You are on page 1of 12

Sunuş

SUNUŞ

‫شيطان الّرجيم اعوذ‬


ّ ‫ل من ال‬
ّ ‫با‬
Eûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm

Kur'an'ı Arapça aslından okuyup anlamak ve anladıklarımı Türkçe anlatmak üzere,


Şeytanıracîmden, onun telkin ve iğvalarından Allah'a sığınıyorum. Allah'ın izniyle bu kitapta
hevâ, heves ve kuruntudan kaynaklanan ham düşünce üretimine yer verilmemiştir.
Açıklamalar Kur'ancadır, yani Rabbimizin açıklamalarıdır. Bir ayetteki kısa ve öz ifadeler,
daha ilerideki surelerde detaylandırılmış olan ayetler ile açıklanmıştır.

‫ل الّرحمن الّرحيم‬
ّ ‫بسم ا‬
Bismillâhirrahmanirrahîm

Kur'an'ın Türkçe açıklamasına Rahman ve Rahîm Allah adıyla ve O'nun adına


başlamış bulunuyoruz. Bu çalışma, kesinlikle maddî ya da dünyevî bir beklenti söz konusu
olmadan, sadece Allah'ın rızasını kazanmak dileği/duası ile yapılmıştır.

‫ب العالما‬
ّ ‫لر‬
ّ ‫ نلحمد‬.............
Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn…….

Tam olarak yalnız kendisine malum olan özelliklerini bilemediğimiz için Yüce Allah'ı
layığı ile övemesek de, bilebildiğimiz ve tahayyül edebildiğimiz tüm övgüleri âlemlerin
Rabbi, Rahman ve Rahîm Allah için özgülüyor, bilhassa bize Kur'an'ı Türkçe olarak
okuyucuya sunma nimetini bahşettiği için O’na sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz.

‫سلم علينا‬
ّ ‫صلوة وال‬
ّ ‫ وال‬...........
Vessalâtü vesselâmü aleyna ……..

Yüce Rabbimizden, peygamberi Muhammed'i, yakınlarını ve arkadaşlarını destekleyip


kolladığı gibi, bizlerle birlikte Allah'ın dinine hizmet edenlerin tümünü de korumasını,
kollamasını ve desteklemesini niyaz ediyoruz.

Bu kitap “tefsir” değil, “teybin”dir.

“‫ الّتفسير‬Tefsir” sözcüğü, terim olarak “Kur'an'ı, Yüce Allah'ın muradına delâlet etmesi
yönünden beşerî takat oranında açıklamak” demektir.
“ ‫ تفسسسير‬Tefsir” sözcüğünün kökü “ ‫ فسسسر‬Fesr” sözcüğüdür. “Açıklamak, örtülü şeyi
açmak” anlamına gelen bu sözcük, ilk defa tıp alanında “doktorun suya bakması” anlamında
kullanılmıştır. Nitekim bu kökün başka bir türevi olan “‫ تفسرة‬tefsira” sözcüğü, “hastalığın
tespiti için üzerinde araştırma yapılan sidik” demektir. (Lisanü’l-Arab; Fesr maddesi, cilt 7,
sf. 101)
Hekimler getirilen “tefsira”ya bakarak hastalıkların sebeplerini bulup açıkladıkları için
“fesr” sözcüğü de zamanla yukarıda verilen “açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamında
kullanılmaya başlanmıştır. “Fesr” sözcüğünün tef'il babından mastarı olan “tefsir” sözcüğü de
bu anlama paralel olarak “iyice araştırmak, çok açıklamak” anlamında kullanılmaktadır.
Bütün bunlar, “tefsir” sözcüğünün filolojik olarak şu anlamlara delalet ettiğini
göstermektedir: “Anlaşılamamış, kapalı, müşkil, müphem bir sözü, konuyu, ya da meseleyi
anlaşılır hâle getirmek.” Böyle bir tarif, sözcüğün terim anlamı için verdiğimiz tanımla da

