilerine tastamam gösterilmek suretiyle sevindirilerek
vefat ettirilecek olmalarıdır.
Ayetlerde müminler methedilip övülerek diğer insanlar da onların ulaşacakları
mutlu sonu elde etmeye teşvik edilmişlerdir.

33, 34 - Onlar kendilerine, meleklerin gelmesinden veya Rabbinin emrinin


gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar! Kendilerinden öncekiler de böyle
yapmışlardı. Ve Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi.
Bunun için, sonunda yaptıklarının kötülüğü [cezası] kendilerine isabet etti. Alay edip
durdukları şey de kendilerini kuşattı.

Bu ayetlerde, işi inada döküp bilgisizce ve herhangi bir dayanakları olmadan


ahıreti, azabı inkâr eden müşriklere zımnen şöyle denilmektedir: “Niçin hâlâ çok
kolay ve açık olan daveti kabul etmekte direniyorlar? Biz, gerçeği ortaya koymak
için her metodu denedik ve buna evrenden ve kendi bünyelerinden kanıtlar gösterdik.
Akıllı ve düşünebilen insanlar için şirke sapmaya neden olacak hiçbir boşluk
bırakmadık. Onlarsa bunları hep göz ardı etmekteler. Ölüm meleği gelince işin
farkına varacaklar. O zaman daveti kabul edecekler fakat bu kabul edişleri bir işe
yaramayacaktır.”
Bu ayetin bir benzeri de En’am ve Furkan surelerine yer almıştı:
Meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı ayetlerinin
gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman
etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki:
“Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.” (En’am/158)

Hayır… Hayır… Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin geldiği ve
meleklerin saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına
gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki! [(Fecr/21-23)

Allah’a, Allah’ın peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmeyen bir kimse,


eğer ölüm anında, ölümün şiddetleri kendisine gelip çattığı ve ilâhî azabı kesinkes
görüp hissettiği zaman iman ederse, bu imana “iman-ı ye’s” veya “iman-ı be’s
[zoraki iman]” denir.
Zoraki iman şu üç durumda söz konusu olur:
1- Hayatta iken karşılaşılan felâketler karşısında.
2- Ölüm anında.
3- Kıyamette ve kıyamet sonrası dirilişte.
Bu üç durumdan biriyle karşılaştıktan sonra iman edenlerin imanları kabul
edilmez. Çünkü onlar özgür iradeleri ile değil, karşılaştıkları belâların sebep olduğu
korku ve ümitsizlikle, yani zoraki olarak iman etmişlerdir. Bu nedenle de, bu
imanları kendilerine hiçbir fayda vermez.
Bu konu hakkında Kıyamet suresinin tahlilinde (Tebyinü’l-Kur’an; s: 1, c:
616-619) detaylı açıklama yapıldığından, ilgili bölümün oradan okunmasını
öneriyoruz.
Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “bana
vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zalim kim
olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Ruhunuzu
teslim edin! Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı
böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız!” derlerken bir görsen! (En’âm/93)

23
O gün onlar cehennem ateşine itildikçe itilirler. -İşte bu, yalanlayıp durduğunuz ateştir! Peki,
bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz? Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin
artık sizin için birdir. Siz sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız! – (Tur/14)

35 – Ve Allah'a ortak koşan şu kimseler: “Allah dileseydi biz ve atalarımız


Kendisinin astlarından hiçbir şeye tapmazdık ve O'nun astlarından hiçbir şeyden
haram kılmazdık" dediler. Kendilerinden önceki kimseler böyle yaptılar. İşte elçiler
üzerine, ancak açık-seçik bir tebliğden başka ne olur?

Bu ayette ise müşriklerin bir başka saçmalığına değinilmiştir. Onlar,


beyinsizliklerinin vebalini Allah’a yüklemeye çalışmışlardır. Allah dileseymiş onlara
şirk koşturtmazmış, suç işletmezmiş. Tabiî ki dilese yapardı ama “meşiet-i ilahî”
insanların özgürce seçiminden yana gerçekleşmiştir. Sonucunu kabullenmek kaydıyla
dileyen istediği gibi inanır ve yaşar. Hidayet için zorlama söz konusu değildir.
Müşriklerin bu inançları En’am ve Zuhruf surelerinde daha evvel de bildirilmişti:
Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da
ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı
tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece
zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” (En’am/148)

Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah’ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık
bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her
halde ben müttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman, “Bana bir geri dönüş
olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size
indirilenin en güzelini izleyin.” (Zümer/55-58)

Ayetteki “Kendilerinden önceki kimseler böyle yaptılar” ifadesi, Peygamber’in


dönemindeki müşriklerden önceki nesillerin de kendi saçma düşüncelerine göre
inanıp yaşadıklarını ve yaptıklarının vebalini Allah’a fatura etmeye kalktıklarını
göstermektedir. O eski nesiller kendilerine gelen kitapları kendi anlayışlarına göre
yorumladılar hatta tahrifat yapma cüretini gösterdiler.
Onlardan bir kısmı da ümmilerdir/Anakentliler’dir. Onlar Kitap’ı bilmezler, sadece hayal ve
kuruntu bilirler. Ve onlar sadece zannederler [kuşkulanırlar].
Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak
için “Bu Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun, o
kazandıkları şeyler yüzünden yazıklar olsun onlara! (Bakara/78, 79)

Ve onlardan [Kitap ehlinden], o, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye,
dillerini kitaba doğru eğip büken bir güruh vardır. O, Allah katından olmadığı halde, “Bu, Allah
katındandır.” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı, yalan söylerler. (Âl-i Imrân/78)

36- Ve ant olsun ki Biz, her ümmete, “Allah’a ibadet edin ve tağuttan
sakının!” diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet
etti, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da
bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş?

Bu ayetlerde Rabbimiz, rahmeti gereği, insanların doğru yolu bulmaları,


“Allah’a ibadet edip tağuttan kaçınmaları” için elçi gönderdiğini beyan etmektedir.
Gönderilen elçilerin görevi ve onlara indirilen vahiylerin temel mesajı, insanları
tağuta kulluktan kurtarıp Allah’a kulluğa yöneltmektir.
Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona: “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir
şey yoktur. Onun için bana ibadet edin.” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiyâ/25)

24
Ve sen, elçilerimizden senden önce gönderdiğimiz kişilere sor, “Biz Rahman’ın astlarından
ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?" (Zuhruf/45)

Bu görev ve mesaj, kısaca “la ilahe illallah”ı bütün muktezası ile insanlara
iletmek ve bu ilkeye göre hareket edilmesini sağlamaya çalışmaktır.
Ayette “Allah’a kulluk”un alternatifi “tağuta kulluk” olarak verilmiştir.
Nitekim Rabbimizin tevhid inancını ortaya koyarken kullandığı “karşıtlık ilkesiyle
anlatım” metodu başka ayetlerde de görülmektedir:
Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk
sapıklıktan] iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Bakara/256)
Ayette bahsedilen “Tağût” ve onun bu adı almasına sebep olan “tuğyan/azma”
hakkında kısa bir hatırlatmanın yararlı olacağı kanaatindeyiz:

TUĞYAN: Tâğût’un eylemi olması bakımından öncelikle bu kavramın


bilinmesi gerekmektedir.
Tuğyan, "haddi aşma, zulüm, azgınlık, sapıklık, isyan, küfür" demektir.
Tuğyan kelimesi, tağâ [azdı, taştı, zulmetti] fiilinin mastarı olarak Kur’an'da
dokuz yerde geçer. Ayrıca "haddi aşıp azgınlık yapan kişi ve topluluklar" manasında
[tağ] altı yerde; insanları yoldan çıkaran, azdıran "şeytan", "put" ve "kâhin"
anlamında [tâğût] sekiz yerde geçer. Mastar ve diğer türevleriyle birlikte bu kelime
Kur’an'da toplam otuz dokuz yerde zikredilir. Tuğyan, insanın tabiatında vardır.
Vahye kulağını tıkayan, kendi aklını yegâne rehber kabul ederek kendini beğenen
bencil insan, bir de çok mal sahibi olup kendini ihtiyaçtan uzak görmeye başladı mı,
tuğyan içine düşmüş olur.
İnsan, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek hissettiği
zaman artık Allah'ı unutur; gerçek kudret, gerçek ilim, gerçek dileme, gerçek güç ve
irade sahibinin yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum insan için
tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak-hukuk ve sınır tanımaz. Allah'a
ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye
başlar. İşte bu hâl, tuğyan hâlidir ve bu tür insanlar da Kur’an'ın diliyle "tâğî'dir.
Kur’an'da Firavun, tuğyanın simgesi olarak takdim edilmiştir. O, bütün gücün
kendi elinde olduğuna inanıyor, insanları küçük görüyor, öldürüyor ve en kötü
işkenceye maruz bırakıyordu (Bakara/49, İbrahim/6). Firavun mantığına göre bütün
insanlar onun kulu-kölesi, Mısır ve nehirler onun mülkü idi (Zuhruf/51).
Eğer Musa (as) ile Harun (as) ona tuğyanını hatırlatmasa ve onu Allah'a
çağırmasa idiler, Firavun da âhirette Allah'a karşı bir bahane üretebilir, "Rabbim!
Bana bir uyarıcı gelmedi ki!" diyebilirdi. Çünkü azgınlığının farkında değildi;
insanları köle olarak çalıştırmayı, onlara işkence etmeyi ve öldürmeyi tabiî hakkı
olarak görüyordu. Saltanatı onu mağrur etmişti.
Tuğyan'ın temelinde kibir ve bencillik yatar. Şeytanın da azgınlığının sebebi
kibir ve bencillikti. Bu bakımdan Nisâ/51'de tâğût, şeytanı [İblisi] da kapsamaktadır.

TÂĞÛT: Arapça "Yüce Allah'a isyan etmek" anlamına gelen tağa kökünden
türemiş bir kavramdır. "Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put,
puthâne, kâhin, sihirbaz, Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluş"
anlamlarına gelir. Tuğyan ile aynı kökten gelen tâğût kelimesi; "azgın, insanlara
zorla hükmeden, kâfir, zorba kişi"yi ifade eder.

25
Kur’an'da Allah müminlerin dostu ve yardımcısı; tâğût ise kâfirlerin dostu ve
yardımcısı olarak gösterilmiş, müminlerin "Allah yolunda savaştıkları", kâfirlerin ise
"tâğût yolunda savaştıkları" ifade edilmiştir:
Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkâr edenlerin
ise dostları tâğûttur [azgın putlardır]. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte
onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. (Bakara/257)
İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğût [şeytan] yolunda
savaşırlar. Şeytanın dostlarıyla savaşın. Esasen şeytanın hilesi zayıftır. (Nisâ/76)
Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere
hükümler icat eden her kişi ve kurum, tâğûttur.
Tâğût, Allah'a karşı isyan etmesinin yanısıra, O'nun kullarını kendisine kul
edinmek gayretinde olandır. Bu işleviyle o, şeytân, papaz, dînî veya siyasî bir lider
olabilir.
Yüce Allah Kur’an'da “Andolsun ki, Biz her kavme ‘Allah'a ibadet edin, tâğûta
kulluk etmekten kaçının!’ diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir
(Nahl/36)” ve “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğût yolunda
savaşırlar (Nisâ/76)” ayetleriyle müminlere tâğût hakkında bilgi vermekte ve tâğûta
karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır.
Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından Allah'ın hükümlerine muhalefet
edecek şekilde konulan hükümler, "tâğûtî hükümler" olarak isimlendirilirler. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:

“Sana indirilen Kur’an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik” diye boş iddialarda
bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğûtun huzurunda muhakeme olmak [hükümlerine boyun eğmek]
istiyorlar. Hâlbuki tâğûtu inkâr etmekle [kâfir saymakla, lânetlemekle] emrolunmuşlardı. Şeytan onları
uzak bir sapıklığa saptırmak ister. (Nisâ/60)

Kendisinde böyle yetkiler görüp, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip hevâ ve hevesleri


doğrultusunda hükümler koyanlar, aynı zamanda "ilâhlık" iddiasındadırlar. Dolayısıyla Allah'ın
hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar, tevhîd akidesinin dışına çıkıp kâfir,
zalim ve fasık olurlar. Allah Teâlâ, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenleri kafir, zalim ve fasık olarak
nitelemiştir (Mâide/44-47).

Konumuz olan ayetten de anlaşıldığı üzere Yüce Allah, Nûh (as)'dan


Muhammed (as)'e kadar bütün peygamberleri, insanlığı tevhide, yani Allah'ın
birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O'nun koyduğu hükümleri kabullenmeyip
hevâ ve heveslerine göre hüküm koyan tâğûta karşı savaşmaya ve tâğût kapsamına
giren şeylere kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.
Bu tâğûtlar, İbrâhîm (as) döneminde Nemrut, Mûsâ (as) döneminde Firavun,
Muhammed (as) döneminde de Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi toplumun ileri gelenleri
ve puta tapan şahsiyetleridir; diğer peygamberler döneminde de, kendilerine
gönderilen tevhîd akidesini/inancını inkâr edip, atalarından kalan inançlar üzerinde
inat gösteren puta tapan kavimlerdir.
Tâğûtların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her
dönemde tâğûtlar var olmaya devam etmiştir. Onlar sadece eski kavimlerde ortaya
çıkıp yaşama imkânı bulan güçler değil; bugün de müslümanlara en azim düşmanlığı
ve en yıkıcı propagandaları reva gören kişi, odak veya organizasyonlardır. Tâğût,
ekonomik, sosyal ve kültürel güç kaynaklarını ele geçirmiş, ahlâkî değerleri [dini]
toplumların gözünde itibarsız ve taraftarı olmaktan çekinilen bir duruma düşürmeyi
göze alacak kadar düşmanlığını ilerletmiştir. Ayrıca doğrudan yaptıklarının dışında,
insanlığın ortak değerleri adı altında pek çok kavramı da müslümanlara zarar verecek
bir içeriğe dönüştürmüştür. Kısaca tâğût, müslümanları dört bir yanından kuşatmış
bulunmakta ve müslümanlara hayat hakkı tanımamaktadır.

26
Öyleyse anlıyoruz ki, Peygamberimizin görevi sokaktaki şımarıklarla değil,
tâğûtî düzenin kurucularıyla mücadele etmekti. İlk işi, toplumun hidayet yolu
üzerinde oturup haydutça engellemeler yapan bu azgın güruhu uyarmaktı.
Bu açıklamalardan sonra tekrar konumuz olan 36. ayete dönelim: Rabbimiz
ayetin sonunda “Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu
nasıl olmuş?” buyurmuştur. Böyle buyurarak peygamberlere ters davranan ve gerçeği
yalanlayanların durumlarının araştırılmasını istemiştir.
Rabbimizin geçmişten ibret alınması amacıyla yaptığı bu davetin yer aldığı
onlarca ayet mevcuttur. Bunlardan birkaçını hatırlatmakla yetiniyoruz:
Peki, onlar, yeryüzünde yolculuk etmediler mi? Ki kendilerinden öncekilerin akıbeti nasıl
olmuş bir görsünler. Allah, onları yerle bir etti. Bu kâfirlere de onların başına gelenlerin benzerleri
vardır. (Muhammed/10)

Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akledecekleri kalbleri ve kendisiyle


işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler
kör olur. (Hacc/46)

Ve ant olsun, onlardan öncekiler de yalanladılar. Peki, Beni inkâr ediş nasıl oldu? (Mülk/18)

37 - Sen onların hidayete ermeleri üzerine hırs göstersen de artık Allah,


saptırdığı kimseyi hidayete erdirmez. Onlar için yardımcılardan da kimse yoktur.

Bu ayette Resulullah’a, ne kadar gayret gösterirse göstersin, kalbini


mühürletmiş kişilerin doğru yola gelmeyecekleri bildirilmiştir. Peygamberimizin
kendini hırpalayacak kadar çabalamasının gerekmediği mesajı verilerek teselli
edildiği bu ayette aynı zamanda inkârcılara da yardımcısız ve çaresiz kalacakları
uyarısı yapılmıştır.
Bu konunun detaylı olarak yer aldığı birçok ayet vardır:
Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “inandık” diyen kimseler ve Yahudilerden
küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen
kimselere için dinlerler [casusluk ederler]; kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu
verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen
Allah’a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği
kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara büyük azap vardır. (Maide/41)

O [Nuh]: “Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz O’nu âciz bırakanlar değilsiniz. Ben size
öğüt vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi azdırmayı murat ediyorsa, benim öğüdüm size bir fayda
vermez. O, sizin Rabbinizdir ve yalnızca O’na döndürüleceksiniz” dedi. (Hud/34)

Kesinlikle sen sevdiğini doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve
O, doğru yola girecek olanları daha iyi bilir. (Kasas/56)

Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru
yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını
gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve
siz zulmedilmeyeceksiniz. (Bakara/272)

Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hakk olmuş olan kimseler, kendilerine bütün
mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Yunus/96, 97)

Allah’ın kimleri saptıracağı, kimlere hidayet edeceği birçok ayette yer almıştır.
Bu konuyu daha evvel Tekvir suresinin tahlilinde ele aldığımızdan, detayın oradan
(Tebyinü’l Kur’an; c.1, s.180) okunmasını öneriyoruz.

27
38, 39 – Ve onlar [kâfirler], “Allah ölen kimseyi diriltmez” diye en kuvvetli
yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Hayır, Allah ölüleri, üzerine aldığı gerçek bir vaat
olarak, onların, hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açığa koymak ve inkâr eden
kimselerin yalancıların ta kendisi olduklarını bildirmek için diriltecektir.

Bu ayetlerde de yine akıllarını kullanmayan müşriklerin temelsiz inançları


sorgulanmakta ve bu inancın geçersizliği ortaya konmaktadır. Müşriklerin Allah'a
yemin ederek ısrarla ahireti reddetmelerine karşılık, Rabbimiz de onların bu inanışını
reddederek “Hayır, Allah ölüleri, üzerine aldığı gerçek bir vaat olarak, onların,
hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açığa koymak ve inkâr eden kimselerin
yalancıların ta kendisi olduklarını bildirmek için diriltecektir” ifadeleriyle gerçeği
açıklamaktadır.
Müşriklerin kıyamet ve öldükten sonra dirilmeyi kabul etmeyişleri daha evvel
birçok yerde konu edilmişti: Bunlardan Ya Sin suresinde yaptığımız açıklamayı
burada da naklediyoruz:
Ve o insan [o kişi], kendisini bir nutfeden [bir damla sudan] yarattığımızı görmedi mi de şimdi
o, apaçık bir hasımdır [düşmandır].
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı. Dedi ki: “Kim diriltecekmiş
o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O, her yaratmayı çok iyi bilendir. O,
size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.
Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]!
Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen
oluverir. (Ya Sin/77, 82)

Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz?
(Saffat/16)

Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?
(Saffat/53)

Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir!
Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2, 3)

Ve onlar: “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta
olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabblerine kavuşmayı [O’nun huzuruna varacaklarını] inkâr
ediyorlar. (Secde/10)

Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi,
gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?” (İsra/49)
Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz
olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların
cezasıdır. (İsra/98)

Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin
çıkarılacağınızı mı vaat ediyor? (Müminun/35)

Peygamberimizin tebliğine karşı yapılan bütün bu itirazlara ikna edici deliller


gösterilerek her defasında cevap verilmiştir. “Onları ilk defa yaratan, onları
diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir” ifadesi de bu cevaplardan biridir.
Aşağıdaki ayetler de diğer cevaplardan bazılarıdır:
Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama
insanların çoğu bilmiyorlar. (Mümin/57)

28
Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu [göğü] O [Allah] yaptı:
Boyunu yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu [ışığın parlaklığını]
çıkarttı. Ve ondan sonra yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da
sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi], sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak
[yararlanmak] üzere. (Naziat/27–33)

Ölümü aranızda Biz takdir ettik Biz. Biz önüne geçilebilenler değiliz.
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getiririz ve sizi bilmediğiniz bir şeyde inşa ederiz.
(Vakıa/60, 61)

Rabbimiz Âdem’i anasız babasız, İsa peygamberi de babasız yaratmıştır.


Ayrıca Rabbimiz, Rum suresinin 19–24. ayetlerinde bildirildiği gibi, ölüden diri,
diriden de ölü yaratmaktadır. Bu konu daha evvel Ya Sin suresinin tahlilinde ele
alındığından, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 316, 317) okunmasını
öneriyoruz.
Ahıretin gerekliliği Yunus suresinde şöyle açıklanmıştır:
Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah bunu hakk olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk
baştan yaratır, sonra iman eden ve salihatı işleyen kimseleri kıst [nasipleri, hakları olan payları] ile
karşılık vermek için geri döndürür. Şu küfretmiş olan kimseler, küfretmeleri nedeniyle, kaynar sudan
bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır. (Yunus/4)

Yeniden diriltilmenin mümkün olduğu Kur’an’da günlük hayattan birçok aklî


örnekler gösterilerek açıklanmış, her şeyi ilk defa yaratan ve bu yaratmayı sürekli
devam ettiren Allah’ın, istediği her şeyi kıyametin ardından istediği biçimde yeniden
yaratabileceği, bunun O’na çok kolay olduğu mukayeseler yapılarak defalarca
tekrarlanmıştır:
Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır.
Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat
veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. (Fatır/9)]

Ve şüphesiz senin yeryüzünü boynu bükük görüp de Bizim onun üzerine suyu indirdiğimiz
zaman onun titreşmesi ve kabarması O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki ona hayat veren kesinlikle
ölüleri de diriltir. Şüphesiz O, her şeye gücü yetendir. (Fussilet/39)

Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki pınarlara koyduğunu, sonra
onunla renkleri değişik bir ekin çıkardığını, sonra onun olgunlaşıp da senin onu sararmış gördüğünü,
sonra da onu bir çöpe çevirdiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda kavrama yeteneği olanlar için bir
öğüt/ hatırlatma vardır. (Zümer/21)

Sonra öldürdü onu, kabre koydurdu.


Sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı onu.
Hayır… Hayır… O, O`nun kendisine emrettiğini şimdiye kadar hiç yerine getirmedi.
Hadi, bakıversin insan kendi yiyeceğine! (Abese/21-24)

Peki Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır ama, onlar yeni bir yaratılıştan kuşku
içindedirler. (Kaf/15)

Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?