1
uyumludur. Ragıp da el-Müfredat adlı eserinde “tefsir” sözcüğünü Lisanü’l-Arab'a uyumlu
olarak açıklamıştır. (El Müfredat, Fesr maddesi, sf. 380)
Bu bilgilere göre “Kur'an tefsiri” diye yazılan eserler, müellifleri böyle düşünmeseler
de, Kur'an'ın kapalı, müphem ve örtülü olduğunu peşinen kabul etmiş olmaktadırlar.
Bu nedenle, elinizdeki bu çalışmanın bir Kur'an tefsiri olmadığını özellikle belirtmek
gerekir. Bizim anlayışımıza göre Kur'an'ın insanlar tarafından tefsirine ihtiyaç yoktur. Çünkü
Kur'an'ın bizzat kendisi yüceler yücesi Rabbimiz tarafından yapılmış en güzel tefsirdir.
Nitekim Furkan suresinin 33. ayetinde “Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana
hakkı [doğrusunu] ve en güzel açıklamayı getirmeyelim” denilerek Kur'an'ın en iyi tefsir
olduğu, ele aldığı meseleleri en güzel şekilde açıkladığı ve problemleri tamamen çözdüğü
bildirilmektedir. Ayrıca Kur'an'da “ ‫ ايسسات بّينسسات‬Ayatün Beyyinatün”, “ ‫ كتسساب مسسبين‬Kitabün
Mübin”, “ ‫ بّينه‬Beyyenehü”, “‫ مبّينات‬Mübeyyinat”, “ ‫ تبيان‬Tibyan” ve “ ‫ بيان‬Beyan” gibi aynı
kökten türetilmiş kavramlarla Kur'an ayetlerinin apaçık olduğu bildirilmiş, Kur'an'ın kapalı,
müşkil, anlaşılmaz olmadığı yüzlerce kez vurgulanmıştır. Yüce Allah kitabındaki mesajlarının
açıkça anlaşılabilmesini sağlamak için her türlü anlatım tekniğini kullanmış, bir anlatım aracı
olarak sivrisinek gibi en basit şeyleri bile örnek vermekten çekinmemiştir. Böylece ilahi
mesajlar üniversitedeki akademisyenden dağdaki çobana kadar herkes tarafından
anlaşılabilecek bir açıklığa kavuşturulmuştur.
Kur'an'ın herhangi bir tefsire gerek duyulmayacak kadar açık ve anlaşılır olduğunu
gösteren bu gerçekler ortada iken Kur’an’ı tefsir etme iddiasıyla yola çıkmak, en hafifinden
cüretkârlık olarak nitelendirilecek bir yaklaşım olsa gerektir.
“ ‫ تسسبيين‬Tebyîn” sözcüğü, iki zıt anlam için de kullanılan “ ‫ بيسسن‬Beyn” sözcüğünün
türevlerinden olup tef'il babından mastardır. Saklama anlamına gelen “ ‫ كتم‬Ketm” sözcüğünün
zıt anlamlısı olan “tebyîn”, “açığa koyma” demektir. Ancak bu, iyi anlaşılmamış bir şeyi
açıklama anlamında değil, var olan bir şeyi ortaya koyma, gözler önüne serme anlamında bir
açığa koymadır. Meselâ Araplar “ ‫صبح لذى العينين‬ ّ ‫ بّين ال‬Beyyene’s-subhu li zi’l-ayneyni” yani
“Sabah, gözü olanlara her şeyi ortaya koydu” şeklinde bir deyim kullanmaktadırlar. Bir
benzetme yaparak anlatmak gerekirse; “Tebyîn” buz dolabında, kilerde veya herhangi bir
yerde durmakta olan yiyeceklerin yenmek üzere masanın üzerinde hazır duruma getirilmesi,
yani zaten var olan yiyeceklerin bulundukları yerden alınıp ortaya konulmasıdır. “Ketm” ise
tam tersine, ortada durması gereken bir şeyin ortadan kaldırılıp bir yerlere saklanmasıdır.

“Tebyin” sözcüğünün bu anlamı Kur'an'da net olarak vurgulanmıştır:

Bakara 159, 160: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz, insanlara apaçık
gösterdikten sonra gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder. Ancak
tövbe edip durumlarını düzeltenler ve [açık delilleri ve hidayeti] açıkça ortaya koyanlar
başkadır. Zira Ben onların tövbelerini kabul ederim. Ben tövbeyi çokça kabul eden ve çokça
esirgeyenim.”

Âl-i Imran 187: “Ve hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka
insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise
bunu kulak ardı ettiler, onu az bir bedel karşılığı sattılar. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!”
Tebyin sözcüğünün ism-i mef'ul kalıbına konulmuş bazı türevleri Kur’an’da “ ‫فاحشة‬
‫ مبّينسسة‬Fahişetün mübeyyinetün (Nisa 19, Ahzab 30, Talâk 1)” ve “ ‫ ايسسات مبّينسسات‬Ayatün
mübeyyinâtün (Nur 34, 46, Talâk 11)” şeklindeki ifadelerle yer almıştır. “Beyan” sözcüğünün
türevlerinden olup “apaçık” anlamına gelen sözcükler ile “açığa koyma” anlamındaki
“tebyin” sözcüğü ve onun ism-i mef’ul kalıbındaki türevleri bazıları tarafından anlamdaş
olarak kabul edilse bile, her bir sözcüğün anlamı bulunduğu kalıp itibariyle bir diğerinden
farklıdır.