O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi?
Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış sonra da düzene koymuştur; ki ondan da
iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.
Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyamet/36-
40)

29
Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, -[bilin ki] ne olduğunuzu size
açıklamak için- şüphesiz Biz sizi topraktan, sonra nutfeden sonra bir alakdan sonra yapısı belli belirsiz
bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir
çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz
öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına
ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman,
harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
İşte bu [gösteriyor ki], şüphesiz ki Allah hakktır [gerçektir]. Şüphesiz ölüleri sadece O diriltir
ve şüphesiz sadece O her şeye kadirdir.
Kıyamet ise şüphesiz gelicidir. Kesinlikle onda şüphe yoktur. Ve şüphesiz ki Allah bütün
kabirlerde olan kimseleri tekrar diriltecektir. (Hacc/5-7)

De ki: “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun. Sonra
onlar; “Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa yaratmış olan.” Bunun üzerine
sana başlarını sallayacaklar ve “Ne zamandır bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olması umulur! Sizi
çağıracağı [diriltileceğiniz] gün, O’nu överek onun çağrısına uyacaksınız ve zannedeceksiniz ki, pek
az kaldınız.” (İsra/50-52)

Onlar, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah’ın ölüleri diriltmeye
de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki, O her şeye gücü yetendir. (Ahkaf/33)

Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu [göğü] O [Allah] yaptı. (Naziat/27)]

Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş
ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O,
yaptıklarınızı size haber verecektir. (En’am/60)

Sonra kendi gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O'nundur ve
O, hesap görenlerin en süratlisidir. (En’am/62)

Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm
hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de adı konmuş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda
düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır. (Zümer/42)

Ölümü aranızda Biz takdir ettik Biz. Ve Biz, sizi benzerlerinize değiştirmemiz ve sizi
bilmediğiniz bir şeyde inşa etmemiz üzerine önüne geçilenler değiliz.
Ve ant olsun, ilk yaratılışı bildiniz. Peki, düşünüp öğüt almanız gerekmez mi? (Vakıa/60-62)

Bu ayetlerin ışığı altında, “Ahiret”in gerekliliğini şu şekilde özetleyebiliriz:


* Ahiret korkusu, rahatını seven ve dünya nimetlerini arzu edecek bir yapıda
yaratılmış olan insanı bu uğurda işleyeceği suçlardan caydırabilecek bir unsurdur.
Çünkü menfaati için her türlü sorumsuz davranışı işleyebilecek nitelikteki insanoğlu
ancak bir “mükâfat ve ceza yurdu”nun varlığı sayesinde kendisini denetleyebilmekte,
böylece dünya yaşamındaki kötülükler bir parça da olsa frenlenebilmektedir. Ahiret
korkusunun hiç olmadığı bir dünyada nasıl bir kargaşa, düzensizlik ve çürümenin
hüküm süreceğini hayal etmek bile dehşet vericidir.
* Kendisine doğru yol gösterilmesine karşılık, insan, bu dünyada tam olarak
özgür bırakılmıştır. Dolayısıyla insanlardan bazısı imanı, bazısı küfrü, bazısı da şükrü
veya nankörlüğü tercih etmektedir. Mantıkî olarak düşünüldüğünde, tam bir serbesti
içinde yapılan bu tercihlerin mutlaka mükâfat ya da ceza şeklinde karşılık bulması
gerekmektedir. Bu karşılıkların verileceği yer ahirettir.
* İnsanın yaptıklarının tam karşılığını bu dünyada aldığını söylemek mümkün
değildir. Zira birçok iyi davranış görülmediği veya görmezden gelindiği için
karşılıksız kalır, birçok iyi kimse de hiç suçu yokken zulme uğrar, suiistimale maruz
kalır. Oysa adalet, karşılıkların tam olarak alınmasını gerektirir. O hâlde, yapılan
zerre kadar bir hayır ve şerrin bile ihmal edilmediği, kesin adaletin sağlandığı bir

30
başka dünya daha olmalıdır. İşte, bu dünya ahiret yurdudur ve orada bütün ameller,
“Hâkimler Hâkimi”, “Adiller Adili” Allah tarafından karşılıklandırılacak, böylece
hakk yerini bulmuş olacaktır.
O gün onlar cehennem ateşine itildikçe itilirler. -İşte bu, yalanlayıp durduğunuz ateştir! Peki,
bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz? Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin
artık sizin için birdir. Siz sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız!- (Tur/13-16)

40 - Biz bir şeyi dilediğimiz zaman, bizim ona sözümüz sadece “ol”
dememizdir. O da hemen oluverir.

Bu ayette Rabbimiz sonsuz kudretine dikkat çekerek değişik zamanlarda ölen


tüm insanların bir anda diriltilmesini çok zor bir iş olarak kabul eden zavallılara
mesaj vermektedir. Allah’ın bir şey yaratmak için uygun ortam ve koşullara ihtiyacı
yoktur. O sadece “ol!” der, o da [murad edilen şey de] hemen oluverir.
Ve buyruğumuz, ancak, göz kırpması gibi bir tekdir. (Kamer/50)

Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki gibidir. Şüphesiz
Allah en iyi işiten, en iyi görendir. (Lokman/28)

Allah için çocuk edinmek diye bir şey yoktur. O, bundan münezzehtir. O, bir şeye hükmederse,
ona sadece “ol” der, o da oluverir. (Meryem/35)

Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen
oluverir. (Ya Sin/82)

O, yaşatır ve öldürür. Artık O, bir emr gerçekleştirince artık ona sadece ‘ol!’ der de o, hemen
olur. (Mü’min/68)

41, 42 – Ve zulme uğradıklarından sonra Allah yolunda hicret eden kişiler;


kesinlikle Biz onları; şu sabretmiş ve sadece Rablerine tevekkül eden kimseleri bu
dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Ötekinin [ahıretin] ücreti ise daha
büyüktür. Keşke onlar, bilselerdi.

Bu ayetlerde, zulme uğradıklarında inançlarında sebat gösterip gerektiğinde


mallarını, mülklerini, yurtlarını bırakıp inançlarını bir başka yerde yaşamak
isteyenler övülmektedir. Bu ayetler peygamberimize ve sıkıntıdaki Müslümanlara
hicret işareti vermektedir.
Mekkeli müşrikler tevhid inancından geri çevirmek için müminlere ellerinden
gelen her türlü işkenceyi yapmaya başlamışlardı. Tarih kitaplarında yer aldığına göre,
İslam daveti başlayıp Kureyş'ten inananların sayısı çoğaldıkça Mekkeli müşrikler
büyük tepki göstererek müminlere sataşmaya ve işkence etmeye başlamışlar, onları
tevhid inancından geri döndürmeye çalışmışlardır.
Bunun üzerine ilk Müslümanlardan bir grup peygamberimizin yol
göstermesiyle Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardır. İlk seferinde 11 erkek,
4 kadın hicret etmiştir. Muhacirlerin çoğunluğu Kureyş’in gençlerinden
oluşmaktaydı. Müşriklerin de akrabaları idiler. Bir müddet sonra Habeşistan’daki bu
muhacirlere müşriklerin inandığına dair yanlış bir haber ulaştı ve hemen geri
döndüler. Ne yazık ki, bu haber doğru değildi. Yanlış haber, Resulullah’ın Necm
suresini tebliği anında müşriklerin gayri ihtiyari secde etmelerinden kaynaklanmıştı.
Mekkeli müşrikler yeniden zulmetmeye başladılar, müminler tekrar hicret

31
ettiler. Bu kez onlara başkaları da katılmış ve sayıları 83 erkek ve 18 kadın olmak
üzere 101’e ulaşmıştı. Bu ikinci grup Hicret’in 6. yılına kadar orada kaldı. Bu esnada
müslümanlar Medine’de güçlenip kuvvetlenmişlerdi. Durumu öğrenmeleri üzerine
Habeşistandaki göçmenler hemen Medine’ye döndüler.
“Esbabı Nüzul” kayıtlarında (Vahıdi; Esbabü’n-Nüzul, İbn Cerir, İbn Ebi
Hatim) bu ayetlerin Ebu Cendel b. Süheyl, Bilal, Habbab, Abis ve Ammar hakkında
indiği nakledilir. Ancak bu nakiller doğru bile olsa, ayetlerin mesajını birkaç kişiye
hasretmek doğru değildir. Ayetler tüm zamanlara şamil mesajlar içermektedir.

43, 44 – Ve Biz, senden önce de, sadece kendilerine vahyettiğimiz olgun


insanları, açık kanatlarla ve yazılı belgelerle elçi olarak gönderdik. Eğer
bilmiyorsanız, haydiyin Ehlizikr’e [Tevrat ve İncil’i bilen bilginlere] sorun. Biz sana
da o zikri [Kur’an’ı], kendilerine indirilmiş olanı ortaya koyman için, onların da
tefekkür etmeleri için indirdik.

Bu ayetlerde Rabbimiz Kur’an’ın indiriliş nedenini ve gönderdiği elçilerin


niteliğini açıklamaktadır. Daha sonra da bu konuya aklı ermeyenleri bu konuyu bilen
bilginlere [zikr ehline] yöneltmekte ve onlardan bilgi alınabileceğini bildirmektedir.
Müşriklerin beklentisi doğrultusunda bir elçi olmayacağı Kur’an’da ikna edici
kanıtlarla birçok kez açıklanmıştır:
Ve onlar “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş
olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
Eğer Biz onu [Peygamberi] bir melek yapsaydık, yine de onu bir adam şeklinde yapardık ve
katmakta olduklarını onlara elbette katardık [onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi]. (En’am/8, 9)

Sonra da dediler ki: "Bu ikisinin kavimleri bize kulluk ederken biz, bizim benzerimiz olan bu
iki beşere inanacak mıyız?" (Mü'minun/47)

Ve onun [elçinin] kavminden, kâfir olmuş, ahirete ulaşmayı yalanlamış ve şu basit yaşamda
kendilerine refah verdiğimiz; mütref [kodaman] kişiler: "Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir; sizin
yediğiniz şeylerden yiyor, sizin içtiğiniz şeylerden içiyor. Ve eğer, kendiniz gibi bir beşere itaat
ederseniz, şüphesiz o zaman siz, kesinlikle ziyan edenlersiniz. Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak
ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin çıkarılacağınızı mı vaad ediyor? Tehdit olunduğunuz şey
uzaktır da uzaktır! Sadece basit hayatımız! Biz, ölürüz, yaşarız. Ve biz, diriltilecekler değiliz. Bu
[elçi], sadece Allah hakkında yalan uyduran bir adamdır ve biz ona inanmıyoruz" dediler.
(Mü'minun/33-38)

İnsanları uyar ve inananlara Rabbleri nezdinde kesinlikle “kademe sıdk” olduğunu müjdele
diye kendilerinden olgun bir adama vahyedişimiz onlara tuhaf mı geldi? O kâfirler “Hiç şüphesiz bu
kesinlikle apaçık bir sihirbazdır/ sihirdir” dediler. (Yunus/2)

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona,
bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine
bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler, “Siz, yalnızca
büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler. (Furkan/7)

Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin ehlinden [kendi halkından], kendilerine


vahyettiğimiz birtakım olgun kişileri elçi olarak gönderdik. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip
dolaşmadılar mı? Ki kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar!
Elbette ahiret yurdu takvalı davranan kişiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
(Yusuf/109)

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin
hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın.
Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri

32
karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak,
senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki:
“Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi
elçi gönderdi?” demeleri engel olur. (İsra/93,94)

Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik.
Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık. -Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok
iyi görendir. (Furkan/20)

De ki: “Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem ben.
Size ‘ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum.” De ki: “Kör ile
gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (En’am/50)

De ki: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor.
Onun için her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih ameli işlesin ve Rabbine kullukta, hiç kimseyi
ortak etmesin.” (Kehf/110)

De ki: “Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir
zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim.
Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.”
(A’raf/188)

Konumuz olan ayetteki “Ehl-i Zikr” ifadesiyle hem Ehlikitap’tan Tevrat, vahiy
ve din hakkında bilgisi olanlar, hem de Kur’an’ı ve mesajlarını iyice kavramış olan
mümin bilginler kastedilmiştir. Zaten “Zikr” sözcüğü hem Tevrat’ın hem de
Kur’an’ın niteliğidir.
Ve ant olsun ki Biz, Zikir’den sonra, Zebur’da da ‘Şüphesiz yeryüzüne ancak Benim salih
kullarım mirasçı olacak’ yazdık. (Enbiya/105)

Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr’i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız. (Hıcr/9)

De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını
bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
(Ahkaf/9)

Demek oluyor ki, sorunu olanlar bu sorunlarını Kur’an’ı bilenlere iletecekler


ve işin doğrusunu Kur’an’dan öğreneceklerdir. Bu noktaya birçok kez temas
edilmiştir:
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin.
Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseler
iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve ilk iş olma bakımından daha güzeldir.
(Nisa/59)

Ve Biz, sana Kitap’ı [Kur'ân’ı] sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyler onlar için açığa koyasın
diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet olarak indirdik. (Nahl/64)

İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler
gönderdi ve ihtilaf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile
kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık
yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle, iman edenlere, onların hakkında
anlaşmazlığa düştükleri hakka, kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru
yola kılavuzlar. (Bakara/213)

45- 47 – Peki sinsice kötülükleri planlayanlar, Allah'ın kendilerini yere


batırmayacağından yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden, yahut

33
onlar dolaşıp dururlarken O’nun [Allah'ın], kendilerini yakalayıvermesinden,
-Üstelik onlar, aciz bırakanlar da değillerdir- yahut da kendilerini azar azar/ korku
içinde yakalamasından emin mi oldular? İşte, şüphesiz sizin Rabbiniz, kesinlikle çok
şefkatlidir, çok merhametlidir.

Bu ayetlerde özellikle sürekli hile planlayan müşrikler kınanmakta ve


karşılaşabilecekleri azapla tehdit edilip uyarılmaktadır. Soru şeklindeki bu uyarıyla
kendilerine hiçbir şekilde güvencede olmadıkları, üstelik başlarına gelebileceklere
karşı önlem alabilecek bir güçlerinin de bulunmadığı bildirilmektedir.
Ayette sözü edilen azap çeşitleri, Karun gibi onların da yere batırılması, azabın
hiç ummadıkları bir yönden gelip çatması, ya da Ad, Semud ve Lut kavimlerine
gelen azap şeklini çağrıştırmaktadır.
Semadaki kişinin sizi yere batırmasından güvende misiniz? Bir de bakarsın ki
çalkalanıvermiştir.
Ya da siz, gökte olan kişinin üzerinize taş yağdıran bir kasırga göndermeyeceğinden güvende
misiniz? Artık uyarımın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz. (Mülk/16, 17)

Acaba o kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmesinden güvende


oldular mı? Yoksa o kentlerin halkı, kuşluk vakti oynarlarken [anlamsız işlerle uğraşırlarken] onlara
azabımızın geleceğinden güvende oldular mı? Öyleyse Allah'ın mekrinden [ince plânından] güvende
oldular mı? Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah'ın mekrinden [ince plânından] kendini güvende
görmez. (A’raf/97, 99)

Sonunda Biz onu ve evini yere geçirdik. Artık Allah’ın astlarından kendisine yardım edecek
bir taraftar da olmadı ve o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. (Kasas/81)

Hani bir zaman, şu küfretmiş olan kimseler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp
çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah,
tuzak kuranların en hayırlısıdır. (Enfal/30)

Küfretmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları sakın seni aldatmasın. (Al-i Imrân/196)

47. ayetin son cümlesindeki “İşte, şüphesiz sizin Rabbiniz, kesinlikle çok
şefkatlidir, çok merhametlidir” ifadesi, Rabbimizin insanlara bir kurtuluş kapısı
açarak rahmeti ve şefkati gereği suçluyu alelacele cezalandırmayacağı mesajını
vermektedir. Buna dair Rabbimizin beyanlarını daha evvel de görmüş idik.
Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak
olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiç bir dabbehi [canlıyı] bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş
bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını
en iyi görendir. (Fatır/45)

Bununla beraber senin rahmet sahibi Rabbin çok bağışlayıcıdır. Eğer O [Senin rahmet sahibi
Rabbin], işledikleri günahlar yüzünden onları hemen yakalayacak olsaydı, onlara azabı kesinlikle
acele verirdi. Aksine onlara vaat edilen bir zaman vardır. Onlar, O’nun astlarından bir sığınak asla
bulamazlar. (Kehf/58)

48 - Onlar, Allah'ın yarattığı, gölgeleri Allah’a boyun eğerek, küçülenlerin ta


kendisi olarak sağdan sola dönen bir takım şeyleri görmediler mi?
49, 50- Ve göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve melekler,
kibirlenmeden Allah’a boyun eğerler. Kendilerinin üstündeki Rablerinden korkarlar
ve emrolundukları şeyleri yaparlar.

34
Bu ayetlerde Rabbimiz evrendeki ayetlerine; kurduğu sisteme dikkat çekmiştir.
Ayetin orijinal metninde yer alan “secde” sözcüğü, namazdaki secde demek olmayıp
daha evvel birçok vesile ile açıkladığımız gibi “Teslim olma, boyun eğme, uyum
sağlama” anlamındadır.
Allah’ın yarattığı küçük, büyük her varlık Allah’ın koyduğu sistem
çerçevesinde hareket etmekte, kime ne görev verdiyse hepsi de kendisine verilen o
görevi yapmaktadır:

Sonra duman halinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne “İsteyerek
veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de “Biz isteyerek geldik” dediler. (Fussılet/11)

Bitkiler ve ağaçlar da secde etmektedirler. (Rahman/6)

Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister istemez de sabah akşam yalnızca Allah'a
secde ederler. (Ra’d/15)

Göklerde ve yeryüzünde olan kimseler de yalnızca O'nundur. O’nun Katında olanlar da O'nun
kulluğundan büyüklenmezler ve usanmazlar.
Gece gündüz ara vermeyerek tesbih ederler. (Enbiya/19,20)

Bu ayetler sadece yeryüzünde değil, göklerde [gezegenlerde] de canlı


yaratıklar olduğunu bildirmektedir. Bu işaret daha birçok ayette vardır. Bunlardan
biri de aşağıdaki ayettir:
Ve göklerin, yeryüzünün yaratılması ve o ikisinde [göklerde ve yerde] her dâbbehden/canlıdan
türetip yayması, O’nun âyetlerindendir. Ve O, dilediği zaman onların hepsini toplamaya gücü
yetendir. (Şura/29)

51 – Ve Allah, buyurdu: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. O halde
yalnız benden korkun / yalnız bana kulluk edin.”
52 - Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler de yalnız O'nundur. Din de daima
O'nundur. Böyle iken, siz Allah'tan başkasına mı takvalı davranıyorsunuz?

Rabbimizin gönderdiği mesajların içeriğinin çok öz bir şekilde ifade edildiği


bu ayetlerde tevhid inancını oluşturan temel ilkeler ortaya konmaktadır. Bu ilkelere
göre, Rabbimiz tek ilah olduğu gibi, kâinatın mülkü de tamamen O’na aittir. İnsanın
yalnız O’na kulluk etmesi gerektiği gibi, takvalı davranması gereken tek varlığın da
O olduğunun bilincinde olmalıdır. Rabbimiz, tevhid inancını oluşturan bu temel
ilkelerin bozulmasına asla razı değildir.
Ayette “iki ilah”ın reddedilmesi, ikiden fazla ilahın da reddedilmesi anlamına
gelir:
Eğer o ikisinde [yer ile gökte] Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de kesinlikle
kargaşa içinde olurdu [düzenleri bozulurdu]. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların nitelemekte
oldukları şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)

Peki, onlar, göklerde ve yerde olan herkesi, ister istemez O'na teslim olmuşken ve kendileri de
sadece O’na döndürüleceklerken Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? (AI-i Imran/83)

Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından bir takım veliler edinenler:
“Onlar [Allah’ın astlarından edindiğimiz veliler] bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara
tapıyoruz”. Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm
verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez.
(Zümer/3)

35
53- Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir
zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız.
54, 55 - Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir gurup, kendilerine
verdiklerimizi inkâr etmek/verdiklerimize nankörlük etmek için Rablerine şirk
koşarlar. - Hadi şimdi faydalanın! Fakat yakında bileceksiniz.-

Bu ayetlerde, insanoğlunun sahip olduğu nimetlerin hepsinin Allah’ın lütfu


olduğu hatırlatılarak bazılarının kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah’a
yalvardıkları, sıkıntı geçtikten sonra ise nankörlük amacıyla Allah’a şirk koştukları
nakledilmektedir. Bu hâl, çıkarcılığı kendisine kişilik edinmiş kimselerin genel
psikolojisidir.
O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapandır. Ne zaman ki o,
onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce
ağırlaştı, o zaman onlar [o ikisi] Rablerine dua ettiler: “Eğer bize salih [bir çocuk] verirsen, ant olsun
ki kesinlikle şükredenlerden olacağız.”
Ne zaman ki onlara [o ikisine] salih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O’nun
için ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (A’raf/189, 190)

İnsanın şirke ve nankörlüğe meyilli bu ham karakteri Hud suresinde de dile


getirilmiştir:
Ve eğer insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak,
kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona
mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen
biridir. (Hud/9, 10)

Kur’an’da konumuz olan ayetin üslûbunu taşıyan ve Hud suresinin yukarıda


verdiğimiz ayetlerinin tefsiri mahiyetinde olan daha birçok ayet vardır:
Ve onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle
iyilerden olacağız” diye Allah’a söz verenler vardır. Sonra, ne zaman ki Allah onlara lütfundan verir,
onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. (Tövbe/75, 76)

O, size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri


tatlı bir rüzgârla götürür, [yolcular] neşelendiklerinde şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her
mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındırarak O’na
yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden oluruz.”
Sonra O, onları kurtarınca, bir de bakarsın ki, yeryüzünde haksız yere azgınlık ederler. Ey
insanlar! Gerçekten, şimdiki hayatın geçici yararları için azgınlığınız, bizzat kendi zararınızadır! Sonra
dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size bildireceğiz. (Yunus/22, 23)

Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar
dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız.
Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir gurup, Rablerine şirk koşarlar. (Nahl/53, 54)

Ayetlerini size göstermek için, geminin denizde, Allah’ın nimetiyle kayıp gittiğini görmedin
mi? İşte gerçekten bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için, ayetler vardır.
Ve gölgeler gibi bir dalga onları kapladığında, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar.
Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı muktesıttır. Ve ayetlerimizi ancak, tam
hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokman/31, 32)

Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara
kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir gurup, Rablerine şirk koşarlar.
(Rum/33)

36
İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki
onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebut/65)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, yalvardıklarınız kaybolup giderler. O, kaybolmaz.


Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsra/67)

Ve insanın başına bir belâ gelince, Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, katından bir
iyilik verince, önceden niçin O’na yalvarmış olduğunu unutuverir. Allah’ın yolundan saptırmak için,
O’na bir takım ortaklar koşar. De ki: “İnkârından bir süre yararlan! Evet, sen Ateş halkındansın.”
(Zümer/6-8)

Bu konuya daha evvel A’raf suresinde değinildiğinden, detayın oradan


(Tebyinü’l-Kur’an; c: 3 s: 110-115) okunmasını öneriyoruz.

56 – Ve onlar [müşrikler], kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden


bilmedikleri şeylere pay kılıyorlar [ayırıyorlar]. -Allah’a ant olsun ki, siz
uydurageldiğiniz bu şeylerden kesinlikle sorgulanacaksınız.-
57 – Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. -O [Allah] bundan münezzehtir.-
Kendileri için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır.
58 - Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi
öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.
59 - Kendisine verilen haberin kötülüğü, dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet
ve horluğa rağmen onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat
edin onların verdikleri hüküm [töreleri] ne kötüdür!

Bu ayet gurubunda, cahiliye Araplarının, evlatları ve malları ile ilgili sapık


inançları, gelenekler, cehalet ve küstahlıkta ne kadar ileri gittikleri anlatılmaktadır. O
günkü Arap müşrikleri güya kendi kafalarınca taksimat yaparak bazı yiyecekleri
putlara, sözde ilahlarına ayırıyorlardı. Üstün gördükleri oğlan çocuklarını kendileri
sahiplenip hor gördükleri kız çocukları da Allah’a isnat ediyorlardı. İçlerinden birine
kız çocuğu doğduğu haber verildiğinde bu habere öfkelenir, kızarmak bir yana,
öfkesinden yüzü kapkara kesilirdi. Kız çocuğu oldu diye toplumdan saklanır, “bu
rezillik karşısında çocuğu tutsam mı, toprağa gömsem mi” diye kendi içinde gelgitli
bir savaş yaşardı.
Bu ayetler insanlığın bir zamanlar ne halde olduğunu ve İslam’ın insanlığı
hangi sosyal çukurlardan çıkardığını göstermektedir.
Onların bu inançları daha evvel de birçok ayette sergilenmişti:
Onlar Rahman’ın kullarının ta kendisi olan melekleri de dişi kıldılar. Onlar, onların yaratılışına
tanık mı oldular? Onların tanıklıkları yazılacak ve onlar sorguya çekileceklerdir. (Zuhruf/19)

Onlardan biri, Rahman’a örnek vurduğu ile müjdelendiği zaman yüzü simsiyah kesilir. Ve o
yutkunan biridir. (Zuhruf/17)

Ve onlar, O’nun [Allah'ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a bir hisse kıldılar da
kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte, ortakları için
olan şey [hisse] Allah'a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
(En’am/136)

Allah Bahriye’den Saibe’den, Vasiyle’den ve Ham’dan hiç birini [meşru] kılmamıştır. Ancak
inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez. (Maide/103)

Erkek sizin için, dişi O'nun için mi?


İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/haksız bir bölüştürmedir. (Necm/21, 22)

37
Gözünüzü açın! Onlar, şüphesiz uydurdukları iftiralarından dolayı “Kesinlikle Allah doğurdu”
diyorlar. Ve hiç şüphesiz onlar, kesinlikle yalancıdırlar.
O [Allah], kızları oğullara tercih mi etmiş?
Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? (Saffat/151-154)

62- Ve beğenmediklerini Allah için kılarlar. Ve dilleri, en güzelin kendilerine


ait olduğunu yalan yere söyler durur. Hiç şüphesiz onlar için ancak ateş vardır ve
onlar, önden itileceklerdir.

Bu ayet 56 -59. ayetler üzerine atıf olup Mekkeli müşriklerin sapık inançlarının
beyanı mahiyetindedir.
Mekkeli şımarık kodamanlar kendilerinin Allah’ın sevgili kulu olduklarını,
sahip oldukları servetin de kendilerine bu nedenle verildiğini iddia ederlerdi. Hatta
“ahıret yok; ama varsa bile, bize orada da en hayırlı şeyler verilir” şeklinde kof bir
egosantrizm içinde yaşarlardı.
Ve eğer insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak,
kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür.
Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler
benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. (Hud/9,10)

Ve eğer kendisine dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç
kuşkusuz “Bu benim hakkımdır. Ve Saat’in geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem,
O’nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır” der. Bu nedenle inkâr eden kimselere,
yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara, kesinlikle kaba bir cezadan tattıracağız. (Fussilet/50)

Ve bu adam, kendine zulmederek bağına girdi: “Ben, bunun hiç yok olacağını sanmıyorum.
Ben Saat’in kopacağını da zannetmiyorum. Velev ki, Rabbime geri götürüldüm, kesinlikle orada
bundan daha iyi bir sonuç bulurum” dedi. (Kehf/35, 36)

Bu zihniyet sahipleri ile ilgili Meryem suresinde detaylı bir pasaj vardır:

Ve ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman, o inkâr etmiş olan kişiler, iman etmiş olan
kişilere; “Bu iki zümreden [mümin ve kâfirlerden] hangisi makam mevki bakımından daha iyi, düşüp
kalktığı kimseler [örgütler] bakımından daha güzeldir?” dediler.
Hâlbuki Biz, onlardan önce, mal ve gösterişçe daha güzel nice kuşakları [asırlar halkını] helâk
ettik.
De ki: “Kim sapıklık içinde olursa, Rahman ona uzattıkça uzatır [mühlet verir]. Nihayet
kendilerine vaat edileni; amma azabı, amma Saat’i [kıyametin kopuşunu] gördükleri vakit, artık onlar
kimin makamca mevkice daha şerli ve askerce [destekçe, kuvvetçe] daha zayıf olduğunu bilecektir.
Ve Allah, hidayete erenlere kılavuzunu artırır. Ve kalıcı olan salihat, Rabbinin katında sevap
bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da daha iyidir.”
Peki, ayetlerimizi inkâr eden ve “Elbette mal ve çocuk verilecektir” diyen kimseyi gördün mü?
O [inkârcı kişi], gaybe muttali oldu ya da Rahman katında bir söz mü aldı? Hayır... Hayır...
[Onun zannettiği gibi değil...] Biz onun söylediği şeyleri yazarız ve onun için, azaptan uzattıkça
uzatırız. Ve o söylediği şeylere Biz mirasçı olacağız ve o, Bize tek başına gelecektir. (Meryem/73-80)

Yukarıdaki pasaj dikkatle okunduğunda, inkârcıların kendilerine okunan


Kur’an ayetlerine inanmak yerine, inananlarla kendi aralarındaki makam-mevki
farklarını gündeme getirerek kendilerinin daha iyi bir pozisyonda olduklarını iddia
ettikleri görülmektedir. Bu tavırlarıyla inkârcılar zımnen şöyle demektedirler: “Kimin
daha güzel ve büyük evleri var? Kimin hayat standartları daha yüksek? Kimin daha
muhteşem ve şaşaalı meclisleri var? Eğer siz bütün bunlardan mahrum, biz ise
onların hepsine sahip bir durumda isek, çok mutlu bir dünya hayatı yaşayan bizler

38
mi, yoksa fakir ve zavallı bir hayat yaşayan sizler mi doğru yolda sayılırsınız? Buna
karar verin.”
İnkârcıların bu yaklaşımları Kur’an’da başka ayetlerde de nakledilmiştir:
Ve inkâr etmiş olan kişiler, iman etmiş kişiler için “Eğer bir hayır olsaydı onlar, bizim
önümüze geçemezlerdi” dediler. Bununla doğru yola varamayınca da “Bu eski bir uydurmadır”
diyeceklerdir. (Ahkaf/11)

Onlar “Sana düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler. (Şuara/111)

Ve Biz, “Allah aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu?” desinler diye, onlardan bazısını bazısı
ile fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? (En’âm/53)

İnkârcıların inananlara yönelik bu küstah ve küçümseyici tutumlarının kaynağı,


gerek dünyaya olan bağlılıklarının gerekse insan ilişkilerindeki kibirlerinin yol açtığı
değer algılamadaki manevî körlükleridir. Pasajda, müminleri küçümseyen Kureyşli
Firavun taslaklarına zımnen şöyle bir hatırlatma yapılmaktadır: “Sizden daha varlıklı;
daha sağlam evlere, eşyalara, güzel manzaralara sahip olan nice kuşaklar, inkâr ve
yalanlamaları sonucu yok edildiler. Siz de bu zihniyette devam ederseniz aynen onlar
gibi helâk edilirsiniz.”
Kendini garantide gören bu zihniyetteki bir insan “Elbette mal ve çocuk
verilecektir” diyerek küstahça bir tavır sergilemektedir. Zımnen şöyle demektedir:
“Siz beni hatalı ve sapık bir insan olarak niteliyor ve ilâhî azapla tehdit ediyorsunuz.
Ancak gerçek şu ki, bugün ben sizden daha zenginim ve gelecekte de elimdeki
nimetlere sahip olmaya devam edeceğim. Mallarıma, servetime, zenginliğime ve
benim oğullarıma bakın ve ondan sonra da bana Allah’ın azabının bunun neresinde
olduğunu söyleyin.”
Meryem suresindeki bu pasajla ilgili tahlilimizin (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s:
520-524) yeniden gözden geçirilmesinin yararlı olacağı kanaatindeyiz.

60 - Ahirete iman etmeyen kimseler için kötülüğün benzeri [aynısı] vardır. En


yüce örnek ise, Allah'ındır. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.
61- Ve eğer Allah zulümleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak
olsaydı, onun üstünde dâbbehden/canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları
adı konulmuş bir süreye kadar erteler. Artık onların ecelleri gelince de ne bir saat
ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.

Bu ayetlerde, Allah’a seviyesizce yakıştırmalar yapan inkârcıların, yaptıkları


kötülüğün karşılığını ahirette yine kötülük olarak alacakları bildirilmektedir. Ancak
Allah’ın kullara benzemediği, söz konusu kötülüklerden vazgeçtikleri takdirde
Allah’ın da onları yüce mesellere değiştireceği müjdesi verilmektedir. Pasaj, Allah’ın
cezalandırmada acele etmediği, onları adı konmuş bir ecele [ahırete] ertelediği
hükmü ile sona ermektedir.
Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük getirirse,
artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (En’am/160)

Kötülük kazanmış olan kimseler de, kötülüğün cezası, bir misli iledir. Ve onları bir zillet
kaplar. Onlar için Allah'tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir
parçaya bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashabıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır. (Yunus/27)

Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikame et (zihinsel ve mali desteği
oluştur ve ayakta tut); çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hud/114)

39
Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın
haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları
yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır.
Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere
çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse,
kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.- (Furkan/68–71)

Yine iman etmiş olan o kimse: “Ey kavmim! Bana uyun ki size reşadın [akıllı olmanın]
yoluna kılavuzluk edeyim. Ey kavmim! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Ahiret ise
kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli
ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mümin olarak salihi [düzeltmeye yönelik iş] işlerse,
artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey kavmim! Bana ne oluyor
ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve
benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi Aziz [o çok
güçlü] ve Gaffar’a [çok bağışlayıcı olan Allah'a] davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten
sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey dünya ve ahirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve
şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz haddi aşanlar, cehennem ashabının ta kendileridir. Artık
siz benim sizin için söylediklerimi yakında anacaksınız. Ve ben işimi Allah'a havale ediyorum.
Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi. (Mü’min/38- 44)

Ecel konusu ile ilgili detay A’raf suresinin sonundadır. (Tebyinü’l Kur’an; c.3,
s. 168-173)

62- (Yukarıda, 59. ayetten sonra tahlil edilmiştir.)


63 – Allah’a yemin olsun ki, Biz kesinlikle senden önce bir takım ümmetlere
elçiler gönderdik de şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan,
bu gün onların velisidir. Ve onlar için acı bir azap vardır.
64 - Ve Biz, sana Kitab’ı [Kur'ân’ı] sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyleri
onlar için açığa koyasın diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet
olarak indirdik.

Rabbimiz, 63-69. ayetlerde insanlığa lütfettiği nimetlerin bir kısmını sayıp


dökmüştür. Bu nimetler, Allah'ın gücüne, yüceliğine, evrende koyduğu yasaların
mükemmelliğine apaçık deliller olan nimetlerdir. Tabii, bunlar aklını kullanabilen,
tutkularının esiri olmayan kimseler içindir.
Bu nimetlerin başında, insanın ebedi hayatını kazanmasına vesile olacak olan
“kitap” ve “elçi” nimeti gelmektedir. İnsan, Allah’ı ve Allah’ın doğru yolunu bu
nimetler aracılığı ile bulabilmekte ve ancak onlar sayesinde dünya ve ahıretini
kurtarabilmektedir.
Kitap ve elçinin rahmet ve kılavuz oluşuna dair Kur’an’da yüzlerce ayet
mevcuttur. İnsanların ihtilaf ettikleri, problem çıkardıkları konuların başında din,
tevhîd inancı, kitap, İsa, öldükten sonra dirilme, haram-helal gibi konular
gelmektedir. Bütün bu ihtilafların çözümü ise ancak Kur’an’la mümkündür. Bu ayet
ihtilafların çözümünde Kur’an dışı bir başvuru kaynağı tanınmamasını
emretmektedir. Zira Allah’tan gelmeyen her çözüm yeni ihtilafları da beraberinde
getirecektir.

65 – Ve Allah gökten bir su indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra


diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen bir kavim için kesinlikle bir ayet vardır.
66 – Şüphesiz sizin için en’amda [keçi, koyun, deve sığırda] da size bir ibret
vardır. Biz, size Onların karnındaki dışkı ile kan arasındaki şeylerden içenlerin
boğazından kolaylıkla geçen halis süt içiriyoruz.

40
67 – Ve hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden -ki siz ondan içki ve
güzel rızk edinirsiniz- [size içiririz]. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için
kesinlikle bir ayet vardır.

Bu ayet gurubunda ise insanlara yeryüzündeki bitki ve canlı türünden verilen


nimetler hatırlatılmaktadır.
Yağmur bu nimetlerin en başta gelenlerindendir. Yağmurun, dolayısıyla suyun
canlılar ve özellikle de insanlar üzerindeki hayatî fonksiyonu birçok ayette
hatırlatılmıştır. Allah’ın yağmur yağdırıp onunla ölü toprağı canlandırması, söz
dinleyen, akıllı toplumlar için gerçekten de bir ibret kaynağıdır. Ölümden sonra
yeniden dirilmeyi çağrıştıran bu olay, Kur’an’da birçok yerde ahırete delil olarak
gösterilmiştir:
Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın semadan bir su indirip de onunla yeri
ölümünden sonra diriltmesi ve onda, her dabbeden [deprenen canlılardan] yaymasında, rüzgârları
evirip çevirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllarını çalıştıran bir
kavim için elbette ayetler vardır. (Bakara/164)

Yine O’nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği
gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz
ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice deliller vardır. (Rum/24)

Şüphesiz göklerde ve yeryüzünde müminler için âyetler vardır. Ve sizin yaratılışınızda ve


türetip-yaydığı dâbbehlerde [canlılarda] da kesin bilgiyle inanan bir kavim için âyetler vardır. Ve gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde ve Allah’ın gökten bir rızktan indirip de onunla yeryüzünü
ölümünden sonra dirilttiği şeyde ve rüzgârları evirip çevirmesinde aklını çalıştıran bir kavim için
ayetler vardır. (Casiye/3- 5)

66. ayette, hayvanların yapısına yerleştirilen biyolojik sistemlere işaret edilerek


fışkı üreten boşaltım sistemi ile kan dolaşımını sağlayan dolaşım sistemi arasından
insanların zevkle içtiği tertemiz süt nimetinin çıkarılışına dikkat çekilmektedir. Bu
mucize sistemler sadece hayvanlar için söz konusu olmayıp daha karmaşık ve
mükemmel olanları insan vücudunda da bulunmaktadır. Mesela, erkeğin aldığı
besinlerden dışkı, kan ve sperm üretilmektedir. Kadın vücudu ise aldığı besinlerle
dışkı, kan, yumurta ve süt üretmektedir. Bunu yüzlerce sistemle genişletmek
mümkündür. Akıllı insanlar bu sistemlerin tesadüfen oluşmadığı gibi, o vücudun
sahibi tarafından da oluşturulmadığını iyi bilirler. Onlar bütün bu biyolojik
sistemlerin Yüce Allah’ın eseri olduğu hakkında zerrece kuşku duymazlar.
67. ayette ise Rabbimiz meyvelere dikkat çekmekte ve meyvelerin insan hayatı
üzerindeki önemini bildirmektedir. Ayette sadece hurma ve üzümden bahsedilmesi,
Arapların daha çok bu meyveleri tanıması ve bilmesinden dolayıdır. Ayetin işaret
ettiği ibretlik özellikler, elma, armut, ayva, erik, kaysı, kiraz gibi tüm meyveler için
de geçerlidir.

“SEKER”

Ayette “Ki siz ondan içki ve güzel rızık edinirsiniz-” ifadesi geçmektedir.
Bazıları bu ifadedeki “seker [içki]” sözcüğünü “yiyecek, sirke, nebiz” gibi anlamlara
çekmeye çalışmıştır. Hâlbuki “seker” sözcüğü “sislilik, bulutluluk, tozluluk,
bulanıklık” anlamında olup aklın karışıklığı, bilincin bulanıklığı, argo tabiriyle
“kafanın kıyak”lığı demektir. Bu psikolojik haller Türkçede “sarhoşluk” kelimesiyle
ifade edilmektedir.

41
Ayette özellikle dikkatten kaçırılmaması gereken bir nokta da, Rabbimizin söz
konusu nimetleri özellikle henüz iman etmemiş kişilere hatırlatıyor olmasıdır. Bu
nedenle, onlar için içki yasaktı, serbestti diye bir konu yoktur. Bu ayetin içkinin
yasaklanmasından evvel nazil olduğunu, daha sonra da hükmün kaldırıldığını iddia
etmek, Kur’an’ı tanımamaktan başka bir şey değildir.
İçki ile ilgili detayı ise inşaallah Bakara/219’u tahlil ederken “Hamr” sözcüğü
kapsamında ele alacağız.

68, 69 - Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve yapacakları


çardaklarda evler/ yuvalar edinmesini, sonra ‘meyvelerin hepsinden ye de,
Rabbinin [sana] kolay kıldığı yollara gir’ diye vahyetti. Onların karınlarından
renkleri çeşitli bir içecek çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki bunda
düşünen bir millet için, kesinlikle bir ayet vardır.

Bu ayetlerde Rabbimiz bir başka nimetine daha dikkat çekmektedir. Bunlar bal
arısı ve onun ürettiği baldır. Rabbimiz bal arısına şöyle vahyetmiştir [genlerine
kodlamıştır]: Dağlarda, ağaçlarda çardaklarda yuvalar edinecek, her türlü meyveden
yiyecek, her kolay yoldan geçecektir. Böylece karnında şifa olan bal oluşacaktır.
Bunu gözlemleyen her akıllı insan da bunda açık bir kanıt bulacak, insanlık arıdaki
bu sistemi gözlemleyerek kendilerine şifa veren ilaçların da üretim şekillerini
öğrenecektir.
Bal arısı ve ürünü olan bal ile ilgili birkaç tespiti burada naklediyoruz.

1- Arılar, tabiatları gereği, altıgen şeklindeki evlerini [peteklerini] birbirinden farklı olmayacak
şekilde, birbirine eşit ve denk olarak yaparlar. Hiçbir insanın cetvel ve pergel gibi aletleri olmaksızın
bu peteklerin benzerini yapması mümkün değildir.
2- Mühendislikte, bu peteklerin altıgen dışında bir şekilde şekillenmeleri halinde, ister istemez
o evler arasında birtakım kullanılamayacak boşlukların kalacağı; fakat altıgenli olarak yapılmaları
halinde, aralarında boşa gitmiş yerlerin kalmayacağı sabittir. Şu halde bu zayıf ve ufacık hayvanları,
böylesine gizli ve ince hikmetlere vakıf etmek elbette dikkate değer şeylerdendir.
3- Arılar arasında bey durumunda olan bir tek arı bulunur. O arı diğerlerinden daha yapılı olur
ve öbürlerine hükümran olur. Diğerleri ona hizmet ederler ve uçuşma esnasında onu sırtlarında
taşırlar. Bu da şayan-ı dikkat şeylerdendir.
4- Arılar, yerlerinden hoşlanmadıkları zaman topluca başka bir yere çekip giderler. İnsanlar
onları eski yuvalarına döndürmek istediklerinde, tambur ve benzeri çeşitli sesli musiki aletleri çalarlar.
İşte bu sesler ve musikiler sayesinde insanlar onları yuvalarına döndürebilirler. Bu da enteresan bir
durumdur. Binaenaleyh arıların ileri derecede zekâlarına delâlet eden bu şaşırtıcı özelliklerle, başka
hayvanlardan temayüz edip, bu çeşit akıl ve zekâ da vahye benzer bir durum olan ilham yoluyla
tahakkuk edince, Hak Teâlâ onlar hakkında, ''Rabbin bal arısına vahdetti ki..." buyurmuştur. (Razi; el
Mefatihu’l Gayb)

YUVAYI DİŞİ ARI YAPAR

“Rabbin dişi bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda, insanların kurdukları kovanlarda
evler edin.” (Nahl/68)
Kur’an, arının yaptıklarını anlatırken fiilin dişil formunu kullanmaktadır. Arapçada fiiller
dişiye ve erkeğe göre farklı çekilirler [Başka birçok dünya dilinde de böyledir]. Arının yaptıkları
anlatılırken fiilin dişil formunun kullanılması Kuran'ın saydığı eylemleri dişi bal arısının yaptığını
göstermektedir. Bu yüzden ayeti "dişi bal arısı" diye çevirmek daha doğrudur. Dişi bal arısının
yaptıkları Kuran'da şöyle tarif edilmektedir: [Arapça'da arının erkeği ve dişisi aynı şekilde yazılır, bu
kelimenin ayrıca dişisi yoktur.]

1- Evini [kovanını] inşa etmesi (68. ayet)


2- Bal özünü toplamak için doğadaki faaliyeti (69. ayet)
3- Bal yapması (69. ayet, bir sonraki bölümde inceledik.)

42
Kur’an'ın saydığı bu üç faaliyeti de dişi arı olan işçi arılar gerçekleştirmektedir. Bu yüzden
Kur’an'da arıdan sonra gelen fiile dişilik takısı eklenmiştir. Kuran'ın saydığı bu faaliyetler ile erkek
arıların hiçbir ilişkisi yoktur. Dişi olan işçi arılardan daha iri yapılı ve kocaman gözlü olan erkek
arıların tek görevi genç ana arıyı döllemektir. Yaz sonunda bu görevini yerine getiren erkek arılar dişi
arılar tarafından kovandan atılır ve dişi arıların bakımıyla yaşamaya alışkın oldukları için çok
geçmeden açlıktan ölür.
Kur’an'ın indiği dönemde insanların kovan içindeki iş bölümünün detaylarından, işçi arıların
dişi olduğundan, kovanı inşa etmenin, bal yapmanın, bal yapmak için meyvelerin özünü toplamanın
dişi işçi arıların görevi olduğundan haberleri yoktu. Bu yüzden Kur’an'ın dişi arının görevlerini
sayarken fiili dişiye göre çekmesi ve erkek arıları bu görevlerden dışlaması mucizevî bir ifadedir.

ARI BİR MATEMATİK PROFESÖRÜ MÜDÜR?

Kur’an'da dikkat çekilen dişi bal arısının yaptıklarını iyice incelediğimizde arının
kabiliyetlerine şaşmamak elde değildir. Arının yaşayacağı evini [kovanını] oluşturması, bu evin
içindeki petekleri inşa etmesi matematiksel bir deha gerektirmektedir.
Bal arıları milyonlarca yıldır peteklerini altıgen yapmaktadır [On milyonlarca yıl öncesine ait
arı fosillerinden bu anlaşılmaktadır]. Acaba neden bu şekil dikdörtgen, beşgen, sekizgen değil de
altıgendir? Bunu araştıran matematikçiler birim alanın tamamen kullanılması ve en az malzemeyle
petek yapılabilmesi için en ideal şeklin altıgen olduğunu ortaya koydular. Petekler üçgen ya da
dörtgen olsaydı, boşluksuz kullanılabilecekti. Fakat altıgen hücreler için kullanılan malzeme üçgen
ya da dörtgen için kullanılan malzemeden daha azdır. Diğer birçok geometrik şekilde ise
kullanılmayan bölgeler ortaya çıkacaktı. Sonuç olarak altıgen hücre, en çok miktarda bal depolarken,
yapılması için en az balmumu gereken şekildir.
Dişi [işçi] arıların bu çalışmalarında en çok ilgi çeken durumlardan biri on binlerce işçi arının
her birinin, birer tuğlacığını bıraktığı bu yapının, geometrik ölçülere bütünüyle uyabilmesidir.
Matematikçiler verilen belirli miktardaki balmumuyla yumurtadan çıkacak kurtçukları içine
alabilecek daha geniş bir yer yapılamayacağını ispatlamışlardır. Böylece işçi arılar belirli miktardaki
gereçle, gereken büyüklükteki bir yapının en ekonomik biçimde nasıl yapılabileceğini
göstermektedirler.
Antoine Ferchault adındaki bir Fransız böcek bilgini, bunu "Arılar problemi" diye tanınan bir
geometri problemi olarak ortaya koymuştur. Bu problem şudur: "Tabanı birbirlerine göre eğimi aynı
olan üç çeşit eşkenar dörtgen ile kapanmış düzgün altıgen bir dik prizma verilsin. Bu prizmanın
toplam yüzey alanının en küçük değerde olması için eşkenar dörtgenler arasındaki açılar ne
olmalıdır?" Biri Alman, biri İsviçreli, biri de İngiliz olan üç tanınmış matematikçi bu problemin
çözümüyle uğraştılar ve şu sonuca vardılar: 70° 32' [70 derece ve 32 dakika]. Gerçekten de bu, dişi
bal arılarının yaptığı petek gözeneklerinin açısının tamı tamına aynısıdır.
İşçi arılarımız peteğin yapımına birkaç farklı noktadan başlarlar. İş ilerledikçe peteğin
gözenekleri orta yerde birleşir. Bu durumda kaynaşma noktasındaki peteklerin açıları yine
kusursuzdur. Bu işçi arıların peteğin yapımına rasgele koyulmadıklarını, başlangıç ve bitiş noktaları
arasındaki uzaklıkları, arkadaşları olan diğer işçi arılarının pozisyonlarını önceden çok ince bir
şekilde hesapladıklarını ortaya koyar. En usta matematikçiler bile arının hesabının kusursuzluğunu
70° 32' [70 derece ve 32 dakika]'yı hesaplayarak ortaya koymaktadırlar. Fakat bu matematik
profesörlerine elinize bir cetvel alın, bu açıları tam tutturarak bir altıgen çizin desek, hele hele bu
hesapları yapan üç profesöre üçünüz ayrı yerden başlayarak altıgenler çizin, ortadaki altıgenler de
tam düzgün, kusursuz olsun desek hiç şüphesiz bu kadar ince bir çizimi beceremezlerdi. Görülüyor ki
arı, hem büyük bir teorisyendir, hem de müthiş bir pratisyendir. Teoride hesaplanması çok zor olanı
hesaplamış, pratikte ise bizim el ve gözlerimizle tayin edemeyeceğimiz hassaslıktaki ölçüleri
tutturmuştur.
Altı hafta yaşayabilen arılar tüm bu hesapları ve uygulamaları nasıl gerçekleştirmektedir?
Arıların bu yaptıklarını "içgüdü" diye niteleyip, tüm bu harikalıkları tesadüfen oluşmuş gibi
göstermek Yusuf suresinin 40. ayetinin işaret ettiği gibi isimlendirmelerin arkasına sığınmaktır.
İçgüdü kelimesi, sadece bir isimlendirmeden ibaret olup aslında hiçbir açıklama ortaya koymayan bir
terimdir. Kur’an arıya vahyedildiğini söyleyerek, arının tüm bu yaptıklarının, Allah'ın programlaması
ve düzenlemesinin sonucunda olduğu ortaya koymaktadır. Altı haftada en zeki canlı olan insan "1, 2,
3" diyerek, üçe kadar saymayı bile beceremez. Arının tüm bu yaptıklarının ne arı tarafından
öğrenildiğini, ne de tesadüfen oluştuğunu söylemek mümkündür. Açıkça bellidir ki, arıyı Yaratan,
arıyı bütün özellikleriyle beraber yaratmış, tüm bu matematiksel problemleri halletmiş ve arıya en
mükemmel uygulamaları yaptırmıştır. Yine bu Yaratıcı, arıya kendi ihtiyaçlarından fazla bal
yaptırtarak, insanlara nimetlerini göstermektedir.

43
Görmezler mi ki kudretimizle nice hayvanları yarattık da onlara sahip olmaktadırlar.
Onları kendilerine boyun eğdirdik. Bir kısmına binmekte, bir kısmını yemektedirler.
Onlarda kendileri için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Hala şükretmiyorlar mı?
(Yasin/71-73)

ARININ KARINCIKLARI VE BALIN ŞİFASI

“Sonra meyvelerin her türünden ye de Efendinin sana kolaylaştırdığı yollara koyul. Onun
karınlarından renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki, insanlar için onda şifalar vardır. Şüphesiz,
aklını çalıştıran bir topluluk için bunda bir delil vardır.” (Nahl/69)
Uzunluğu 1-3 cm arasında değişen arının vücudu baş, göğüs ve karın olmak üzere üç
bölümden oluşur. En arkadaki karın bölümü gövdenin öbür bölümlerinden daha uzundur ve halka
biçimindeki bölütlerden oluşur. Ayette tekil dişi arıda "karınlar" olduğu vurgulanmaktadır. Ayetin
Arapçasında bu "butuniha" ifadesiyle belirtilir. Kelimenin sonundaki "ha", dişi ve tekil şahsı belirtir.
Eğer çoğul dişi arılardaki karınlar vurgulanmak isteseydi bu ifade "butunihinne" olur idi. Böylece
ayet arının bölütlü, parçalı karın yapısına da işaret etmektedir. Bu parçalı karın yapısıyla arı
"karınların" sahibi olarak nitelenmektedir. Arıların bu karın yapısının iç kısmında birine bal torbası
ve diğerine de kursak adı verilen iki mide vardır. Arı çiçeklerden aldığı bal özünü önce kursağında
bal haline getirir. Arının karın bölgesi bir kimya laboratuarı gibi çalışmakta ve bal üretmektedir.
Balın rengi gerçekten de ayette geçtiği gibi çeşit çeşittir. Bu renk, iklim, mevsim, hava
koşulları ve alındığı kaynaklara bağlı olarak çok değişik görünüştedir. Beyazdan tutunuz da esmer
[pekmez rengi] ve kahverengiden yeşile kadar çeşitli renklerde ballar vardır. Bu renklerin en hoşa
gideni bal rengi de denilen açık altın sarısıdır. Balcılık alanında modern ve titiz çalışması olan ülkeler
balın rengini saptamak için tespit edilmiş bir renk cetveli kullanmaktadır.

ARILARIN DANSI

İncelediğimiz ayetin başında, dişi bal arısının bal yapabilmek için bitkilerin özünü
toplamasına işaret edilir. Gerçekten de ayette söylendiği gibi dişi olan işçi arılar bal yaptıkları gibi,
bu balın ham maddesini bitkilerden toplamak da dişi olan bu işçi arıların görevidir. Arıların bal
özlerini toplama aşamalarında birbirinden ilginç, inanılmaz olaylar gerçekleşmektedir.
Çiçeklerin yerini bulan arı, bulduklarını haber vermek üzere diğer arıların yanına döner. Bu
arı, dans ederek diğer arılara balın ham madde kaynağının koordinatlarını bildirir. Arı yaptığı dans
yoluyla verdiği mesajlarla, kaynağın hem doğrultusunu, hem de uzaklığını eksiksiz olarak diğer
arılara iletir. Belli bir yaşa gelmiş insanlar 6 haftada bir dans kurunu bile bitirememektedirler. Oysa
sadece 6 hafta yaşayan arı yaptığı dansları bir iletişim aracı olarak kullanabilmektedir.
Arının dansı kadar, kovanına dönerken yaptığı hesaplar da çok ilginçtir. Balın ham
maddesinin kaynağını sadece Güneş'e göre tarif etmesi mümkün olan arı, kovana dönene kadar
Güneş her 4 dakikada 1 derece yer değiştirir. Arı Güneş'in bu yer değişimini hem besini bulurken,
hem kovana en kestirme yönden dönmesi gerekirken hesaplar. Arı, hedefinin peşinde ne kadar
dolaşırsa dolaşsın, en kestirme şekilde kovana dönerken, Güneş'in ne kadar yer değiştirdiğini
hesaplamak zorundadır. Arı bu hesabı da kusursuz yapmaktadır. Arının tüm bu hesapları, kovan
içindeki tüm bu uyum; ne tesadüflerle, ne de 6 hafta yaşayan arının eğitilmesiyle açıklanabilir. Arı
tüm bu görevleri kendisine öğretilmiş olarak doğmaktadır. Yaratıcı, arıyı en mükemmel şekilde
programlamıştır.

BALDAKİ ŞİFA

Dişi olan işçi bal arılarının üretimi olan balın, insanlar için ne kadar faydalı bir besin kaynağı
olduğu ayette belirtilir. Balın şifa olduğu günümüzde tüm tıp otoritelerince tartışmasız olarak kabul
edilmektedir. Bal hem birçok vitamine, hem kalsiyum, potasyum, magnezyum, sodyum, fosfor gibi
birçok minerale, hem bakıra, iyoda, demire, çinkoya, hem de bazı hormonlara sahiptir.
Bal, içindeki şekerlerin bir başka cins şekere dönüşebilme özelliği sayesinde kolayca
sindirilir. Bal, içerdiği serbest şekerler ile beynin çalışmasını kolaylaştırır. Kan yapımına, kanın
temizlenmesine, kan dolaşımının düzenlenmesine yardımcı olur. Bal, vücudumuzun iç
mekanizmasının daha iyi çalışması için yenilerek kullanıldığı gibi, kozmetikte ve cilt hastalıklarında
vücuda dıştan sürülerek de kullanılır. Balın iyileştirdiği söylenen hastalıklar saymakla bitmez.
Balın şifa kaynağı olduğu birçok toplumda düşünülmüştür. Bu yüzden Kuran'ın bu konuda
söylediğinin, Kuran'ın indiği dönemde bilinmediğini söylemiyoruz. Fakat şuna dikkat etmeliyiz ki,
Peygamberimiz döneminden gelen uydurma hadislerde deve idrarının içilmesine, bu idrarın şifa

44
olduğuna dair sözlere de rastlıyoruz. Kur’an, o dönemin bu uydurma şifa kaynaklarına gönderme
yapmamış, bal gibi günümüzde hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir maddeyi şifa olarak insanlara
sunmuştur. Eğer Kur’an kendi döneminin heyecanlarıyla yazılmış bir uydurma olsaydı, içinde elbette
kendi döneminin safsatalarını içeren böylesine yanlışlar da olacaktı.
Kur’an, arılarla ve balın yapımıyla ilgili hiçbir yanlış izah yapmadığı gibi, kovan yapma, balın
ham maddesini toplama, bal yapma gibi görevleri dişi arıların yaptığını belirterek indiği dönemdeki
insanların bilemeyeceği bir gerçeği de açıklamıştır. Ayrıca bu dişi arının, bölmeli karınlardan oluşan
anatomik yapısına da "bir tek dişi arıda çoğul karın" ifadesi kullanılarak işaret edilmiştir. Arının ve
diğer böceklerin fizyolojik yapısını incelemeye dair bir geleneğe rastlanmayan bir dönemde bu
ifadenin olması da çok ilginçtir.
Arının kovandaki iş bölümünü, arının tüm marifetlerini anlatmaya bu kitabın hacmi yetmez.
Bu tek başına bir kitap konusudur. Arının kovanı havalandırması, belirli bir nem ve ısı oranını
sağlaması, kovan içinde mükemmel bir hijyenik ortamı oluşturması, kovanda nöbet beklemesi,
yabancı maddeleri kovandan atış yöntemleri, salgıladığı balmumu, propolis, süt gibi maddeler
birbirinden hayret verici ve mükemmeldir. Altı hafta yaşayan arı, tüm bu mükemmel özelliklere
doğuştan nasıl sahip olmaktadır? Bilinçli bir Yaratıcı olmadan arının bu bilgileri kendi kendine
tesadüfen elde etmesi hiç mümkün olabilir mi? Kur’an'ın dikkat çektiği arının, yaptıklarını her
inceleyen, arının şahsında Allah'ın mükemmel bir sanat eserini görecektir.
“Sizin yaratılışınızda ve her yana yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir toplum için
deliller vardır.” (Casiye/4) (Kur’an Araştırmaları Gurubu)

70 – Ve sizi Allah yarattı, sonra da sizi vefat ettirecektir. İçinizden kimi de,
bilgiden sonra herhangi bir şey bilmesin diye, ömrün en kötü zamanına ulaştırılır.
Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve çok kudretlidir.

Yukarıdaki ayetlerde Rabbimiz, su indirerek bitkileri yarattığını, sonra


hayvanları ve onlardaki mucizeleri, bitkilerden ve hayvanlardan elde edilen nimetleri
dile getirdikten sonra konuyu insana getirmiş ve insan hayatındaki üç aşamaya dikkat
çekmiştir. Bunlar, insanın yaratılışı, vefatı ve ömrün en kötü zamanı olan
aşamalardır.

İNSANIN YARATILIŞI

İnsanın yaratılışına vurgu yapılması, kendi yaratılışını bilmeyen bir insanın


öldükten sonra yeniden yaratılmayı kolayca kabullenememesinden dolayıdır. Bu
gerçek Ya Sin suresinde şöyle dile getirilmişti.
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: “Kim diriltecekmiş
o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir. O,
size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.
Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]!
Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen
oluverir. (Ya Sin/78-82)

ÖMRÜN EN KÖTÜ ÇAĞI

Rabbimiz, kullarının şımarmamaları, tağutlaşmamaları, firavunlaşmamaları ve


kendi hiçliklerini, mutlaka Allah’a döneceklerini akıllarından çıkarmamaları için
insanın fiziksel ve zihinsel durumlarını en güçlü dönemlerinden sonra inişe
geçirmektedir.
Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz [tepesi üste dikeriz]. Buna
rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı? (Ya Sin/68)

45
Allah, sizi güçsüz olarak yaratandır, sonra güçsüzlüğün arkasından kuvvet kıldı. Sonra
kuvvetin arkasından güçsüzlük ve ihtiyarlık kıldı. O, dilediğini yaratır. Ve O, en iyi bilendir, en iyi
güç yetirendir. (Rum/54)

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, -[bilin ki] ne olduğunuzu size
açıklamak için - şüphesiz Biz sizi topraktan, sonra nutfeden sonra bir alaktan, sonra yapısı belli
belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra
sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber
kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena
zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz
zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. (Hacc/5)

71- Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine


fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit
olmak üzere vermezler. O halde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?

Bu ayette, dünya hayatında carî olan ast-üst ilişkisinin insanlığa konulan


sosyolojik bir yasa olduğuna işaret edilerek Allah’ın insanlara eşit muamele
etmediğini ileri süren zihniyete cevap verilmiştir. Ayette şu noktalar üzerinde
durulmuştur:
* Allah bazı kişileri malca, mülkçe, evlatça, ömürce, akılca fazlalıklı kılmıştır.
Fazlalıklı kılmak, “üstün kılmak” anlamında anlaşılmamalıdır.
* Fazlalığa sahip kişiler, sahip olduklarından ellerinin altındakilere, işçilerine,
memurlarına, çalışanlara eşit olarak vermezler; bazı gerekçeleri dikkate alarak farklı
farklı verirler. Onlardan hiçbirini kendileriyle aynı seviyede tutmazlar. Onlarla
paylaşmazlar.
Bu açıklamalardan sonra Rabbimiz “O halde bunlar Allah’ın nimetini bilerek
inkâr mı ediyorlar?” buyurarak zımnen şu mesajı vermektedir: “Siz bile
çalışanlarınızı; kölelerinizi, işçilerinizi kendinize eşit ortak [şerik] kabul
etmiyorsunuz. Efendi ile köle, işçi ile patron arasındaki ayırımı kabul ediyorsunuz da
Allah ile yaratıkları arasında fark olması gerektiğini neden kabul etmiyorsunuz?
Allah hiç kullarını kendine ortak [şerik] kabul eder mi?”

Allah, size kendinizden bir örnek veriyor: Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde
yeminlerinizin malik olduklarından [yasa ile size teslim edilen kişilerden] ortaklarınız bulunur da
onlarla siz eşit olur ve kendinize çekindiğiniz gibi onlarla da karşılıklı çekinir misiniz? İşte Biz, aklını
kullanan bir toplum için ayetleri böyle açıklarız. (Rum/28)

Allah’ın nimetlerini kullarına farklı ölçülerde vermesi ve bundan dolayı da


bazılarının bazılarından fazlalıklı olması, sosyal düzenin yürümesi içindir:

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların


geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir
kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri
şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/32)

Hayattaki ast-üst ilişkisi, toplumsal yaşama konulan ve insanların birbirleriyle


çeşitli sosyal ilişkiler kurmasını sağlayan, böylece insanların bu ilişki kurma
biçimleriyle sınandıkları ilahî bir yasadır. Burada konu edilen “derecelerle
yükseltme”, keramet, üstünlük, saygınlık bakımından değil, ekonomik güç, akıl, zekâ,
anlayış, bilgi-bilgisizlik bakımından oluşan farklılıklardır. Herkesin ekonomik güç,
zekâ ve anlayış bakımından eşit olduğu bir toplumda “insanların birbirlerine iş
gördürmeleri” demek olan “istihdam” ve “iş üretme” mümkün olmaz; “İstihdam” ve

46
“iş üretme”nin olmadığı ortamlarda ise hayat durur. Ancak bilinmelidir ki, insanın
ahlakî tutumunun esas alındığı “Hesap Günü” kriterleri arasında ekonomik ya da
diğer dünyevî fazlalıkların hiçbir yeri yoktur. Hatta bu fazlalıklar, kişinin ahlakî
olgunluğuna katkıda bulunmadıkları sürece, hayat yolundaki en zorlu sınanma
alanlarını da oluştururlar.
Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle
yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve
Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta Ha/131)

Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve
servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir.
Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. (Hıcr/88, 89)

72 – Ve Allah, sizin için kendinizden eşler kıldı, o eşlerinizden de oğullar ve


torunlar kıldı. Sizi tayyibattan [hoş, güzel, yararlı şeylerden] da rızıklandırdı. Şimdi
onlar, bâtıla inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?
73 – Ve onlar, Allah'ın astlarından, göklerden ve yeryüzünden kendileri için
rızk olarak herhangi bir şeye malik olmayan ve güç yetiremeyen şeylere tapıyorlar.

İlk ayette Rabbimiz mucizevî nimetlerini hatırlatmaya devam ederek


müşrikleri kınamakta, bir sonraki ayette de onların bâtılla nasıl iç içe olduklarını
beyan etmektedir. Çünkü onlar, Allah’ın kendilerine bunca mucizevî nimeti ikram
etmesine rağmen, nankörlük ederek o nimetleri veren Allah’ı bırakıp göklerden ve
yeryüzünden kendileri için rızk olarak herhangi bir şeye malik olmayan ve hiçbir
şeye güç yetiremeyen şeylere tapmaktadırlar.
Ayette dolaylı olarak verilen mesajlardan biri de, özellikle “rızk” konusu
gündeme getirilerek “ilah” olarak kabul edilecek nesnenin hiç olmazsa rızk verip
vermediğinin, vermeye güç yetirip yetiremeyeceğinin düşünülmesi gerektiğine işaret
edilmesidir.
Onların sahte ilahları ile gerçek ilahın kim olduğu aşağıdaki ayetlerde
açıklanmaktadır:
Ve onlar, cinnleri [görünmez güç ve varlıkları] Allah’a ortaklar kıldılar. Hâlbuki onları O
yaratmıştır. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. -O’nun şanı onların nitelediği şeylerden
münezzeh ve yücedir.- (En’am/100)

Yoksa O’nun astlarından, bir takım evliya [Yakın Kimseler] mi kabulleniyorlar? İşte Allah,
Velî’nin [Yakın Olan’ın] ta kendisidir. Ve O, ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. İşte O,
göklerin ve yerin yoktan yaratıcısıdır/parçalayıcısıdır. O sizin için kendinizden eşler ve en’amdan
çiftler yaratmıştır. O, sizi bunun [bu düzenin] içerisinde üretip çoğaltıyor. O'nun benzeri hiçbir şey
yoktur. Ve O, en iyi işitendir, en iyi görendir. Göklerin ve yeryüzünün kilitleri yalnızca O'nundur. O,
dilediği kimse için rızkı genişletir ve ayarlar. Şüphesiz ki O, her şeyi en iyi bilendir. (Şura/9-12)

De ki: “O, bir tek olan Allah'tır,


Samed olan Allah'tır,
doğurmamış ve doğrulmamıştır.
Ve hiçbir şey O'na; sadece O'na denk olmamıştır.” (İhlas/1-4)

Bu konu surenin 17-22. ayetlerinde genişçe açıklanmıştı. 75, 76. ayetlerinde


örneklerle tekrar açıklanacaktır.

74 - Artık Allah için örnekler vurmayın. Şüphesiz Allah, bilir, siz bilmezsiniz.

47
Bu ayette insanlar -özellikle de müşrikler- Allah’ı kullara, eşyaya, nesnelere
benzetmemeleri konusunda çok ciddi bir şekilde uyarılmaktadır.
Hatırlanacağı üzere, Zümer/3’te, müşriklerin Allah’a yaklaşabilmek için bir
takım ortaklar edindikleri, onlara taptıkları açıklanmıştı. Müşrikler “Kralın kullarına
kulluk etmek, doğrudan krala kulluk etmekten daha fazla saygıyı ifade eder”,
“büyüklerin yanına destursuz girilmez; mutlaka sekreter, odacı, kapıcı gibi hatırlı bir
aracı gerekir” şeklinde saçma inançlara sahiptiler. Bugün de bu inanışta olanların
varlığı bilinmektedir. İşte, bu ayette Rabbimiz bu tür inanışları reddetmektedir.
Şüphesiz ki Biz bu kitabı sana gerçekle indirdik. Öyleyse Dini sadece O’nun için arındırarak
Allah’a kulluk et.
Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından bir takım veliler edinenler:
“Onlar [Allah’ın astlarından edindiğimiz veliler] bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara
tapıyoruz”. Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm
verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez.
(Zümer/2, 3)

Kesinlikle, Biz kendi çevrenizde bulunan memleketleri helâk ettik. Ayetleri,


onlar dönsünler diye tekrar tekrar açıkladık. Öyleyse Allah’ın astlarından güya O’na
yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar, onların azabını savmaya yardım etmeli
değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu, onların
yalanlarıdır, uydurmakta oldukları şeydir. (Ahkaf/27, 28)

75 - Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile,
Bizim kendisine güzel bir rızk verip de ondan gizli ve açık olarak harcayan bir
kimseyi örnek vurdu: Bunlar eşit olurlar mı? -Bütün hamd Allah'a mahsustur.-
Bilakis insanların çoğu bilmezler.
76 - Allah iki adamı da örnek vurdu: Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü
yetmez; koruyucusuna bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi,
bu adamla, adaletle emreden ve doğru yolda bulunan adam eşit olur mu?

Bu ayetlerde Rabbimiz Kendisi ile akılsızların sözde ilahları arasındaki farkı


bir örnekleme ile anlatmaktadır.

Birinci örnek:

Kendiliğinden bir şey yapmaya gücü olmayan bir köle ile, gizli-âşikâr, çokça
infâk eden, zengin ve cömert olan hür bir insan düşünülsün. Bu ikisi hiç eşit olur mu?
Öyleyse yaratılış, şekil ve insan olma bakımından denk olmalarına rağmen,
nasıl bu ikisini denk saymak mümkün değilse, rızk vermeye ve lütfetmeye kadir olan
Allah ile, hiçbir şeye sahip olmayan ve kesinlikle hiçbir şey yapamayacak olan putlar
eşit olur mu?

İkinci örnek:

Yine iki insan; ikisi de insan olma açısından aynı olmakla beraber, biri dilsiz,
beceriksiz, çevresine de yüktür. Diğeri ise güçlü, adaleti sağlayan ve doğru yolda bir
kişidir. Peki, bu iki kişi eşit midir?
Bu örnekteki dilsiz kişi putu, adaleti sağlayan kişi de Allah’ı temsil etmektedir.
Öyleyse hiçbir zaman kusurlu varlıklar ile Samed ve âlemlerden müstağni olan
Allah bir değildir.

48
77- Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Saatin emri [kıyametin
koparılması] de yalnızca göz açıp kapama gibidir, veya o, daha yakındır. Şüphesiz
Allah her şeye güç yetirendir.