2
Kur'an konteksti içinde “‫ تسسبيين‬Tebyin”, “Her biri gayet açık ve seçik olan Kur'an
ayetlerinin ortaya konularak gözler önüne serilmesi” anlamına gelmektedir. Bu ortaya koyuş,
Kur'an'ı vahyeden ve onu açıklamayı kendi üzerine borç alan Rabbimizin yaptığı bir iştir.
Peygamberlerin Allah'tan aldıkları vahyi kendi toplumlarına aktarmalarına “tebliğ” denmekle
birlikte, sonraki yinelemeleri de mahiyeti bakımından birer “tebyin” faaliyetine
dönüşmektedir (Nahl 39, 44, 64, Zühruf 63, Maide 19, 15, İbrahim 4). Kavram bu bağlamda
ele alındığında, müminlerin görevinin sadece tebyin olduğu anlaşılmaktadır.
Bizim yapmaya çalıştığımız da budur. Kur'an'ı kapalı, anlaşılmaz olmaktan tenzih
eder, “onu tefsir ettik” deme cüretinden Rabbimize sığınırız.
Görevi sadece tebyin olması gereken müminlerin Kur'an'ın apaçık olma özelliğine
gölge düşürme ihtimalleri bulunan diğer bir önemli konu da müteşabih ayetlerin tevili
konusudur.
Zümer suresinin 23. ve Âl-i İmran suresinin 7. ayetleri, Kur'an’ın “ ‫ محكم‬muhkem” ve “
‫ متشابه‬müteşabih” ayetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke’de inen ve iniş sırasına
göre 59. sırada yer alan Zümer suresinin 23. ayeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o ana
kadar inmiş olan bütün ayetlerin müteşabih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşabih
kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim
kitaplarının neredeyse tümünde “muhkem” sözcüğünün açık, anlaşılan, sağlam; “müteşabih”
sözcüğünün ise kapalı ve anlaşılmaz anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve
ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak
gösterilmesidir.
Bu satırları yazan, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki
yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte,
Kur'an ayetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki
kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz.
“‫ محكسسم‬Muhkem” sözcüğü “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem ayetler,
içerisinde insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu ayetler
anlamına gelir. Bu ayetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu ayetlerden, ifade
ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz.
Müteşabih ayetler ise birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren
ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan ayetler demektir. Bu ayetler mecaz, kinaye ve diğer
edebî sanatların da kullanıldığı ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür
seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri ayetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem
ayetler gibi açık, seçik, anlaşılır ayetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz
değildirler. Müteşabih ayetler kapalı, müşkil ve anlaşılmaz ayetler olarak kabul edildiği
takdirde Zümer-23’te “Sözün en güzeli” olarak nitelenen Kur'an, aynı zamanda kapalı,
anlaşılmaz ayetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz ayetlerin “sözün en güzeli”
olması anlamına gelir ki, Kur'an ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.
İşin doğrusu, müteşabih ayetler anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar
içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu ayetlerdir.
Kur'an, Âl-i Imran suresinin 7. ayetinde bu ayetlerin tevilinin mümkün olduğu
bildirilmektedir. Belirtmek gerekir ki, “ ‫ تأويسسل‬Te’vil” sözcüğü kimilerinin “yorumlama”,
kimilerinin de “tefsir etme” anlamında kullandığı, dolayısıyla anlamı çarpıtılmış sözcüklerden
biridir. Aslında sözcük “ ‫ الّرجسسوع‬geriye dönüş” anlamındaki “‫ اول‬evl” sözcüğünün tef'il
babından mastarıdır. Türkçedeki “evvel, ilk” sözcükleri de bu sözcükten gelmektedir.
“Te’vil” sözcüğü, geriye dönüş şeklindeki kök anlamından değişerek tedbir
[arkalaştırma] yani birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik
sırasına koymak anlamlarında kullanılır.
Bu anlamlara göre müteşabih ayetlerin tevili demek, o ayetlerin birbirinden güzel,
birbirine benzeyen açık seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli

3
bir sıraya tabi tutulması demektir. Yoksa anlamları sadece Allah tarafından bilinen kapalı ve
anlaşılmaz ayetlerin ancak “rasihûn” denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir.
Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşabih ile müteşabih ayetlerin
tevili konularındaki daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği Kur'an ayetleri incelenirken
değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, ayetteki muhkem ve müteşabih kelimeleri birer
terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış normal sözcüklerdir.