Bu ayette Rabbimiz insanların evrende henüz keşfedemedikleri nice


mucizelere ve özellikle de kıyamete [evrenin düzeninin son bulmasına] dair bilginin
Kendisinde olduğunu açıklayarak kıyametin kopmasının Kendisi için çok basit
olduğunu bildirmektedir.
Ve buyruğumuz, ancak, göz kırpması gibi bir tekdir. (Kamer/50)

Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki gibidir. Şüphesiz
Allah en iyi işiten, en iyi görendir. (Lokman/28)

78- Ve Allah, sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmezken çıkardı ve
şükredersiniz diye işitme, görme [duyularını] ve gönüller verdi.
79- Gök boşluğunda, bir emre boyun eğdirilmiş olan kuşlara/ bulutlara
bakmadılar mı? Onları Allah’tan başkası tutmuyor. Bunda, inanan bir toplum için
elbette ki ayetler [açık kanıtlar] vardır.
80 – Ve Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme kıldı. Ve hayvanların
derilerinden yolculuk ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden,
yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar, döşeme eşyası ve kazanç kıldı.
81 – Ve O [Allah], yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için
dağlardan barınaklar kıldı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi
hışmınızdan koruyan elbiseler kıldı. İşte böylece Allah, müslüman olasınız diye
üzerinize nimetini tamamlamaktadır.

Bu ayet gurubunda Rabbimiz yine insanlara verdiği nimetleri sayıp dökmüştür:


İnsanı bilgilendirerek mükerrem [değerli] kılmış, onu duyular ve duygularla
donatmıştır. Rabbimiz bu nimetlerini andıktan sonra insanların dikkatini
gökyüzündeki kuşlar ve bulutların uçuşuna, uçuruluşuna, havaya ve havanın gücüne,
dolayısıyla bütün bunların insanlık için önemine dikkat çekmiştir. Ne bulutlar uçar
özellikte yaratılmasaydı rüzgârlar onları sürükleyebilirdi, ne de suyun tabiat içindeki
çevrimi olmasaydı yeryüzü her an bitki ve diğer canlı türlerinin yaşamasına elverişli
olabilirdi. İnsana hatırlatılan nimetler bunlarla da sınırlı değildir. Rabbimizin
yarattığı varlıkların sağladığı gölgelikler, ağaçlar, mağaralar, bulutlar; hayvanlardan
sağlanan ve insanı sıcaktan koruyacak elbiseler, çadırlar, evler, zırhlar, döşemelik
kumaşlar da Rabbimizin insana olan ikram ve ihsanını göstermektedir. Ayetlerde
sayılan nimet çeşitleri özellikle Arabistan coğrafyasında bulunanları ifade etmektedir.
Bu nimetlerin tadat edilmesinden, diğer coğrafyalardaki nimetlerin de insanlığa aynı
maksatla ihsan edildiği anlaşılmalıdır.
Pasajda hatırlatılan tüm nimetler Allah’ın kudretinin mükemmelliğini
göstermektedir. Akılını kullanabilenler için hepsi de kesin birer kanıt mahiyetindedir.
Pasajda verilen mesajlar başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
De ki: "O, sizi inşa eden [yaratan], size kulak, gözler ve gönüller kılandır. Ne az
şükrediyorsunuz?"
De ki: "O, sizi yeryüzünde dağıtıp yayandır ve siz O'na toplanıp götürüleceksiniz." (Mülk/23,
24)

Ve onlar, üstlerindeki sıra sıra sıralanmış ve dürülmüş uçan şeylere göz atmıyorlar mı? Onları
Rahmân'dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi en iyi görendir. (Mülk/19)

49
Görmedin mi ki Allah, bulutları sürüklüyor; sonra onları bir araya getiriyor. Sonra üst üste
yığıyor. İşte görüyorsun ki bunların arasından yağmuru çıkarıyor. Ve O, gökten, içinde dolu bulunan
dağları indirir de onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı
nerdeyse gözleri alır! (Nur/43)

82 - Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse, artık sana düşen sadece apaçık bir
tebliğdir.
83 – Onlar, Allah'ın nimetini bilirler, sonra onu inkâr ederler. Onların çoğu
kâfir kimselerdir.

Surenin bu ayetlerinde Rabbimiz, aslında kâfirlerin Allah’ın nimetlerini


bildiklerini, buna rağmen nankörlük ettiklerini belirterek elçisinden tebliğ görevini
yapıp gerisini düşünmemesini istemiştir. Zira bu kadar açıklamaya rağmen hala
direniyorlarsa yapılacak başka bir şey yok demektir.

84 – Ve her ümmetten bir şahit getireceğimiz gün, artık kâfirlere izin verilmez.
Onlardan özür dilemeleri de istenmez.
85 – Ve o zulmeden kimseler, azabı gördükleri zaman, artık onlardan
hafifletilmez ve onlara süre verilmez.

Bu ayetlerde kâfirlerin kâfir olduklarına dair tanık getirileceği bildirilmiştir.


Sözü edilen bu tanıklar, o ümmetlere gönderilen peygamberlerdir.
Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz
zaman bak nasıl? (Nisa/41)

86 - Ve o, ortak koşan kimseler, ortak koştukları şeyleri gördükleri zaman:


"Rabbimiz! İşte bunlar, Senin astlarından bizim kendilerine yakardığımız
ortaklarımız olan kimselerdir" dediler. Onlar [Koştukları ortaklar] da hemen
onlara; "Şüphesiz siz kesinlikle yalancılarsınız" diye söz attılar.
87 - Ve onlar, o gün, Allah'a teslimiyeti koydular. Uydurmuş oldukları şeyler
de kendilerinden uzaklaşıp gitti.

Bu ayetlerde müşriklerin ahıretteki sorgulanmalarından bir sahne


nakledilmektedir. Bu sahnede müşriklere güvendikleri dağlara kar yağacağı mesajı
verilmektedir. Çünkü kendi kabahatlerini üzerlerine atmak istedikleri sözde ilahları
onları kandıranların kendileri olmadığını, müşriklerin yalancılardan başka bir şey
olmadıklarını söyleyeceklerdir.
Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların
ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/82)

İnsanlar bir araya toplandığı zaman da onlar [taptıkları kimseler] kendilerine düşmanlar
oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr edenler idiler. (Ahkaf/6)

Haklarında Söz gerçekleşen kimseler; “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir.
Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere
tapmıyorlardı” derler. (Kasas/63)

Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size
tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere
tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler. (Sebe/40, 41)

50
Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi
saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der.
Onlar dediler ki: “Tespih ederiz Seni, Senin astlarından veliyler edinmek bize yaraşmaz. Ama
Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Zikir’i [Öğüt’ü] terk ettiler ve helâke giden bir
topluluk oldular.”
İşte onlar [taptıklarınız] sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri çevirmeye ve bir
yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim zulmederse, Biz ona büyük bir azabı tattıracağız.
(Furkan/17-19)

O [İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın
astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz
kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.”
(Ankebut/25)

87. ayette geçen “Ve onlar, o gün, Allah'a teslimiyeti koydular” ifadesi,
müşriklerin o gün teslim bayrağını çekmekten başka çarelerinin kalmayacağı
anlamındadır. Müşriklerin o günkü zilletleri Kur’an’da birçok kez dile getirilmiştir:
Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah’ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık
bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her
halde ben muttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman, “Bana bir geri dönüş
olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size
indirilenin en güzelini izleyin.”
Bilakis, sana ayetlerim geldi de sen onları hemen yalanladın, büyüklük tasladın ve kâfirlerden
oldun.
Ve o kıyamet günü, Allah'a karşı yalan söyleyen kişileri yüzleri kararmış olarak göreceksin.
Kibirlenenler için cehennemde yer yok mu? (Zümer/55-60)

Onlar derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi de biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz
ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.
Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashabı
içinde olmazdık
Böylece günahlarını itiraf ettiler. Artık, uzaklık, çılgın ateş ashabı içindir. (Mülk/9-11)

O [çılgın alev] onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler
[işitecekler].
Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak ondan [cehennemden] dar bir yere atıldıkları zaman,
oracıkta ölümü isterler.
-Bugün bir ölüm değil birçok ölüm isteyin!- (Furkân/12-14)

Bu küfretmiş kişiler, ateşi, yüzlerinden ve sırtlarından men edemeyecekleri ve kesinlikle


yardım da olunmayacakları zamanı, bir bilseler!
Aslında o [bu azap], onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Artık onu geri
çevirmeye güçleri yetmeyecek ve onlara mühlet verilmeyecek. (Enbiya/39, 40)

Bize gelecekleri gün, neler işitecekler, neler görecekler! Fakat o zalimler bugün apaçık bir
sapıklık içindedirler. (Meryem/38)

Suçluları, Rablerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Ey Rabbimiz! Gördük ve
dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim, biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz.”
derlerken bir görsen! (Secde/12):

(Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız- tanımadığınız] ateş içindeki
ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder].
Nihâyet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı.
Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. [Allah,] “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz”
dedi [der]. (A’raf/38)

51
88 – Şu inkâr eden ve Allah yolundan çeviren kimseler; Biz yaptıkları
bozgunculuk nedeniyle onlara azap üstüne azap artırdık.
89 – Ve Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi aleyhlerine bir şahit
göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit getireceğiz. Biz bu kitabı da, her şeyi
açıklayan ve müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak sana
indirdik.

Bu ayet gurubunda da yine mahşerdeki bir başka sorgulama sahnesi


sergilenerek müşrikler uyarılmaya devam edilmektedir. Bu sahnedeki suçlu tipi,
bireysel suç işlemekten daha fazlasını yaparak kendisi dışında başkalarını da
saptırmak için uğraşanlardır. Bu tür suçlular azap üstüne azap çekeceklerdir. Zira
kendi suçları yetmezmiş gibi, bir de başkalarını saptırarak suç üzerine suç
işlemişlerdir.
Onlar elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar. Ve
uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorgulanacaklardır. (Ankebut/13)

Kim güzel bir işte aracılık ederse, onun için bundan [aracılıktan] bir pay vardır. Kim de kötü
bir şeyde aracılık yaparsa, onun için de bundan bir pay vardır. Ve Allah her şeyin karşılığını verendir.
(Nisa/85)

Bu suçlular hakkında peygamberler şahit olacak, toplumları şahit olacak, hatta


kendi organları da aleyhlerine şahit olacaktır.
Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz
zaman bak nasıl? (Nisa/41)

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit
olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Daha önce içinde durduğun kıbleyi kılmamız da yalnızca;
elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu iş, elbette, Allah'ın
hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç
şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143)

O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şahitlik edecektir.
(Nur/24)

Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da
kazandıkları şeylere şahitlik eder. (Ya Sin/65)

Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile
ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. (Fussilet/20)

89. ayetin “Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir kılavuz,
bir rahmet ve bir müjde olarak sana indirdik” anlamındaki son cümlesi Kur’an’a
yöneliktir. Kur’an’ın kılavuzluğu, rahmet ve müjde oluşu daha evvel de birçok kez
vurgulanmıştı. Aynı cümlede geçen “her şeyi açıklayan” özelliği ise aşağıdaki şu
ayetlerde vurgulanmaktadır:
Şüphesiz zikir kendilerine geldiğinde onu inkâr eden kimseler, … Ve şüphesiz o [Zikr],
Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmedir. Önünden ve ardından [hiçbir tarafından] kendisine batılın
gelmediği azîz bir kitaptır. (Fussilet/41, 42)

Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh [kıpırdayan canlı] ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki,
sizin gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi tefrit yapmadık [noksan,
yetersiz bırakmadık]. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır. (En’am/38)

52
90 - Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara vermeyi
emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp
öğütlenirsiniz diye size öğüt verir.

Rabbimizin 89. ayette beyan ettiği “Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve
müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak sana indirdik” ifadesi bu
ayette açıklanmıştır. Bu ayet, yeryüzünde sosyal düzeni sağlayacak olan ana ilkeleri
içermektedir. Bu ilkeler, insanlığı adalete, iyiye, güzele yönelten; hayâsızlıktan,
kötülükten, azgınlıktan men eden ilkelerdir.

Allah adaleti, ihsanı [iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi] ve yakınlara vermeyi


emreder

‫عدالة‬ADALET

Bu sözcük lügatte “bire bir karşılık, denge, denklik, eşitlik” demektir.(Lisanü’l


Arab, c.7 , s. 359, 360) Kavramsal olarak ise “Sınırlama olmadan, herkesin haktan
nasibini alabilmesi için eşit şartların oluşturulması” anlamına gelmektedir. Mesela bir
toplumda vatandaşlık hakları, diline, dinine, etnik kökenine ve cinsiyetine
bakılmadan herkes için eşit olmalıdır. Verilen cezalar da ayırım yapılmadan herkes
için eşit ve suç ile orantılı olmalıdır.
Adalet, toplumları ayakta tutan en önemli değerdir.
Ey iman etmiş kişiler! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olunuz. Ve bir topluma
olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmanıza sürüklemesin. Adaletli olun, o [adaletli olmak], takvaya daha
yakındır. Allah'a takvalı davranın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır. (Maide/8)

Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah
her şeyi çok işiten, çok iyi görendir. (Nisa/58)

Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde insanlar arasında
hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla]. Hevâya [keyfe,
arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar; hesap
gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sad/26)

Ant olsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta
tutmaları ve Allah'ın dinine ve elçilerine görmeden yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde
kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar
vardır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir [Çok Kuvvetli Olan’dır], Azîz’dir [Mutlak Üstün Olan’dır].
(Hadid/25)

De ki: “Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescitte yüzünüzü O'na doğrultun ve dini yalnız
Kendisine has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O'na döneceksiniz.” (A’raf/ 29)

Ey iman etmiş kimseler’ hakkaniyeti ayakta tutanlar/koruyanlar olun. Kendiniz, ana-babanız


ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olun. İster zengin olsun, ister
fakir olsun, Allah ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için hevanıza uymayın.
Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah yaptıklarınıza haberdardır.
(Nisa/135)

İHSAN

“İhsan” sözcüğü genelde iyilik, güzellik üretme; cömert, hoş görülü, affedici,
merhametli ve nazik olma, bencil olmama gibi anlamlarda kullanılmıştır. Ancak

53
sözcüğün asıl anlamı “iyileştirme-güzelleştirme” demektir. Rabbimizin emrettiği
“ihsan”, kendimizdeki, ailemizdeki, çevremizdeki ve ülkemizdeki kötülüklerin,
çirkinliklerin iyileştirilmesi ve güzelleştirilmesi eylemlerini de içeren kapsamlı bir
emirdir. Bu anlamıyla “ihsan”, pasif bir iyi olma halini aşarak çevreye de etki eden
bilinçli ve aktif bir iyileştirme, güzelleştirme faaliyetidir.

AKRABALARA VERMEK

Rabbimiz akrabaya [kan bağı ve evlilik bağı ile oluşan yakınlara] vermeyi
emrederken neyin verileceğini bildirmemiştir. Böylece akrabaya verilecek olan şeyler
genelleşmiştir. Bunun anlamı, sevgiden, selam ve iyi muameleden başlayıp maddi ve
manevi her türlü yardım ve desteğe kadar uzanan bir kapsam içinde yakınlara her
şeyin verilebileceğidir. Rabbimiz “yakınlara verme”yi emrederek akrabaların maddi
ve manevi sorunlarını yüklenmenin başta müminler olmak üzere insanlığın ahlakî
sorumluluk alanı içerisinde olduğu mesajını vermektedir.
Bu mesaj başka ayetlerde de yer almıştır:
Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve
kadın türetip-yayan Rabbinize takvalı davranın. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve
akrabalığa takvalı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. (Nisa/ ):

Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına
kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse,
sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve
merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni
küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.”
Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O tam anlamıyla
dönenleri bağışlayıcıdır.
Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. -Şüphesiz saçıp
savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.- İsra/23- 27)

hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder.

FAHŞA [HAYASIZLIK]

“ ‫ ءءءءء‬Fahşa” sözcüğü “çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması
gereken sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamlarına gelmektedir.
Sözcüğün çoğulu “ ‫ ءءءءء‬fevahiş”tir.
Dilci Ragıb el-İsfehanî de“Fuhş”, “fahşa” ve “fahişe” sözcüklerini kendi
lügatinde “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlamıştır. (el-Müfredat; Fahşa
mad.)
Âl-i Imran/135’de “fena iş” olarak nitelenen “fahişe” sözcüğü, Kur`an`da on
üç yerde, çoğulu “fevahiş” sözcüğü ise dört yerde geçmektedir. Sözcük genel olarak
Kur`an`da birden çok aşırılık için kullanılmıştır. Gerek bu aşırılıkların ne olduğu,
gerekse bu kavramla ilgili diğer açıklamalarımız daha önce Necm suresinin tahlilinde
verildiğinden, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1, s: 427-430) okunmasını
öneriyoruz.

MÜNKER [KÖTÜLÜK]

“Münker”, insanlık tarafından kötü olarak kabul edildiği gibi, Yüce Allah
tarafından da çirkin görülen şeylerdir.

54
Rabbimiz Kur’an’da “ma’rûfu emr” ve “münkerden nehy” emriyle insanlığın
iyi ve kötü, yararlı ve zararlı, güzel ve çirkin, olumlu ve olumsuz şeyler, davranışlar
ve olgular arasında doğru ayrım yapabilecek bir vicdanî yetiyle donatıldığına işaret
etmektedir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu doğasına yerleştirilen bu vicdanî yetiyle
değerlendirebilen insan, kendisini sınırlayan müteal [aşkın, transandantal, ilahî]
kaynaklı değer ölçüleri olmadan bu içsel mekanizmayı özenli kullanamamakta, tam
tersine, çeşitli psikolojik mekanizmalar kullanarak kötüyü, çirkini, yanlışı
meşrulaştırma çabasına girişmektedir. “Şeytanın kişiye kendi yaptıklarını güzel,
süslü göstermesi”, bu meşrulaştırıcı psikolojik mekanizmaları fark etmeyen insanın
içine düştüğü içsel bir tuzak olarak da değerlendirilebilir. Rabbimiz insanın
sağduyusu ile doğru olarak tanıdığı “münker”i kendisi de yasaklayarak insanlığın
vicdanî tanısını desteklemekte ve ona kötüyü ve kötülüğü önlemeyi sağlayacak güçlü
bir dinî müeyyide kazandırmaktadır. Çünkü insan mutlak zararlı olduğunu bildiği
şeylerden kaçınma konusunda bile kendini yeterince denetleyememektedir. 1930’lu
yıllarda ABD’de getirilen alkollü içki yasağının tüm yasal zorlamalara rağmen
başarılı olamayışı, buna karşılık İslam toplumlarında alkollü içki kullanma
oranındaki belirgin düşüklük, “kötü” olanı engellemede dinî müeyyidenin ne denli
etkili olduğunu gösteren iyi bir örnektir.
.

‫البغى‬BAĞY [AZGINLIK]

‫البغعععى‬Bağy” sözlükte “tecavüz, haktan dönme, zulüm, kibir ve fesat”


anlamındadır. (Lisanü’l Arab, c.1, s. 467-469 “bğv” mad) Sözcük, konumuz olan
ayette genel anlamda kullanıldığından, ister Allah’a, ister yaratıklara karşı olsun, her
türlü taşkınlığı, haksız başkaldırıyı ifade etmektedir.
De ki: “Rabbim, sadece iğrençlikleri; onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere
başkaldırmayı, haklarında hiç bir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram etmiştir.” (A’raf/33)

91 – Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi


[Sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah’ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan
sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir.
92 –Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur diye, yeminlerinizi aranızda
aldatma aracı edinerek, ipliğini sağlamca eğirdikten sonra, onu söküp bozan kişi
[kadın] gibi de olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla sınıyor. Hakkında ihtilaf
ettiğiniz şeyleri kıyamet günü size kesinlikle açıklayacaktır.

Rabbimiz bu ayetlerde toplumsal yaşamın düzgün yürümesi için hayatî öneme


sahip bir ahlak kuralını buyurarak müminlerin bu ahlakî kurala uygun davranıp
davranmadıklarının onlar için sorumluluk getiren bir sınama olacağı bildirilmektedir.
Sözü edilen ahlak kuralı, toplumsal yaşamın olmazsa olmazı sayılan “sözleşmelere
sadakat” ilkesidir. İnsanlar verdikleri sözde durmalı, yaptıkları sözleşmelere uymalı,
yeminler ve sözler kesinlikle bir aldatma aracı olarak kullanılmamalıdır.
Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması
müstesna… Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde] sorumluluk vardır. (İsra/34)

Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar [malına] en güzel
biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı
hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız.

55
Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte
bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir. (En’am/152)

“ALLAH’IN AHDİ”

Bu ifade ile insanın kendi irade ve ihtiyarı ile üstlendiği her söz kastedilmiştir.
Yüce Allah insanların kendi istek ve tercihleri ile yaptıkları anlaşmaları bozmalarını
kınamakta, böyle yapanları şiddetli bir şekilde azarlamaktadır. Ahdi [sözü] bozmak
Allah’ın lanetlediği fiillerin başında gelir. Bunun nedeni, ahdi bozmanın toplumda
büyük zararlara sebebiyet vermesidir.
Ahdini bozanlar Felak suresinde “düğümlere tükürüp üfleyenler” olarak da
nitelenmiştir:
“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp
üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden Felâkın Rabbi'ne sığınırım” de!
(Felak/1-5)

Ve onlar [kurtulan müminler], emanetlerine ve ahitlerine riayet eden kimselerdir.


(Mü’minun/8)

Ancak destekçiler bunun dışındadır.


Onlar [Destekçiler] ki salanlarını sürdürenlerdir.
Ve onlar [o musalliler [destekçiler]], kendi mallarında, isteyen ve mahrumlar [istemekten
utanan yoksullar] için belli bir hak olan kimselerdir.
Ve onlar ceza gününü tasdik ederler.
Ve onlar Rablerinin azabından korkanlardır.
-Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunmaz.-
Ve onlar ırzlarını koruyanlardır. -Ancak eşlerine ve sözleşmelerinin sahip oldukları hariçtir.
Çünkü onlara yaklaştıklarında kınanmazlar. Artık ötesini isteyenler; işte onlar haddi aşanların ta
kendileridir.-
Ve onlar, emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.
Ve onlar, şahitliklerini yerine getirirler.
Ve onlar, salâtları üzerine korumacıdırlar.
İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar. (Mearic/22- 35)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz Birr değildir. Ama Birr, Allah’a, Âhiret
Günü’ne/Son Gün’e, meleklere, Kitap’a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere,
miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve
namazı ikame etmek, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getirenler,
sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvalı
olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Müminlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahit verdikleri şeylere sadakat
gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen
kimsedir. Onlar, hiç değiştirmediler. (Ahzab/23)

O kişiler, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar. (Ra’d/20)

Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki ben sizin
ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/ sadece bana ibadet edin. (Bakara/40)

Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahit
vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur. (Ahzab/15)

Hayır, kim O’nun ahdine vefalı olursa ve takvalı davranırsa, bilsinki şüphesiz Allah takvalı
davrananları sever. (Al-i Imran/76)

Yemin eden, ahitleşen ve ahdini sağlamlaştırıp pekiştirdikten sonra bozan

56
kimselerin durumu, konumuz olan ayette, yününü eğirip sağlam bir şekilde büktükten
sonra onu tekrar çözen bir kadının durumuna benzetilmektedir. Bir kadının kendi
eğirip büktüğü yünü tekrar çözmeye kalkması, ahitlerini bozanları karakterize etmek
için yapılan bir tasvirdir. Arap örfüne göre yapılan bu benzetmenin belirli bir kadını
işaret ettiği nakillerde yer alsa bile, karakterize ettiği kişiliğin ahitlerini bozan tüm
erkek ve kadınları kapsadığı açıktır.
Ayetle ilgili olarak klasik eserlerde şu nakil yer almaktadır:
Rivayet olunduğuna göre, Mekke'de Amr b. Ka'b b. Sa'd b. Teym b. Murre kızı Rayta diye
bilinen ahmak bir kadın varmış. Bu kadın bu şekilde yaparmış. İşte bu benzetme onadır. Bu
açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Abdullah b. Kesir ve es-Süddî de bunu nakletmekle birlikte kadının
adını vermemişlerdir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Ne yazık ki, ekonomik, politik ve kişisel çıkarlar söz konusu olduğunda,


toplumda büyük tanınan ve çeşitli özellikleriyle temayüz etmiş pek çok kişinin
kolayca ahitlerini bozduğu, çeşitli mazeretler ileri sürerek verilen sözleri yerine
getirmemeye çalıştığı gözlenmektedir. Müslüman toplumların bu konudaki ahlakî
disiplinsizliği, sosyal bir yara olarak nitelenebilecek kadar yaygın bir tablo arz
etmektedir. Müslümanlar daha birçok ahlakî değer gibi, sözünde durma, ahitlerini
yerine getirme, yeminlerinin muktezasına uyma gibi konularda da Kur’an’ın temel
ahlâk parametrelerini iyi anlayıp içselleştirmeli, böylece ahlâk bakımından topluma
örneklik etmeye elverişli bir kişiliğe kavuşmalıdır.
Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu
tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu
tutar; onun keffareti, ehlinize yedirdiğinizin “evsatından [en hayırlısından; en iyisinden]” on miskini
yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan
kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffaretidir. Ve
yeminlerinizi koruyun. İşte Allah ayetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredesiniz [karşılığını
ödersiniz]. (Maide/89)

93- Ve Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah
dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir [dileyeni saptırır dileyeni hidayete
ulaştırır]. Ve şüphesiz ki siz, bütün yaptıklarınızdan sorulacaksınız/ sorumlu
tutulacaksınız.
94 – Ve yeminlerinizi aranızda aldatma ve fesada vasıta edinmeyin. Sonra
ayak sağlam bastıktan sonra kayıverir ve Allah yolundan saptığınız için, kötülüğü
tadarsınız. Büyük azap da sizin içindir.
95 – Ve Allah’ın ahdini az bir bedel karşılığında satmayın. Eğer bilirseniz
muhakkak ki Allah katındaki; o, sizin için daha hayırlıdır.
96 - Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle
sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz.