Kur'an'ın İfadesindeki Mucize Arapçadan Başka Bir Dilde Gösterilemez

Peygamberliklerini kanıtlamaları için bazı seçilmişlere Allah tarafından ihsan edilmiş


farklılıklara mucize denilmektedir. İnsanlar evrendeki fiziksel ve biyolojik süreçlere
aykırıymış gibi görünen bu farklılıklarla karşılaştıklarında onların ancak Allah’ın yardımıyla
ortaya çıkabileceği kanaatine sahip olurlar ve bu farklılıkları sergileyenlerin Hak peygamber
olduklarına inanırlar.
Mucizeler genellikle peygamber gönderilen toplumların ilerleme gösterdikleri
alanlarla ilgili olmuştur. Meselâ Musa döneminde Mısır'da en revaçta olan konu sihir olduğu
için, Musa'nın insanları düşünmeye sevk edecek farklılığı da asa/değnek ve beyaz el
şeklindeki mucizeler şeklinde ortaya çıkmıştır. İllüzyon gibi sanal görüntülere alışkın olan o
toplumdaki bu mucizeler tümüyle sihri alt etmeye yöneliktir. Nitekim Musa'nın karşısına, onu
alt etmek üzere yine sihirbazlar çıkarılmıştır. Buna karşılık Musa koca bir yılana dönüşen
asasıyla sihirbazların sihirlerini bozmuş, sonuçta göz yanılsamasından farklı olduğu her
bakımdan açık olan bu gerçek görüntüler karşısında sihirbazlar Musa’nın hak peygamber
olduğunu kabul ve tasdik etmişlerdir.
Peygamberimizin mucizesi olan Kur'an da, Arapların en ileri olduğu edebiyat alanında
gerçekleşmiş bir mucizedir. Gerçekten de Arap Edebiyatı, bizim edebiyatımız da dahil olmak
üzere tüm dünya edebiyatına kaynak olmuş bir edebiyattır. Kur’an tam anlamıyla edebî bir
mucizedir. Edebi alandaki yüksek seviyesi dünyaca da kabul edilen bir toplum içinden bir kişi
çıkmış ve başta toplumdaki edebiyatçılar olmak üzere herkesi hayran bırakan sözler
söylemeye başlamıştır. Toplumu tarafından çok iyi tanınan bu kişinin daha önce edebiyatla
hiç ilgilenmemiş olması insanları büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Öyle ki, “Ben yazmadım,
ben uydurmadım, bunlar bana Allah’ın vahyettiği ayetlerdir” dediği halde kibirli şairler ona
inanmamış, o sözlerden daha güzelini söylemek suretiyle onu alt etmek için ihtirasla gayret
göstermişlerdir. Buna rağmen o sözlere benzer edebi metinler ortaya koyma konusunda tam
bir acze düşmüşlerdir. Özetle, normal hayatındaki konuşmaları ile yine o eski Mekkeli
Muhammed olan bu kişi, kendisine vahyolunduğunu söyleyerek okuduğu Kur'an ile bir
mucize sergilemiştir.
Dikkat edilirse burada iki ayrı mucizenin bulunduğu anlaşılır. İlki, daha önce
edebiyatla hiç ilgilenmemiş bir kişinin birden bire mükemmel güzellikte sözler söylemeye
başlaması; ikincisi ise bu sözlerin bir benzerinin hiçbir insan tarafından oluşturulamaz
özellikte olmasıdır.
Kur’an’la ilgili mucizeler bu ikisiyle sınırlı değildir. Onda ayrıca gaybe, gaybın bir
parçası olan geleceğe ait mucizeler de vardır. Bu mucizeler gerçekte Rabbimizin mucizeleri
olup peygamberimizin şahsında ve Kur'an'da sergilenmiştir.
Kur'an'ın “Mu’cizü’l-Beyan” [İfade Mucizesi] oluşu sadece indiği zaman dilimi için
değil, bugün için de geçerlidir. Bu özelliğini kıyamete kadar devam ettireceği de bir o kadar
kesindir. Ne var ki, bu mucizevî özelliği sadece Kur'an'ın orijinal dili olan Arapça'da
görülebilmekte, çeviri yoluyla başka bir dile taşınamamaktadır. Dolayısıyla Kur'an'ı herhangi
bir dile çevrilmiş mealinden okuyanların bu mucizeyi görmesi ve fark etmesi ne yazık ki
mümkün değildir.

4
Kur'an'da çoğu günümüz Türk Edebiyatı'nda da kullanılmakta olan bir çok edebi sanat
vardır. Kendi içlerinde ayrıca kısımlara ayrılan bu edebi sanatlardan bazıları şunlardır:
Teşbih, Hakikat, Mecaz, İstiare, Kinaye, Haber-İnşa cümlesi: Emir, Nehy, İstifham,
Temenni, Nida, Kasr, Vasl-Fasl, İcaz, İtnab, Tıbak, Mukabele, Umum-Husus, İcmal-Tafsil,
Musavat, Zikir-Hazf, Cinas, Seci, Husnü’l-İbtida, Husnü’l-İntiha, İltifat vb.
Bu çalışma Kur'an'ın iniş sırasına göre yapılmıştır. Çünkü Kur'an'ı daha iyi anlamak
için onu surelerin iniş sırasına göre incelemekten yanayız. Aslında Kur'an kronolojik
sıralamaya uyularak parça parça inen ayetler, necm necm inen ayetler, gruplar hâlinde inen
ayetler arka arkaya getirilmek suretiyle yeniden tertip edilmeli ve bu şekli ile okunup
anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bize göre böyle bir düzenleme son derece gereklidir. Ancak bu
gereklilikten önce bir zorunluluk daha vardır. Zira Rabbimiz Vakıa suresinde bu hususa
dikkatimizi çekmiştir:

Vakıa; 75: “Hayır! Yıldızların yerlerine-zamanlarına yemin ederim ki/parça parça


inmiş ayetlerin yerlerini-zamanlarını [inişini] kanıt gösteririm ki...”

Bugün için surelerin ve ayetlerin iniş sırasını tamamen doğru olarak belirlemek imkân
dahilinde değildir. Bunun nedeni, bu amaçla hazırlanmış ve gerekli incelemelerden geçmiş,
kuvvetli belgelere dayanan bir düzenlemenin mevcut olmayışıdır. Ancak; Kur'an’ın üslûp ve
içeriği göz önünde bulundurulmak şartı ile eski tespitlerden yola çıkılarak yapılacak bir
çalışma, her ne kadar tam doğru bir tertibe ulaşmayı sağlamasa da, doğruya yakın bir tertibe
yaklaşılmasını mümkün kılabilir.
Bilindiği gibi, Kur'an bir kerede toplu olarak değil, iyice sindirilmesi, ortaya çıkan her
bir problemi çözmesi ve en gizlileri bile deşifre etmesi gerekçeleriyle parça parça, necm
necm, bölüm bölüm indirilmiştir:

Furkan 32, 33: “Ve inkâr edenler: ‘Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil
miydi?’ dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle [parça parça
indirdik]. Ve Biz onu tane tane okuduk. Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur
ki, sana hakkı, doğrusunu ve en güzel açıklamayı getirmeyelim.”

Bu şekilde parça parça, necm necm, bölüm bölüm inen ayetler, Kur'an'dan
öğrendiğimize göre ilk dönemlerden itibaren sayfa sayfa yazılmış ve sureler hâline
getirilmiştir. Çünkü bazı ayetlerde [Bakara 23; Tövbe 64, 86, 124, 127; Yunus 38; Nur 1;
Muhammed 20, Hud 13] Kur'an surelerinden, Abese 13’te de Kur'an sayfalarından
bahsedilmektedir. Fakat Abese suresinin 13. ayetinde sözü edilen Kur'an sayfaları ne maddi
olarak bugün elimizdeki 605 sayfadır, ne de diğer ayetlerde sözü edilen sureler 114 adet
olarak tespit edilmiş surelerdir. Çünkü bugün elimizdeki Kur'an sayfaları hattatların yazdığı
sayfalardır. 114 adet olarak belirlenmiş sureler ise “sure”den söz eden ayetlerin indiği
zamandaki sure anlayışı ile değil, yıllar sonra sahabenin içtihatlarındaki anlayış ile belirlenmiş
surelerdir.
Bizim anlayışımıza göre, Kur'an'daki her necm [vahy bölümü] bir sayfa, her konu da
bir sure idi.
Gönül, her bir necmin iniş sırasının belirlenmiş olmasını, surelerin tertibinin de bu
sıralamaya uygun olarak yapılmış olmasını isterdi. Bunun Kur'an’ın daha iyi anlaşılması
konusunda kolaylık sağlayacağı kanısındayım. Şahsen içimde İslâm ülkelerindeki
akademisyenlerin ortak çabalarıyla böyle bir çalışma yapılacağı ve bunda başarı sağlanacağı
yönünde bir umut taşımaktayım. Ne var ki, şimdilik bu hayalin önünde bir takım engeller
mevcuttur.