Rabbimizin toplumsal ilkelere yönelik direktifleri bu ayet grubunda da devam


etmektedir. Ayetlerin ifadeleri herkesin anlayacağı ölçüde açık ve beliğdir.
93. ayetteki “Ve Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat
Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir [dileyeni saptırır dileyeni
doğru ulaştırır]” ifadesi, “sizi tek bir dine sahip kılardı, sizi robot gibi yapardı; ama
özgür bıraktı, size irade, tercih hakkı tanıdı” demektir.
94. ayette yeminlerin [sözleşmelerin] kötüye kullanılmaması istenmekte ve
böyle yapmanın doğuracağı kötü sonuçların dönüp sözleşmelere ihanet edenleri de
etkileyeceği bildirilmiştir.

57
İyilerden olmanıza, takvalı davranmanıza, insanlar arasını düzeltmenize olan yeminlerinize
Allah’ı engel kılmayın. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/224)

95. ayette ise genel ahlak ilkelerine işaret edilerek menfaat için din değiştirme,
dalkavukluk yapma, yalancı şahitlik, çıkar amacıyla görevi kötüye kullanma, çıkar
karşılığı zalimleri destekleme ve onlarla işbirliği yapma, rüşvet, irtikâp gibi
davranışlar yasaklanmaktadır.

97- Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu
güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları
amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz].

Toplumsal huzur ve refaha yönelik bir dizi direktif veren Rabbimiz, bu


direktiflere riayet ederek iyi işler yapanlara dünyada güzel ve huzurlu bir hayat,
ahırette de yaptıklarından daha güzel karşılıklar bahşedeceğini müjdelemektedir.
Buna göre, imanlı olarak yapılan her işin karşılığında, kadın veya erkek, bu dünyada
rahat, huzurlu ve mutlu bir hayata, ahırette de yaptıklarından daha iyi bir ödüle
kavuşturulacaktır. Üstelik yapılan işlerin en güzeli ne ise, onu yapanlar sanki tüm
ömürleri boyunca onu yapmışlar gibi ödüllendirilecektir.
Ayette açıkça görüldüğü gibi, amellerin işe yaraması imanlı olmak şartına
bağlanmıştır. İmanı olmayanların amelleri işe yaramayacaktır.
İşte onlar, Rabblerinin âyetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmiş kimselerdi de bu yüzden
yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir
değer vermeyiz]. (Kehf/105)

Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları halde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu
altın -onu fidye verseler bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için
olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Al-i Imran/91)

Her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu
görecek. (Zilzal/7, 8)

98- Öyleyse Kur’an okuduğun zaman Racim Şeytan’dan [İblis’ten] Allah’a


sığın.
99, 100 - Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde
onun [Şeytan-ı Racim’in] hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak
kendisini, Veli [yakın yardımcı ve kılavuz] edinenler ve Allah’a ortak koşanların ta
kendileri olan kimseler üzerinedir.

Bu ayetlerde Rabbimiz insanı bekleyen büyük tehlikeye dikkat çekmektedir.


Bu tehlike Şeytan-ı Racim’dir. İnsan yaptığı işleri Allah rızası için yapmalı, o işlere
Şeytan-ı Racim’in burnunu sokturmamalıdır. Şeytan-ı Racim’in yapılan işlerde payı
olması, bu amellerin iyi amel olmaktan çıkması demektir.
Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav, Biz onların yakıştırmakta oldukları şeylerin çok iyi
biliriz.
Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!
Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım. (Mü’minun/96- 98)

ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK:

58
Şeytandan Allah’a sığınmak, “Euzu billahi mine’ş-şeytanirracim [Kovulmuş
Şeytan’dan Allah’a sığınırım]” ifadesini dile getirmek veya “Allah’ım, şeytandan
sana sığınırım, beni ondan koru!” demek değildir.
Şeytandan Allah’a sığınmak:
* Şeytan tipler ve güçler tarafından dayatılan düşünce ve amelleri behemehal
Allah’ın gönderdiği Kur’an terazisinde tartmaktır.
* Şeytanın aklımıza, fikrimize zerk ettiği zehirleri Allah’ın Kur’an’da bize
ikram ettiği panzehirle tedavi etmektir.
* Doğruyu Allah’tan öğrenip şeytanın bizi saptırmasına engel olmaktır.
* Fırtınaya tutulan geminin hemen limana sığınması gibi, derhal Kur’an’a
sarılıp problemleri Kur’an ile çözmektir. Bilinmelidir ki, anlamadan Kur’an
okumakla bu problemler çözülemez.
Kovulmuş Şeytan’dan Allah’a sığınılması direktifi, salt sığınma sözünü
söylemekle yerine getirilebilecek bir emir değildir. Zira ayette “Allah’a sığınırım
de!” veya “Allah’a sığınmak istiyorum de!” değil, “Allah’a sığın!” denilmektedir.
O hâlde yapılacak iş, yukarıda da söylediğimiz gibi, insanın Allah’ın sözlerine
teslim olarak hayatını sadece o sözlere göre düzenlemesidir. Sonuç olarak insan
mutlaka aklını çalıştırmaya yönelmeli ve kalbe sürekli vesvese veren şeytanlardan
korunmak için Allah’a, O’nun kitabına sığınmalıdır.
Şeytan-ı Racim insana sadece vesvese verir. Ne kadar vesvese verirse versin,
insan üzerinde herhangi bir zorlayıcı gücü yoktur.
Konuyla ilgili ayetlerden birkaçı şunlardır:
Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman,
şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın attığı şeyleri giderir.
Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah Alîm'dir [her şeyi en iyi bilen],
Hakîm’dir [yasalar koyan, güçlendirendir]. (Hacc/52)

Kendi kardeşleri onları sapıklığa sürüklediği ve bırakmadığı hâlde şüphesiz şu takvâ sahipleri,
kendilerine şeytândan bir taif [vesvese, karanlık kuruntu, sırnaşma] iliştiği zaman,
hatırlarlar/düşünürler. Sonra bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir! (A’raf/201)

(İblis) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım;
ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna…” dedi. (Sad/82-83)

Ve iş bitince şeytan onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat
ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım
siz de bana icabet ettiniz. O nedenle beni kınamayın, nefsinizi [kendinizi] kınayın! Ben sizi
kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı
da kabul etmemiştim” dedi. -Şüphesiz zalimler, kendileri için acı bir azap olanlardır!- (İbrahim/22)

Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve tayyib [temiz, hoş, yararlı] şeylerden yiyin ve şeytanın
adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
O, size yalnızca kötülüğü, aşırılığı [çirkin-hayasızlığı] ve Allah üzerine bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi emreder. (Bakara/168, 169)

Ey iman etmiş kişiler! Hepiniz toptan silme [İslâm’a, barışa, güvenliğe] girin ve şeytanın
adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara/208)

Ve Allah’a ve ahiret gününe iman etmedikleri halde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için
harcayan kimseleri. Ve şeytan kimin için karin [yaştaş, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir karindir!
(Nisa/38)

İman etmiş kimseler Allah yolunda savaşırlar. Küfür etmiş kişiler de tâğut yolunda savaşırlar.
O halde siz şeytanın velileri ile savaşın. Hiç kuşkusuz şeytanın tuzağı çok zayıftır. (Nisa/76)

59
Şeytan onları istilâ etmişti de onlara Allah’ı anmayı terk ettirmişti. Onlar, şeytanın hizbidir
[gurubudur]. İyi bilin ki şeytanın hizbi kesinlikle kaybedenlerdir. (Mücâdele/19)

Ve her kim Rahman’ın zikrinden körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun
için karindir [yaştaştır, yandaştır]; ve şüphesiz ki onlar [karinler], onları [körleşenleri] Yol’dan
çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. (Zuhruf/36, 37)

Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o fısktır [tam bir yoldan
çıkıştır]. Ve şüphesiz şeytanlar kendi velilerine sizinle mücadele etmeleri için vahyederler [gizlice
telkinde bulunurlar]. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz müşrikler oldunuz demektir.
(En’am/121)

Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için


elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi,
sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanlara velîyler [yol
gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar] yaptık. (A’raf/27)

Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hakk oldu; onlar, şeytânları, Allah'ın
astlarından yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle doğru yolda olduklarını sanıyorlar.
(A’raf/30)

Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. - Şüphesiz
saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.- (İsra/26, 27)

Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan
şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana
uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan
Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir
veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. (Meryem/44)

“Şeytan-ı Racim’den Allah’a sığınma” konusu daha evvel A’raf ve Fussılet


surelerinde ele alındığından, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 120, 121 ve c:
6, s: 300, 301) okunmasını öneriyoruz.

101 – Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -Allah ne
indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun”
dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.

Bu ayette Rabbimiz bazı ayetleri kaldırıp onların yerine başka ayetler


getirdiğini açıklamaktadır. Benzeri bir açıklama Bakara suresinde de yapılmıştır:
Biz bir ayetten her neyi nesheder veya söylettirmezsek, ondan daha iyisini yahut benzerini
getiririz. Sen, Allah’ın her şeye en iyi güç yetiren olduğunu bilmedin mi? (Bakara/106)

Rabbimiz bu ayetlerde peygamberlere gelen vahyin evrensel hükümler


içerenleri hariç, yöresel ve süreli olanlarından bazısının kaldırılması meselesine işaret
etmektedir. Buna göre, Rabbimiz daha evvel gönderdiği kitaplardaki yöresel ve süreli
ilkeleri kaldırıp onların yerine Kur’an ile evrensel ve tüm zamanlara yönelik ilkeleri
getirmiştir. Burada sözü edilen “kaldırma” işleminin anlamı, Resulullah’a gelmiş
vahiylerin değiştirilmesi, unutturulması, terk ettirilmesi değildir. Rabbimiz Kur’an’da
bunların söz konusu olmayacağını daha ilk vahiylerde bildirmiştir:
Bundan böyle seni okutacağız [sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına tebliğ ettireceğiz]
ve unutmayacaksın/terk etmeyeceksin.
Ancak Allah dilerse başka… Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de.
Ve sana “En Kolay Olan”ı [seni en çok mutlu edecek olan şeyleri] kolaylaştıracağız. (A’la/6-
8):

60
102- De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için
ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok
Ruhü’l-Kudüs hakk ile inmiştir.
103- Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, ona bir beşer öğretiyor”
diyorlar. Ona [Peygambere] öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili
yabancıdır. Bu [Kur’an] ise apaçık bir Arapçadır.

Bu ayetlerde Kur’an’ın indirilişi konusuna tekrar değinilmiş, Kur’an hakkında


ileri sürülen şüpheler nakledilerek bu şüphelere makul ve tatmin edici cevaplar
verilmiştir.
Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi”
olduğu bildirilmektedir. 102. ayetteki “Ruhulkudüs” ifadesini “Cebrail” olarak
yorumlayanlar ise bu yorumlarına dayanarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin
indirdiğini ileri sürmektedirler.
Bu nedenle daha evvel ayrıntılı olarak ele aldığımız “Ruhu’l-Kudüs” ve
bununla ilgili konuları tekrar hatırlatma gereği duyuyoruz.

“RUHÜ’L-KUDÜS” TAMLAMASININ TAHLİLİ:

“Ruh” sözcüğünün esas anlamı “can [vücudu diri tutan cevher]” demektir.
(Lisanü’l-Arab; c. 4, s. 290. Ruh mad.) Ancak sözcük Kur’an’da bu anlamda değil,
“kişi ve toplumları toplumsal hayatta diri, sağlıklı kılan can, vahiy” anlamında
kullanılmıştır. Bu hususun ayrıntıları Kadr suresinin tahlilinde belirtilmiştir.
(Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:482-490)
“Kudüs” sözcüğünün anlamı ise bu sözcüğün hangi sözcükten geldiğine dair
yapılacak kabule bağlıdır ve bunun için iki olasılık söz konusudur:
1- Sözcüğün “temizlik” anlamındaki “kuds” sözcüğünden geldiği kabul
edilirse, “kudüs” sözcüğü de “temiz” anlamına geliyor demektir. “Kuds” sözcüğü ve
onun “mukaddes”, “mukaddesat”, “nükaddisü” gibi türevleri Kur’an’da on bir yerde
geçmektedir.
2- Sözcüğün Allah’ın isimlerinden biri olan “ ‫ءءء‬ ‫ءء‬Kuddüs” sözcüğünden
bozulduğu kabul edilirse, “kudüs” sözcüğü de “tüm kirliliklerden arınık, tertemiz”
anlamına geliyor demektir. Sadece Allah için kullanılan “Kuddüs” sözcüğü, Haşr
suresinin 23. ve Cuma suresinin 1. ayetlerinde olmak üzere Kur’an’da iki yerde
geçmektedir.
“Ruh” ve “kudüs” sözcüklerinin anlamları belli olduğuna göre, “Ruhü’l-
Kudüs” tamlamasının anlamının da yukarıdaki her iki anlamdan hangisinin kabul
edileceğine bağlı olarak iki şıklı olması söz konusudur:
1- “Kudüs” sözcüğünün anlamının “temiz” olduğu kabul edilirse, “Ruhü’l-
Kudüs” tabiri de “Temiz ilâhî bilgi, Allah’tan gelen temiz bilgi” anlamına gelir.
2- Allah’ın isimlerinden olan “el-Kuddüs”ün zamanla halk ağzında değişerek
“Kudüs” şekline dönüştüğü kabul edilirse, “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının anlamı da
“Tertemizin [tüm eksikliklerden temizlenmiş olan Allah’ın] ruhu [canı], vahyi,
bilgisi” demek olur. Nitekim klâsik tefsircilerden Mücahit ve Rebii de “el-Kudüs”
sözcüğünün Allah’ın isimlerinden biri olduğunu söylemişlerdir. Bu kabul
doğrultusunda “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “Allah’ın ruhu” anlamına geldiği görüşü
zaten Kur’an’dan da destek bulmaktadır. Çünkü Kur’an’da geçen her “ruh” sözcüğü
Allah’a nispet edilmiştir. Meselâ Âdem’e ve Meryem’e “Ruhumuzdan üfledik”

61
denildiği gibi, elçi Zekeriyya’nın (as) Meryem’e ilettiği bilgiler için de “Ruhumuz”
ifadesi kullanılmıştır:
Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba
katılarak yapılan tahliller, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “Allah’ın ruhu, Allah’ın vahyi,
Allah’tan gelen bilgi” anlamlarına geldiğini göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs”
tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca
anlaşılmaktadır.
Tekrar konumuz olan Nahl/102’ye dönersek, mevcut meallerde bu ayetin nasıl
anlamlandırıldığının öncelikle bilinmesi gerekmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığınca
hazırlanan meal başta olmak üzere birçok mealde Ruhü’l-Kudüs”ün “Cebrail” olduğu
peşinen kabul edilerek ayet genellikle şöyle anlamlandırılmaktadır:

“Onlara de ki: Kur’an’ı Cebrail, iman edenlere sebat vermek, Müslümanlara


bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbinin katından hak olarak indirdi.”

Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz


konusudur. Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap
niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer
ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103.
ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:

Ve Biz bir ayet yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini daha iyi bilen
olmasına rağmen- onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir
müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü’l-Kudüs hakk ile inmiştir.
Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, ona bir beşer öğretiyor” diyorlar. Ona
[Peygambere] öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu [Kur’an] ise apaçık bir
Arapçadır. (Nahl/101–103)

Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi”
olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin
indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar
arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. ayette bir dilbilgisi kuralının
ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. ayette geçen “nezzele” filinin aslı “nezele”dir ve anlamı “indi” demektir.
Geçişsiz bir fiil olan “nezele” fiili, kural gereği burada Tef’il babından “nezzele”ye
dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef’ulde
çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, ayetteki “nezzele” fiili “çok çok indi”
anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan “nezele” sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve
“indirdi” olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin
“enzele” kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Ayette geçen “bilhakkı” ifadesindeki “
be” harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça
dilbilgisinin bu kuralları gereği ayetteki “nezzelehü ruhu’l-kudüsü” ifadesinin anlamı,
“Ona birçok ruhü’l-kudüs [vahy] inmiştir” demektir. “Ruhü’l-Kudüs”ü, yani “vahy”i
kimin indirdiği ise 101. ayette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade
edilmiştir.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs”
ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle
“Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.
Kur’an’da bir tek yerde geçen “er-Ruhü’l-Emîn” ifadesinin de bu doğrultuda
ele alınması gerekmektedir:

62
Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin
kalbine “er-Ruhü’l-Emîn [Güvenilir Ruh]” indi. (Şuara/192–194)

Şuara/193’te bir sıfat tamlaması olarak “er-Ruhü’l-Emîn” şeklinde yer alan bu


ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “ruhü’l-emin” şeklinde telâkki edilmekte ve
böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur’an’ın Cebrail
adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel
anlayış, bu ayeti de “Onu Ruhü’l-Emin [Cebrail] indirdi” diye yanlış meallendirmiş
ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî
manasına uygun olmadığı gibi, hem Şuara/192’deki “O, âlemlerin Rabbinin
[Allah’ın] indirmesidir” ifadesiyle hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini
bildiren yüzlerce ayetle de çelişmektedir. Bu çelişki de yine “nezele [indi]” fiilinin
geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde “indirdi” olarak ifade
edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu
çelişkinin ortadan kaldırılması için, ayette geçen “bihi” ifadesindeki “be” harf-i
cerrinin “ilsak” için değil de “musahabe” için alınması yeterlidir. Bu takdirde
“nezele” fiili geçişsiz anlamı ile “onunla indi” olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle
oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur.
Netice olarak, Şuara/193’te geçen “er-Ruhü’l-Emin” ifadesinin kişileştirilerek
“Cebrail” olarak yorumlanması yanlıştır. Burada “emin, güvenilir, sağlam” olarak
nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine
Allah tarafından indirilmiş olduğu bildirilen “ruh, bilgi, vahiy”, Mücadele/22’de de
açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından
indirilmiştir.
Kur’an’da Kur’an’ın indirilmesi, kitabın indirilmesi, ayetlerin indirilmesi,
surelerin indirilmesi, meleklerin [vahiylerin] indirilmesi, hikmetin indirilmesi,
Tevrat’ın indirilmesi, İncil’in indirilmesi, Furkan’ın indirilmesi ile ilgili üç yüz
civarında ayet mevcuttur. Bu ayetlerin hepsinde de bunları indirenin Allah olduğu
bildirilmiştir. Kur’an’ı başkasının indirdiğini bildiren hiçbir ayet yoktur, olamaz da…
Çünkü Kur’an asla ve kat’iyen kendisiyle çelişmez.
Ruhu’l-Kudüs, Ruhu’l-Emin ve Cebrail konularına dair detaylı tahlilimiz daha
evvel Meryem suresinin sonunda (Tebyinü’l Kur’an; c.3, s. 532- 548) verildiğinden,
ilgili bölümün oradan tekrar okunmasını öneriyoruz.
Konumuz olan Nahl/102, 103’den anlaşıldığına göre, bu ayetler bazı olaylar
üzerine inmiştir:

"Andolsun ki onların ‘Ona muhakkak bir insan öğretiyor’ dediklerini biliyoruz" buyruğunda,
Hz. Peygamber'e öğretiyor dedikleri bu şahsın ismi hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre,
sözü geçen bu kişi el-Fâkih b. el-Muğire'nin kölesi olup adı Cebr idi. Önceleri Hıristiyanken sonra
İslam’a girdi. Kureyş'in kâfirleri, Peygamber (sav)’den -ümmî olup hiç bir kitap okumamış olduğu
halde- geçmiş ve gelecek olaylara dair haberleri işittiklerinde “Ona bunları muhakkak Cebr
öğretmektedir” diyorlardı. Cebr ise Arap olmayan bir kimse idi. Yüce Allah da onların bu iddialarını
şöylece cevaplandırmaktadır: "İnkâra saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır. Bu ise apaçık
bir Arapçadır." Hiç bir insanın ve cinnin tek bir suresine ve daha fazla bir bölümüne karşı çıkarak
benzerini meydana koyamadığı böyle bir sözü Arap olmayan Cebr ona nasıl öğretebilir?
en-Nakkâş'ın naklettiğine göre, Cebr'in efendisi onu dövüyor ve ona şöyle diyordu:
“Muhammed'e sen öğretiyorsun, ha!” O: “Allah'a yemin ederim ki, hayır! Bilakis o bana öğretiyor ve
beni doğruya iletiyor” diyordu.
İbn İshak der ki: Bana nakledildiğine göre, Peygamber (sav), el-Hadranıî oğullarının kölesi
olan ve Cebr adındaki Hıristiyan bir kölenin yanında çokça otururdu. Bu kişi, [önceki] kitapları
okuyan birisi idi. Bunun üzerine müşrikler “Allah'a andolsun ki, Muhammed'in bu getirdiklerini ona
şu Hıristiyan Cebr'den başkası öğretmiyor” dediler.

63
İkrime ise “Bu kişinin adı Yaiş idi, el-Hadramî oğullarının bîr kölesi idi. Ra-sûlullah (sav) ona
Kur'ân-ı Kerim'i öğretiyordu.” Bunu el-Maverdî nakletmektedir.
es-Sa'lebî'nin İkrime ve Katade'den naklettiğine göre, bu, Muğire oğullarının bir kölesi olup
adı Yaîş idi. Arapça olmayan kitapları okumasını bilirdi. Kureyşlileıin “Şüphesiz ona bir insan
öğretiyor” demeleri üzerine bu âyet-i kerime indi.
el-Mehdevî'nin İkrime'den naklettiğine göre, bu, Âmir b. Lüey oğullarının bir kölesi olup adı
Yaîş idi.
Abdullah b. Müslim el-Hadramî dedi ki: Bizim, Aynu't-Temrliler'den Hıristiyan iki kölemiz
vardı. Bunlardan birisinin adı Yesar, diğerinin adı da Cebr idi. el-Maverdî ile el-Kuşeyrî ve es-Sa'lebî
de böyle nakletmişlerdir. Şu kadar var ki, es-Sa'lebî şunları da söylemektedir: Bunlardan birisinin adı
Nebt, künyesi Ebu Fükeyhe idi. Diğerinin adı ise Cebr idi. Bunların ikisi de kılıç yapar ve kılıç
bileyler idi. Ellerinde bulunan bir kitabı okuyorlardı. es-Sa'lebî (devamla) der ki: Bunlar, Tevrat ve
İncil'i okurlardı. el-Maverdî ve el-Mehdevî ise “Tevrat okurlardı” demişlerdir. Rasûlullah (sav)
bunların yanlarından geçer, onların okuyuşlarını dinlerdi. Müşriklerin “Bunlardan öğreniyor” demeleri
üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirerek müşrikleri yalanladı.
Bir diğer görüşe göre, müşrikler bu sözleriyle Selman el-Farisî (r.a)'ı kastetmişlerdi. Bunu ed-
Dahhâk ifade etmiştir.
Bir diğer görüşe göre, bu kişi, Bel'âm adında Mekke'deki bir Hıristiyan idi. Bu, Tevratı da
okuyan birisi idi. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Müşrikler de Rasûlullah (sav)'ı bunun yanına
girip çıkarken görüyorlardı. O bakımdan “Ona bunu öğreten ancak Bel'âm'dır” dediler. el-Kutebî der
ki: Mekke'de Rumca konuşan ve Ebu Meysere diye anılan Hıristiyan bir adam vardı. Kimi zaman
Peygamber (sav) onun yanında otururdu. Kâfirlerin “Şüphesiz Muhammed ondan öğreniyor” demeleri
üzerine bu âyet-i kerime indi.
Bir rivayete göre ise bu kişi Utbe b. Rabia'nın kölesi Addâs'tır. Bunun, Hu-veytıb b.
Abduluzza'nın kölesi Abis ile İbnü'l-Hadramî'nin kölesi Yesar Ebu Fükeyhe oldukları da söylenmiştir.
İkisi de İslâm'a girmişlerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Bunların hepsi ihtimal dâhilindedir. Çünkü Peygamber (sav) değişik zamanlarda,
Allah'ın kendisine öğrettiklerinden bunlara da öğretmek kastıyla bunların yanında oturmuş olabilir. Bu
da Mekke'de oluyordu. en-Nehlıâs der ki: Bu sözler birbirleriyle çelişen sözler değildir. Çünkü bu
iddiada bulunanların bütün bunlara işarette bulunmuş olmaları ve bunların Hz. Peygamber'e
öğrettiklerini iddia etmiş olmaları muhtemeldir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Muhammed b. İshâk b. Yessâr, “es-Sîre” adlı eserinde der ki: Bana ulaştığına göre, Allah
Rasûlü (s.a.) Merve yanında bir Hıristiyan olan ve kendisine Cebr adı verilen Hadram oğullarından
birine âit bir kölenin sattığı şeylerin yanında çokça otururdu. Onlar: “Allah’a yemin olsun ki,
getirdiklerinin birçoğunu Muhammed'e ancak Hadramoğulları kölesi Hıristiyan Cebr öğretiyor”
demekteydiler. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ “Andolsun ki; ona elbette bir insan öğretiyor,
dediklerini biliyoruz. Kastettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık Arapçadır” âyetini indirdi.
Abdullah İbn Kesîr de böyle söylemiştir. İkrime ve Katâde'den rivayete göre ise bu kölenin ismi Yaîş
idi. İbn Cerîr der ki: Bana Ahmed b Muhammed et-Tûsînin... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle
anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'de bir köle tanıyordu. Bu kölenin ismi Bel'âm olup dili
yabancıydı. Müşrikler, Allah Rasûlünün (s.a.) onun yanına girip çıktığını görürler ve “Muhakkak ona
Bel'âm öğretiyor” derlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Andolsun ki; ona elbette bir insan öğretiyor,
dediklerini biliyoruz. Kasdettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık Arapçadır” âyetini
indirdi. (İbn Kesir)

104- Şüphesiz Allah'ın ayetlerine inanmayan kimseler; Allah onları hidayete


ulaştırmaz ve onlar için pek acı bir azap vardır.
105- Yalanı, yalnızca Allah'ın ayetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte
onlar yalancıların ta kendileridir.

Bu ayetlerde Allah’a ve Resulüne iftira atanlar kınanmış ve bu kişilerin


akıbetlerinin iyi olmadığı, olmayacağı bildirilmiştir. Sonra da yalanı ancak Allah’ın
ayetlerine inanmayan kimselerin ortaya atacağı vurgulanarak inançlı kimselerin
öylesi yalanlar atmayacakları mesajı verilmiştir.

64
106- Her kim imanından sonra Allah’a küfür eder, - kalbi iman ile yatışmış
halde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere - ve de inkâra göğsünü açarsa, artık
kendilerinin üzerine Allah’tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır.
107- Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve
şüphesiz Allah'ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir.
108- Onlar, Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini damgaladığı/
mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir.
109- Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanların ta kendileridir.

Bu ayetlerde, zorlanmadığı, herhangi bir cebir altında kalmadığı halde imandan


sonra kendi istekleriyle küfre düşenlerin akıbetleri ve bu akıbete müstahak
olmalarının nedeni açıklanmaktadır. Eğer bir insan imandan sonra küfre dönmüşse,
bunun sebebi, dünya hayatını ahırete göre daha sevimli bulmuş olmalarıdır. Dünyada
sürecekleri safa ile ahırette sürecekleri sefayı karşılaştırmışlar, sonuçta peşin olanı
benimseyerek dünyadaki sefayı tercih etmişlerdir. Çünkü dünyaya, geçici zevk ve
sefaya olan tutkuları gönüllerini kör etmiş, hakikati görme yeteneklerini yok etmiştir.
Bu yanlış tercih sonucunda da ahırette kesin bir ziyana uğramışlardır.
Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi
çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi kılarız [hazırlarız]; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya
girer.
Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için
çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
Hepsine; onlara [dünyayı isteyenlere] ve bunlara [ahireti isteyenlere] Rabbinin ihsanından
veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir. (İsra/18-20)

Onlar [insanlar] aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] seviyorlar ve ağır bir günü arkalarına
atıyorlar. (İnsan/27)

Her kim ahiret ekinini isterse, Biz onun ekininde, onun için arttırırız. Ve her kim dünya
tarlasını isterse ona da ondan veririz. Ve onun için ahirette hiçbir nasip yoktur. (Şura/20)

106. ayette “… -kalbi iman ile yatışmış halde iken, baskıyla zorlanan hariç
olmak üzere- …” ifadesiyle yapılan istisna, imanlarından vazgeçirilmek üzere
dayanılmaz işkencelere ve acılara maruz bırakılan müminlerle ilgilidir. Bu ayetlerin
inişine dair klasik eserlerde şu bilgilere yer verilmiştir:
Yüce Allah'ın "Zorlanan müstesna olmak üzere" buyruğu, tefsir âlimlerinin görüşüne göre,
Ammâr b. Yâsir hakkında inmiştir. Çünkü Ammâr (r.a) kendisinden istedikleri şeylere kısmen
yaklaşmış idi. İbn Abbas der ki: Müşrikler onu, babasını, annesi Sümeyye'yi, Suheyb'i, Bilâl'ı,
Habbab'ı ve Salim'i alıp onlara işkence etmeye başladılar. Sümeyye iki deveye bağlandı ve ön tarafına
bir mızrak saplandı. Ona “sen erkekler sebebiyle İslâm'a girdin” denildi. Hem kendisi hem de kocası
Yâsir öldürüldü. İslâm tarihinde ilk öldürülen [şehit edilen] kişiler bunlardır. Ammâr ise zor ve baskı
altında diliyle onların istediklerini söyledi. Bunu Rasûlullah (sav)'a arz edince Rasûlullah (sav) da ona:
"Kalbini nasıl buluyorsun?" deyince O, “iman ile dopdolu ve huzur bulmuş olarak” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Rasûlullah (sav) ona "Bir daha aynı şeyi yapmaya kalkışacak olurlarsa, sen de öyle
yap" diye buyurdu. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Nasıl ki bir insan kalbi imanla doluyken dilinden küfür çıkmasıyla kâfir
olmuyorsa, kalbi küfür ile doluyken de sırf diliyle iman getirip Müslüman olduğunu
söylemekle de mümin olmaz. Böyle biri ancak münafık olur.
İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir. Ve müminleri
bilsin ve münafıklık yapanları bilsin içindir. Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya
savunma yapınız." denilmişti. Onlar: "Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık." dediler. Onlar, o

65
gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah,
gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. (Al-i Imran/166, 167)

110 - Sonra şüphesiz senin Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra
cihad eden ve sabreden kimseler içindir. Şüphesiz senin Rabbin bundan sonra
kesinlikle çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

Bu ayetlerde Rabbimiz, inançları uğruna eza çeken, hicret eden, elinden geldiği
ölçüde cihad eden, bunları yaparken de sabır ve sebat gösteren kimselerin yanında
olduğunu, böyle kimselerin Allah’ın rahmet ve bağışlamasına mazhar olacaklarını,
yaptıklarının karşılığını ahırette de dünyada da noksansız olarak alacaklarını beyan
etmektedir. Ayetteki “ … senin Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra
cihad eden ve sabreden kimseler içindir” ifadesi, sanki “Rabbin onların emrine
amadedir” dercesine bir ifadedir.
Rabbimiz aynı zamanda bu ayette, katlandıkları eziyet had safhaya gelmiş
müminlere bir çıkış yolu da göstermektedir. Bu yol, zor durumdaki müminlerin
hicret ederek daha güvenli bölgelere gitmesidir. Ancak anadan, babadan, evlattan,
akrabadan, arkadaştan, yıllarca biriktirdiği maldan ayrılıp kimseyi tanımadığı,
kimsenin de onu tanımadığı bir yere gitmek hiç de kolay değildir. Bu, her kişinin
değil, er kişilerin yapabileceği bir iştir. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz “Sonra
şüphesiz senin Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve
sabreden kimseler içindir” buyurarak bu er kişileri onurlandırmaktadır.
Hicretin ağırlığı ve kazandırdıkları hakkında Rabbimizin başka açıklamaları da
mevcuttur:
Kuşkusuz şu inanan ve hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlar ve
barındırıp yardım edenler, evet işte bunlari bazısı baszzısının velisi olanlardır. İnanan ve hicret
etmeyenlere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım
isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve
Allah yaptıklarınızı çok iyi görür. (Enfal/72)

Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun
-Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç
edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette
onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan
cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195)

111 - O gün, herkes kendi nefsi için uğraşarak gelecek ve herkese yaptığı
şeyleri tastamam alacak. Ve onlar zulme uğratılmayacak.

Ahırette herkes kendi derdine düşmüş, akrabalık ve tüm yakınlıklar bitmiştir.


Herkes kendini kurtarma çabasındadır. Herkes yakınlarından, dünyada ilişki içinde
olduklarından kaçar. Kendini kurtarmak için oğullarını, eşini, ailesini fidye vermeyi
bile düşünür:
Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman;
bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden,
annesinden, babasından,
eşinden, oğullarından.
O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/33-37)

66
Birbirlerine gösterilmiş oldukları halde suçlu o günün azabından kurtulmak için oğullarını,
eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların
hepsini fidye vermek ister. Sonra kendini kurtarabilsin. (Mearic/11- 14)

112- Ve Allah bir kenti misal olarak verdi: O [Bu kent], güvenli, huzurlu idi ve
oraya her bir yerden rızkı bol bol gelirdi. Ne var ki, onlar Allah’ın nimetlerine karşı
nankörlük ettiler. Allah da onlara, yapıp ürettikleri şeyler yüzünden açlık ve korku
elbisesini [felâketini] tattırıverdi.
113- Ve ant olsun ki, onlara içlerinden bir elçi gelmişti de onu yalanladılar.
Bunun üzerine, onlar zulüm yaparlarken azap onları yakalayıverdi.

Bu ayetlerde, güvenli, huzurlu, geçim vasıtaları bol bir kent örneği üzerinden
Kureyş kâfirlerine ciddi bir mesaj verilmiştir. Örnek verilen kentin halkı Allah’ın
nimetlerine nankörlük etmiş, Allah da onları sıkıntıya sokarak cezalandırmıştır. Bu
örnek üzerinden Kureyşli inkârcılara “Eğer bu nankörlükte devam ederseniz, sizin
kentinizi de sıkıntıya sokarız” mesajı verilmiştir.
Nitekim gerek ticaret yolları üzerinde olmasının getirdiği kazançla, gerekse
huzurlu ve güvenli bir belde olmasıyla rahat bir hayat yaşanan Mekke şehri,
müminlerin hicretinden sonra bir hayli kuraklık, kıtlık sıkıntısı yaşamıştır.
Ayette verilen kent örneği gerçek hayattan olabileceği gibi, ibret içerikli edebî
bir sanat da olabilir. Biz söz konusu örnek kenti Sebe’ olarak anlıyoruz:
Ant olsun ki Sebe kavmi için iskân ettikleri yerde bir ayet vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe!
-“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin [karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok
bağışlayıcı bir Rab!”-
Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim [barajların] selini
salıverdik ve o onlara iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki
bahçeye çevirdik.
Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok
nankör olanları cezalandırırız.
Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana
getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: -Buralarda gecelerce ve gündüzlerce
[sürekli] emniyet içinde gidin gelin!-
Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler.
Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm
çok şükreden sabırlı için elbette ayetler vardır. (Sebe/15-19)

Bu örnekle Kureyş kâfirlerine verilen mesaja gelince; konuya dair Kureyş


suresindeki açıklamalarımızı burada da naklediyoruz:
Kureyş’in güvenliği, esenliği için; -kış ve yaz seferlerinde güvenlik, esenlikleri- öyleyse
kendilerini açlıktan kurtararak beslemiş olan ve her korkudan onları güvene kavuşturmuş olan bu
Beyt’in Rabbine kulluk etsinler. (Kureyş/1-4)

Görüldüğü gibi, surede, “O Ev`in sahibi ve Rabbi”nin Kureyşlileri açlıktan


kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı bildirilmektedir. Bu nedenle
Kureyşlilerin sırf emniyet içinde nimetlenmeleri sebebiyle bile sadece Allah`a kulluk
etmeleri gerekmekteydi:
Yoksa çevrelerinde insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen orayı güvenli haram
[dokunulmaz] yaptığımızı görmediler mi? Hâlâ bâtıla inanıp Allah`ın nimetine nankörlük mü ederler?
(Ankebut/67)

Ve "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, kendi
katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, haram [dokunulmaz] bir
yere [Mekke`ye] yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas/57)

67
Kureyşliler “Bu Ev’e [Kâbe’ye]” sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve
hiçbir saygınlıkları yoktu. Mekke`de bir araya gelip Kâbe hizmetini üstlenince bütün
Arabistan`da saygın bir konuma yükseldiler. O dönemde insanlar Arabistan`ın hiçbir
yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamaz, saldırıya uğrama tehlikesi altında bir an
bile rahat uyuyamazlardı. Çünkü saldırılar ya ölüm ya da kölelikle sonuçlanırdı.
Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ
salim ilerleyebilirdi.
İşte, cahiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı böyle bir ortamda,
Mekke`deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emin bir durumdaydı.
Çünkü Mekke`nin bir düşman saldırısıyla karşılaşması söz konusu değildi.
Kureyşliler, taşıdıkları "Kâbe`nin hizmetçileri" sıfatı ile büyük ve küçük kafilelerle
ülkenin her tarafında serbestçe dolaşır, kimse kendilerine dokunmazdı. Hatta tek
başına seyahat eden bir Kureyşlinin "Ben Haremliyim" ya da "Ben Allah`ın
haremindenim" demesi bile saldırılardan kurtulması için yeterli olurdu. Bütün bu
avantajlar, Kureyş`in sadece maddî değerlerle değil, itibar ve güvenlik gibi manevî
değerlerle de nimetlendirildiğini göstermektedir. Bunların üzerine Rabbimiz bir de
onlara vahiy nimeti bahşetmiş, böylece Kureyşliler sapıklıktan, küfürden [dolayısıyla
da cehennemden] uzak kalma fırsatı yakalamışlardır. Rabbimiz, konumuz olan
ayetlerdeki uyarısıyla Kureyşli inkârcılara bu nimetleri iyi değerlendirmeleri, örnek
verilen kent halkının akıbetine düşmemeleri mesajını vermektedir. Çünkü Allah`ın
lütuf ve fazlına mazhar olanlar, kendilerine bu nimetleri bol bol veren Rablerine asla
nankörlük etmemelidirler.

114 - Artık Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak
yiyin. Allah'ın nimetine şükredin [karşılığını ödeyin]; eğer sadece O'na kulluk
edecekseniz.
115 - O [Allah], size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah'tan başkası
adına kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden
zorlanırsa, bilsin ki, şüphesiz Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.
116 – Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için,
“Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler iflah
olmazlar.
117- [Onların dünyalıkları], pek az bir kazanımdır. Ve onlar için çok acıklı
bir azap vardır.

Bu ayet grubunda Rabbimiz, insanlara verdiği temiz, hoş, nefis nimetlerden


yemelerini ve bu nimetlerin karşılığını ödemelerini [şükretmelerini] istemiştir. Sonra
da leşi, kanı, domuzun etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri yasakladığını
bildirmiştir. Ancak ölüm ihtimali gibi durumlarda, yasaklanmış yiyeceklerden zaruret
ölçüsünde yenilebilmesine izin vermiştir. Ayrıca herhangi bir şeyin haramlığını sadece
Allah’ın belirleyeceğini, Allah adına haram-helal koymanın Allah’a iftira olduğunu
bildirmiş, bu tür sahtekârlıkta bulunanları acıklı azap ile tehdit etmiştir.
Pasajda konu edilen helal ve haram gıdalar ile ilgili olarak En’am suresinde şu
hükümler bildirilmişti: (Ayetler ardışık olmadığı için numaralarıyla birlikte
verilmiştir.)

“136 – Ve onlar, O’nun [Allah'ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a bir hisse
kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte
ortakları için olan şey [hisse] Allah'a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm
ne kötüdür!

68
138 – Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle: “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir.
Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Bir
kısım hayvanları da O’na bir iftira olarak üzerlerine Allah'ın adını anmazlar. O [Allah], onları iftira
ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır.
139 – Ve onlar: “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza
haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır” dediler. O [Allah], onların nitelemelerini
onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, Hakîm’dir Alîm’dir.
142 – Ve O, hayvanlardan yük taşıyan, döşek yapılan yaratandır. Allah'ın sizi rızıklandırdığı
şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143 - Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı
yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Eğer doğrular
iseniz bana ilme dayanarak haber verin.”
144 - Ve deveden iki, sığırdan da iki. De ki: O [Allah], "İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki
dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Yoksa Allah’ın size
böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz [O’nun yanında mıydınız]? Böyle hiçbir bilgiye
dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah'a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir?
Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna kılavuz olmaz”.
145 - De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş, veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti
-ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]- yahut Allah'tan başkası adına
kesilmiş bir fisk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak Ama kim çaresiz kalırsa,
tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere… [bunlardan yiyebilir]” İşte şüphesiz senin
Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
118 – Artık, eğer Allah'ın âyetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan
yiyin.
146 – Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut
bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara
haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette
doğrularız.”
147 – Artık eğer seni yalanladılarsa, hemen de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Ve O’nun
azabı suçlular toplumundan geri çevrilmez.”
148 – Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık,
atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da
azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz,
sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” (En’am/136, 138, 139, 142-145, 118, 146)

Ayrıca bu konuda şu ayetlere de müracaat edilmelidir.


O, size ölü hayvanı, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanları haram
kıldı. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret
ölçüsünü geçmemek üzere ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok
merhametlidir. (Bakara/173)

Ey iman edenler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, kurbanlık hediyelere, gerdanlıklarına ve


Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü’l-Haram’ı [Kâbe’yi] kastedenlere sakın saygısızlık
etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman da avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden
dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takva üzerinde
yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz
Allah azabı çok çetin olandır.
Size leş, kan, domuzun eti, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen; boğulmuş, vurulmuş,
yukardan düşmüş, boynuzlanmış, canavar yırtmış olup da canlı iken kesmedikleriniz; dikili taşlar
üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı. Bunların hepsi doğru yoldan
çıkmaktır. Bugün şu küfretmiş olan kimseler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara
haşyet duymayın Bana haşyet duyun. Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım.
Size din olarak da İslâm’a razı oldum. Artık kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden zorda
kalırsa, Bilsinki şüphesiz Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir. (Maide/2-3)

118 –Biz sana anlattıklarımızı, daha önce Yahudilere de haram kılmıştık. Ve Biz
onlara zulmetmedik. Ama onlar kendilerine zulmediyorlardı

69
Bu ayette, yukarıda sayılan yasakların Yahudilere de yasak olan şeyler olduğu,
fakat onların yasakları artırarak kendilerine zulmettikleri bildirilmektedir.
Sonra da Yahudileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan
alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle
kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap
hazırladık.
Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce
indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman
edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfat vereceklerimizdir. (Nisa/l60-l62)

119 - Sonra şüphesiz senin Rabbin, bir cahillikle günah işleyen sonra bunun
ardından tövbe eden ve düzelten kimseler içindir. Şüphesiz ki senin Rabbin, bundan
sonra kesinlikle çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Rabbimizin rahmet kapılarını açarak günah işleyen kullarına tövbe ve yanlışları


düzeltme imkânı verdiğinin bildirildiği bu ayette, Rabbimiz kullandığı üslupla sanki
kullarını affetmeye hazır olduğu mesajını vermektedir. Rabbimiz rahmeti gereği
kullarına her zaman tövbe kapılarını açık tutmakta ve onlara ölmeden önce
küfürlerinden, günahlarından dönüş fırsatı tanımaktadır.
Bu mesajı içeren başka birçok ayet daha vardır:
Allah'ın [kabulünü] üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra
hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir,
hüküm/hikmet sahibidir.
Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: 'Ben şimdi gerçekten tevbe
ettim' diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır.
(Nisa/17,18)

Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği
kimseler için bağışlar. Kim Allah’a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş]
olur. (Nisa/48)

Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise,
[onlardan] dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.
(Nisa/16)

Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olan şu kimseler; onların
tevbeleri asla kabul olunmayacaktır. Ve işte onlar sapıkların ta kendileridir.
Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları halde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu
altın - onu fidye verseler bile - asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için
olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Al-i Imran/90, 91)

120, 121 - Şüphesiz İbrahim içtenlikle Allah’a boyun eğen, hanif [dönmüş],
O’nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o,
müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], onu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı.
122 - Ve Biz ona [İbrahim'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o,
ahirette de kesinlikle salihlerdendir.
123 - Sonra sana: “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrahim’in milletine
tabi ol” diye vahyettik.

İbrahim peygamberin konu edildiği bu ayet grubunda, İbrahim’in (as) Allah’a


teslim olmuş, O’na yönelmiş [Hanif olmuş], O’nun nimetlerine şükreden biri olduğu
hatırlatılarak Mekke müşriklerine, torunu olmakla övündükleri İbrahim (as) gibi

70
olmaları, onun dinine uymaları; yani İbrahim’in dinindeki helal ve haramları dikkate
almaları uyarısı yapılmıştır.
Bu mesajda İbrahim peygamber şu niteliklerle tanıtılmıştır:
İbrahim başlı başına bir ümmettir
• Kanittir
• Haniftir
• Müşriklerden değildir
• Allah’ın verdiği nimetlere şükreden bir kişidir
• Allah’ın elçi olarak seçtiği bir kişidir
• Allah’ın hidayetine mazhar olmuş birisidir
• Allah ona dünyada bile güzellik vermiştir
• Ahırette de salihlerdendir

İbrahim peygamberin burada sayılan sıfatlarıyla ilgili Kur’an’da birçok ayet


vardır. Ancak biz bu sıfatlardan sadece üç tanesini tahlil etmekle yetineceğiz:

İbrahim’in (as) Başlı Başına Bir Ümmet Olması

Daha evvel birkaç kez açıkladığımız (Tebyinü’l Kur’an; c. 2, s. 577-580) gibi,


“ümmet” sözcüğü “Kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda
aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü, aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme
neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu” demektir. İbrahim peygamberin başlı
başına bir ümmet olarak nitelenmesinden, onun sosyal konularda ve işlerde koca bir
topluma bedel bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Bir toplumun fertlerindeki faziletlerin
hepsi onda mevcuttu.
Buradaki “ümmet” sözcüğünü “imam” anlamında anlamak da mümkündür.
Ve hani Rabbi İbrahim’i, birtakım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o, onları tam olarak
yerine getirince [Rabbi ona], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O da
“Zürriyetimden de [yap!]” dedi. [Rabbi ona] “Benim ahdim zâlimlere nail olmaz!” dedi. (Bakara/124)

• İbrahimin Kanit Olması

“Kanit” sözcüğü “kunut” sözcüğünün etken isim kalıbıdır. “Kunut” sözcüğü


“susmak, saygı duruşunda bulunmak” demektir. (Lisan; 7/504 knt mad.) Dinî terim
olarak “kunut”, “Allah’a kullukta mütevazı, saygılı olmak ve bu durumu sürdürmek”
demektir. Bu sıfat gerçek müminlerin niteliği olarak Kur’an’da birçok kez yer
almıştır. (Ahzab/31,35, Zümer/9, Nisa/34, Tahrim/5, 12, Bakara/116, 238, Rum/26
ve Al-i Imran/17) Kanit sözcüğü özel kişi olarak burada İbrahim Peygamber için, Al-
i Imran/43’te de Meryem için kullanılmıştır. Bu niteliğin İbrahim peygamber için
kullanılması, onun Allah’a saygılı, saygısında devamlı, saygıda kusur etmeyen biri
olduğu anlamındadır.

• Hanif

“Hanefe” sözcüğü “ayak dönmesi, iki ayağın başparmakları karşı karşıya


gelecek şekilde dönmesi” anlamındadır. Sözcüğün, ayak tabanının üste gelmesi
anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Sözcük daha sonraları “hayırdan şerre,
şerden hayra dönme” anlamında kullanılır olmuştur. Zaman içerisinde İbrahim
peygamberin önemli bir niteliği olmuş, “şirkten tevhide yönelme” anlamında

71
genelleşmiştir. Kur’an indiği dönemde Mekke’de İbrahim dinine mensup olanlara,
dışarıdan Mekke’ye gelip hacc eden ve sünnet olanlara “hanif” denilirdi. Daha sonra
bu sözcük “Müslim [Müslüman]” anlamında kullanılır oldu. (Lisanü’l-Arab c: 2, s:
629, 630 “hnf” mad.)
Biz, sözcüğün anlamı ile ilgili yukarıdaki açıklamaları da dikkate alarak
sözcüğün “önceleri müşrik iken sonra müşrikliği bırakıp tevhide yönelen” şeklinde
değil, “şirk koşmaksızın tevhide yönelen” şeklinde anlaşılması gerektiği
kanaatindeyiz. Nitekim aşağıdaki ayetten de bu anlaşılmaktadır:
… Allah’a yönelmişler olarak, O’na şirk koşanlar olmayarak o putlardan olan kirlilikten
kaçının, yalan sözden de kaçının. Bilin ki, Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı
veya rüzgârın kendisini ıssız bir yere sürüklediği şey gibidir. (Hacc/30, 31)

Kur’an’da “ ‫ ءءءء‬haniyf” sözcüğü ilk kez Yunus suresinde yer almıştır:


De ki: “Ey insanlar! Eğer benim dinimden “şekk”te idiyseniz [benim dinimin ne olduğunu
kesin ve tam olarak bilmiyorduysanız], iyi bilin ki, Allah’ın astlarından sizin taptıklarınıza ben
tapmam. Velâkin sizin canınızı alacak olana [Allah’a] taparım. Ve ben müminlerden olmamla ve
‘yüzünü [tüm benliğini] hanif olarak [şirkten, küfürden Hakk’a dönen biri olarak] Din’e döndür ve
sakın müşriklerden olma! ve Allah'ın astlarından sana fayda vermeyen, zararı da dokunmayacak olan
şeylere yalvarma! Buna rağmen eğer yaparsan, o zaman hiç şüphesiz sen zalimlerden olursun’ diye
emrolundum.” (Yunus/104-106)

İbrahim peygamberin hanifliği ile ilgili Yunus suresinde geniş açıklama


yapıldığından, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 4 s: 587, 588) okunmasını
öneriyoruz:

Konumuz olan pasajdaki 128. ayette Rabbimiz “Sonra sana ‘Hanif olan ve
müşriklerden olmayan İbrahim’in milletine tabi ol’ diye vahyettik” buyurmuştur.
Rabbimizin bu beyanından, vahyin özünün [ilahi ilkelerin] ilk peygamberden son
peygambere hiç değişmediğini anlıyoruz. İlk peygambere verilen din nimeti ile son
peygambere verilen din nimetinin özü aynıdır:
Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim'in
milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’an’da], elçinin size şahit
olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame
edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevla’nızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan
yakınınızdır]. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, hanif
İbrahim’in milletine. O [İbrahim], ortak koşanlardan olmamıştı.” (En’am/161)

124 – Sebt [Tefekkür günü], ancak kendisinde ihtilaf eden kimseler üzerine
kılındı. Ve şüphesiz senin Rabbin onların içinde ihtilaf edip durdukları şeyler
hakkında kıyamet günü, aralarında kesinlikle hüküm verecektir.

Bu ayette “Sebt”in kimler üzerine farz kılındığı açıklanmakta ve Sebt’e önem


vermeyenlerin cezalandırılacakları bildirilmektedir. “Sebt”, şu anda “sebt” konusu ile
ilgili kargaşa çıkaranlar üzerine faz kılınmıştı. Bu konuda ihtilaf edip duranlar
İsrailoğulları’dır.
“Sebt” aslında “rahat, istirahat, sakinlik, işi bırakmak, uyumak” anlamındadır.
(Lisanü’l Arab, c.4 , s. 462 “sbt” mad.)
“Sebt” ile ilgili olarak daha evvel A’raf suresinin tahlilinde ayrıntılı bir
açıklama yapmıştık. Önemine binaen konuyu kısaca özetliyoruz:

72
“SEBT” GÜNÜ

Halk arasında “cumartesi günü” olarak bilinen “sebt” günü; insanların günlük
yaşamları ile ilgili [dünyevî] işlerini bir taraf bırakıp bunları hiç düşünmeden, sadece
Tanrı’nın sözlerini dinledikleri ve bunları derin derin düşünmeye vakit ayırdıkları,
dolayısıyla hem bedenlerini hem de ruhlarını dinlendirdikleri gündür.
İsmi “Şabat Günü” olarak geçen “sebt” günü hakkında Tevrat’ta şunlar
yazmaktadır:

Çıkış, 20. Bölüm; 1–11. cümleler:

On Buyruk

1- Tanrı şöyle konuştu: 2- "Seni Mısır'dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın RABB
benim. 3- "Benden başka tanrın olmayacak. 4- "Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde
ya da yeraltındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. 5- Putların önünde
eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben, Tanrın RABB, kıskanç bir Tanrı'yım. Benden nefret
edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım. 6-
Ama beni seven, buyruklarıma uyan binlerce kuşağa sevgi gösteririm. 7- "Tanrın RABB'in adını boş
yere ağzına almayacaksın. Çünkü RABB, adını boş yere ağzına alanları cezasız bırakmayacaktır. 8-
"Şabat Günü'nü kutsal sayarak anımsa. 9- Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. 10- Ama
yedinci gün bana, Tanrın RABB'e Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve
kadın kölen, hayvanların, aranızdaki yabancılar dâhil, hiçbir iş yapmayacaksınız. 11- Çünkü ben,
RABB, yeri göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım, yedinci gün dinlendim. Bu yüzden
Şabat Günü'nü kutsadım ve kutsal bir gün olarak belirledim.

Levililer 19. Bölüm; 1–4. cümleler:

Adalet ve Kutsallık Yasaları

1- RABB Musa'ya şöyle dedi: 2- "İsrail topluluğuna de ki, 'Kutsal olun, çünkü ben Tanrınız
RABB, kutsalım. 3- "'Herkes annesine babasına saygı göstersin. Şabat günlerimi tutun. Tanrınız
RABB benim. 4- "'Putlara tapmayın. Kendinize dökme ilahlar yapmayın. Tanrınız RABB benim.

Sayılar 15. Bölüm; 32–36. cümleler:


Şabat Günü'nü Tutmayan Öldürülüyor

32- İsrailliler çöldeyken, Şabat Günü odun toplayan birini buldular. 33- Odun toplarken adamı
bulanlar onu Musa'yla Harun'un ve bütün topluluğun önüne getirdiler. 34- Adama ne yapılacağı
belirlenmediğinden onu gözaltında tuttular. 35- Derken RABB Musa'ya, "O adam öldürülmeli. Bütün
topluluk ordugâhın dışında onu taşa tutsun" dedim 36- Böylece topluluk adamı ordugâhın dışına
çıkardı. RABB'in Musa'ya buyurduğu gibi, onu taşlayarak öldürdüler.

Yeremya 17. Bölüm; 21–27. cümleler:


21- RABB diyor ki, Şabat Günü yük taşımamaya, Yeruşalim kapılarından içeri bir şey
sokmamaya dikkat edin. 22- Şabat Günü evinizden yük çıkarmayın, hiç iş yapmayın. Atalarınıza
buyurduğum gibi Şabat Günü'nü kutsal sayacaksınız.23- Ne var ki, onlar sözümü dinlemediler, kulak
asmadılar. Dik başlılık ederek beni dinlemediler, yola gelmek istemediler. 24- Beni iyi dinlerseniz,
diyor RABB, Şabat Günü bu kentin kapılarından yük taşımayıp hiç iş yapmayarak Şabat Günü'nü
kutsal sayarsanız, 25- Davut'un tahtında oturan krallarla önderler savaş
arabalarına, atlara binip Yahuda halkı ve Yeruşalim'de yaşayanlarla birlikte bu kentin kapılarından
girecekler. Bu kentte sonsuza dek insanlar yaşayacak. 26- Yahuda kentlerinden, Yeruşalim
çevresinden, Benyamin topraklarından, Şefela'dan, dağlık bölgeden, Negev'den gelip RABB'in
Tapınağı'na yakmalık sunular, kurbanlar, tahıl sunuları, günnük ve şükran sunuları getirecekler. 27-

73
Ancak beni dinlemez, Şabat Günü Yeruşalim kapılarından yük taşıyarak girer, o günü kutsal
saymazsanız, kentin kapılarını ateşe vereceğim. Yeruşalim saraylarını yakıp yok edecek, hiç
sönmeyecek ateş."

Hezekiel 20. Bölüm; 12–24. cümleler:


12- Kendilerini kutsal kılanın ben RABB olduğumu anlasınlar diye aramızda bir belirti olarak
Şabat günlerimi de onlara verdim. 13- "'Böyleyken İsrail halkı çölde bana başkaldırdı. Uygulayan
kişiye yaşam veren kurallarımı izlemediler, ilkelerimi reddettiler. Şabat günlerimi de hiçe saydılar. Bu
yüzden çölde öfkemi üzerlerine yağdırıp onları yok edeceğimi söyledim. 14- Ama İsrailliler'i
Mısır'dan çıkardığımı gören ulusların gözünde adıma leke gelmesin diye bunu yapmadım. 15- Ben de
kendilerine verdiğim en güzel ülkeye, süt ve bal akan ülkeye onları götürmeyeceğime çölde ant içtim.
16- Çünkü ilkelerimi reddettiler, kurallarımı izlemediler, Şabat günlerimi hiçe saydılar. Yürekleri
putlarına bağlıydı. 17- Yine de onlara acıdım, onları yok etmedim, çölde işlerine son vermedim. 18-
Çölde çocuklarına atalarınızın kurallarını izlemeyin, ilkelerine göre yaşamayın, putlarıyla kendinizi
kirletmeyin dedim. 19- Ben Tanrınız RABB'im, benim kurallarımı izleyin, benim ilkelerim uyarınca
yaşayın. 20- Aramızda bir belirti olsun diye Şabat günlerimi kutsal sayın. O zaman benim Tanrınız
RABB olduğumu anlayacaksınız dedim. 21- "'Ne var ki, çocuklar bana karşı geldiler. Kurallarımı
izlemediler. Uygulayan kişiye yaşam veren ilkelerim uyarınca dikkatle yaşamadılar. Şabat günlerimi
hiçe saydılar. Bu yüzden çölde öfkemi üzerlerine yağdıracağımı, kızgınlığımı dökeceğimi söyledim.
22- Ama elimi geri çektim, İsrailliler'i Mısır'dan çıkardığımı gören ulusların gözünde adıma leke
gelmesin diye bunu yapmadım. 23- Onları ulusların arasına dağıtacağıma, başka ülkelere
göndereceğime çölde ant içtim. 24- Çünkü ilkelerimi izlemediler, kurallarımı reddettiler. Şabat
günlerimi hiçe saydılar, gözlerini atalarının putlarına diktiler.

Dünya işlerini bırakıp ibadete tahsis edilen gün olan “sebt” gününün halk
arasında “cumartesi günü” olarak yaygınlaşmasının sebebi, “sebt”in cumartesi
günlerinde uygulanmasından kaynaklanmaktadır.
“Sebt” konusunun ayette konu edilmesinin sebebi, Sebt’in İbrahim
peygamberin dininde olmadığını beyan içindir. Sebt [Dünyevi işlerin kısıtlanması]
Yahudilere özel olarak yüklenen bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğün sebebi ise
Kitab-ı Mukaddes alıntılarından da anlaşılacağı üzere Yahudilerin kanunlara ve
emirlere sürekli karşı gelmeleridir.

125 - Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş


kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O,
hidayette olanları da en iyi bilendir.

Bu ayetlerde Resulullah’a hitap edilmiş ve kendisine Allah yolunda nasıl bir


davet metodu izlemesi gerektiği bildirilmiştir. Yüce Allah’ın bu konuda uyulmasını
istediği davet metodu, insanların İslam’a hikmetle ve güzel öğütle davet edilmeleri,
kendileriyle en güzel bir biçimde mücadele edilerek hakka çağırılmaları metodudur.
Davetin hangi metotla yapılması gerektiği aşağıdaki ayette de konu edilmiştir:
Kendilerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve:
“Biz, bize indirilene ve size indirilene inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir. Biz sadece ona
teslim olmuş kimseleriz” deyiniz. (Ankebut/46)

Âyetin Nüzul Sebebi:

Tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu, bu âyet-i kerimenin Medine'de indiğini


kabul etmektedir. Bu âyet-i kerime, Uhud günü Hz. Hamza'ya müsle yapılması
[azalarının kesilmesi] hakkında inmiştir. Bu husus, Sahih-i Buhârî'de Siyer
bölümünde söz konusu edilmektedir.

74
en-Nehhâs ise bu âyetin Mekke'de indiği kanaatindedir. Anlamı itibariyle de
kendisinden önce Mekke'de inmiş buyruklar ile güzel bir bağlantısı vardır. Çünkü
burada davet olunan ve kendisine öğüt verilenden, kendisiyle tartışılana, oradan da
yaptığı fiile karşılık ceza verilene tedrici olarak geçiş yapılmaktadır. Ancak,
cumhurdan gelen rivayet daha sağlamdır.

Dârakutnî'nin rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Müşrikler, Uhud'da öldürülenleri
bırakıp gittikten sonra Resulullah (sav) öldürülenlerin yanına gitti. Hoşuna gitmeyen bir manzara ile
karşılaştı. Hamza'nın karnının yarılmış olduğunu, burnunun ve kulaklarının kesilmiş olduğunu
görünce şöyle dedi: "Eğer kadınlar üzülmeyecek yahut benden sonra izlenecek bir sünnet olmayacak
olsaydı, Allah onu yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından (kıyamet gününde) dirilteceği vakte kadar
bırakırdım. And ederim ki, onun yerine yetmiş kişiye müsle yapacağım." Daha sonra bir örtü
getirilmesini istedi, onunla yüzünü örttü. Ayakları dışarıda kaldı. Resulullah (sav), bu örtüyle yüzünü
kapattı, ayaklarının üzerine de izhir otu koydu. Sonra onu öne geçirerek üzerinde on defa tekbir
getirdi. Daha sonra (şehidler) birer birer getirilip (cenaze namazları kılınmak üzere) konuluyordu.
Hamza ise mekânında duruyordu. Sonunda Hz. Hamza'nın üzerine yetmiş namaz kılmış oldu. Çünkü
(Uhud'da) öldürülenlerin sayısı yetmiş idi. Şehitlerin defnedilme işi bitirildikten sonra şu: "Rabbinin
yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et... Sabret, senin sabrın ancak Allah iledir" âyetleri indi.
Resulullah (sav) da sabretti ve kimseye müsle uygulamadı. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Rabbimiz Kur’an’da büyük cihadın Furkan ile yapılmasını emretmiştir.


Kur’an’ın öğüt oluşunu da yüzlerce ayette bildirmiştir:
Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat
yap! (Furkan/52)

Davet şekli, yolları ve malzemesi Kur’an’da hep gösterilmiştir. Emredildiği


şekilde “en güzel şekilde mücadele”, kırıcı olmadan, yumuşak sözlerle, kötülüğe
karşı iyilikle karşılık vererek, bilgi ve bilimsel verilerle ortak değerlere dikkat
çekmekle ve sabırla yapılabilir. Davetin böyle olması gerektiği şu ayetlerden de
anlaşılmaktadır:
Her ikiniz gidin Firavuna. O, gerçekten azdı. Sonra ona öğüt alması ve haşyet duyması için
yumuşak söz söyleyin.” (Ta Ha/43, 44)

İşte sen [o zaman], sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı
yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile.
İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül
edenleri sever. (Al-i Imran/159)

Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rablerine haşyet duyarlar ve


hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı ikame etmişler ve
kendilerine verdiğimiz rızklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle
ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından,
eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan
yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selam olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”
(Rad/21- 24)

Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha


güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav.
O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır. (Fussilet/33, 34)

İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgiden başka şeyle tartışır. Ve tüm azılı şeytanı
izlerler. (Hacc/3)

De ki: “Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına

75
kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ın astlarından bazımız bazımızı rabler
edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlara yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim Müslümanlar
olduğumuza şahit olun” deyin. (Al-i Imran/64)

126 – Ve eğer ceza verecek olursanız da sizin cezalandırıldığınızın misli ile


ceza verin. Ve eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.

Bu ayette Rabbimiz kötü muamelelere karşı sabırlı ve affedici olunmasını,


hemen cezalandırmaya girişilmemesini buyurmuştur. Müminlerin sıfatlarından birisi
de, “öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler, … kendilerine bağy [bir zulüm ve
saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler”
olmalarıdır.

Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha


güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle
sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır. (Fussılet/33,
34)

Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav, Biz onların yakıştırmakta oldukları şeylerin çok iyi
biliriz. (Mü’minun/96)

Bu konuda Yusuf peygamberden de bir örnek verilmiştir. O, kendisine kötülük


yapan kardeşlerini affetmiştir:

O [Yusuf] dedi ki: “Siz cahiller iken Yusuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?"
Onlar [Yusuf’un kardeşleri]: “Yoksa sen, sahiden Yusuf musun?” dediler. O [Yusuf]: "Ben
Yusuf'um, bu da kardeşim. Kesinlikle, Allah bizi nimetlendirdi. Şüphesiz kim takvalı davranır ve
sabrederse, artık hiç şüphesiz Allah, iyi, güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez” dedi.
Onlar dediler ki: “Allah’a yemin olsun, Allah seni gerçekten bize üstün kıldı. Ve biz gerçekten
hatalılar idik.”
O [Yusuf] dedi ki: “Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah sizi mağfiretiyle
bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne
koyun, basîr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle gelir [derbederlikten kurtulur]. Ve
bütün ailenizi bana getirin.” (Yusuf/89- 92)

Affedici olma konusu daha evvel Şura suresinin tahlilinde ele alındığından,
ayrıntılı açıklamalarımızın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 6, s: 359-361) okunmasını
öneriyoruz.

127 – Sen sabret! Senin sabrın da ancak Allah iledir. Onlar için üzülme!
Onların kurdukları tuzaklardan sıkıntıya düşme!
128- Şüphesiz ki Allah, takvâlı davranan kişiler ve kendilerini
iyileştiren/güzelleştiren kişilerin ta kendisi olanlar ile birliktedir.

Bu ayetlerde Rabbimiz, önceki ayetteki emrine ilave olarak Resulullah’a


görevini metanetle sürdürmesini, inatçılar için üzülmemesini, onların yüzünden
sıkıntıya düşmemesini emredip daha sonra da tüm insanlığa bir beyanname
mahiyetindeki şu müjde ve güvenceyi bildirmiştir: Şüphesiz ki Allah, takvâlı
davranan kişiler ve kendilerini iyileştiren/ güzelleştiren kişilerin ta kendisi olanlar
ile birliktedir.
Görüldüğü gibi, surenin son mesajı Allah’ın takvalı davranan ve iyileştiren
müminler ile beraber olduğu müjdesidir. “Allah’ın beraber olduğu kişi” demek,
dünya ve ahırette sırtı yere gelmeyecek kişi demektir. Bu sabır ve güvenci
Resulullah’tan ve Musa peygamberden nakledilen şu ifadelerde de görüyoruz:

76
O [Musa]: “Hayır... Hayır... Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir” dedi.
(Şuara/62)

Eğer siz ona [elçiye] yardım etmezseniz, bilin ki Allah ona kesinlikle yardım etmiştir. Hani o
küfretmiş kişiler, onu ikinin ikincisi olarak çıkarmışlardı. Hani ikisi mağarada idiler. Hani o,
arkadaşına "Üzülme, şüphesiz Allah bizimle beraberdir." diyordu. Bunun üzerine Allah, onun üzerine
huzur indirmiş, onu sizin görmediğiniz askerlerle desteklemiş ve küfreden kişilerin sözünü en alçak
kılmıştı. Allah’ın kelimesi de en yücenin ta kendisidir. Ve Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir. (Tevbe/40)

Allah’ın takva sahipleriyle birlikte olduğu şu ayetlerde de ifade edilmiştir:


Haram ay haram aya karşılıktır. Ve bütün haramlar kısastır [birbirine karşılıktır]. O halde kim
size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının ayniyle saldırın. Ve Allah’a takvalı davranın. Ve bilin ki
Allah, takva sahipleriyle beraberdir. Bakara; 194:

Şüphesiz Allah katında; Gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah’ın yazısında, ayların sayısı, ay
olarak on ikidir. Bunlardan dördü Haram’lardır [Haram Ay’lardır]. İşte bu koruyan dindir. Bu sebeple
onlarda [haram aylarda] kendinize zulmetmeyiniz. Ve sizinle toptan savaşan müşriklerle siz de toptan
savaşın. Ve şüphesiz Allah’ın muttakiler ile beraber olduğunu bilin. (Tevbe/36)

Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette Kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve


şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik-güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebut/69)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.

77

You might also like