5
Sayfa ve surelerin oluşumu: Elimizdeki Mushaf, sayfa ve surelerin sıralanışı yönünden
kronolojik sıraya göre değil, sahabenin görüşleri doğrultusunda oluşturulmuştur. Özellikle
belirtmek gerekirse, Kur'an Allah'tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir. Bu nedenle surelerin
tertibi konusunda İslâm bilginleri ve araştırmacılar arasında geniş bir ihtilâf vardır. Mevcut
tertibin peygamberimiz tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifî [vahye dayalı] olduğunu
iddia edenler olduğu gibi, sahabenin içtihatlarıyla yapıldığını ileri sürenler de vardır.
Tertibin tevkifî olduğunu ileri sürenler, Halife Osman zamanında yazılan ve “İmam”
ismi verilen Mushaf’ın bütün sahabe tarafından muhalefet edilmeden icmaen kabul edildiğini
de iddia etmişler ve diğer şahıs Mushaflarının yakılmasının mevcut tertibin Allah tarafından
vahiy ile yaptırıldığına yeterli kanıt olduğunu söylemişlerdir. Halbuki Kur'an'da böyle bir
vahiy yoktur. Olmadığı için de “Vahy-i Gayr-i Metluv” şeklinde bir kavram ihdas edilmiştir.
İmam Malik'in de içinde bulunduğu ve mevcut tertibin sahabe içtihadına dayandığını
kabul eden görüş sahipleri ise, sahabe elinde bulunan Mushafların farklı tertiplerde oluşunu
kendi görüşlerinin doğruluğuna kanıt olarak göstermektedirler.
Bizim bu konudaki görüşümüz şudur: Mevcut tertibin tevkifî olduğunu iddia edenler,
her şeyden önce bu iddialarına Kur'an'dan herhangi bir delil getirememektedirler. Konunun
irdelenmesine “bu konuda icma var” gibi bağlayıcı tavırlarla karşı çıkılması gerçeği
yansıtmadığı gibi, Kur'an’a ve İslâm’a da uygun değildir. Çünkü tarihsel olarak bu konuda bir
icmanın var olduğu ileri sürülemez; konu bilimsel adıyla “Müttefakun aleyh” [oy birliği
sağlanmış] bir konu olmayıp “Muhtelefün fih” [tartışmalı] olan bir konudur. Nitekim İbn-i
Mesud'un Mushaf’ında Tevbe suresinin başında besmele olduğunu nakleden kaynakların
mevcudiyeti, konunun tartışmalı olduğunu göstermektedir. Ayrıca ayetlerin tertibinde
herhangi bir ihtilâf olmamakla beraber bazı sahabilerin surelerin tertibinde farklılıklar olan
Mushafları kendi yanlarında muhafaza ettikleri de nakledilen rivayetler arasındadır. Nitekim
bugünkü Mushaf’ın dışında, İbni Mesud Mushaf’ı, Ali Mushaf’ı, İbni Abbas Mushaf’ı, Ubeyy
b. Ka'b Mushaf’ı gibi farklı tertip edilmiş Mushaf’ların da varlığı bilinmektedir. İbni
Mesud'un Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Nisa, Âl-i İmran … şeklinde sıralanmış olan sureler,
Osman'ın Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa … şeklinde sıralanmıştır. Her iki
Mushaf’ta da iniş sırası gözetilmemiştir. İniş sırasına göre tertip edildiği söylenen Ali
Mushaf’ı ise Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Tebbet, Tekvir, A'lâ … sıralamasıyla,
önce Mekkî sureler sonra da Medenî sureler şeklinde tertip edilmiştir. Surelerin tertibinde
görülen bu farklılıklar, tertibin tevkifî olmayıp sahabenin içtihatlarına göre yapıldığına delâlet
etmektedir.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Kur'an okurken ayet ve surelerin sıralanışı
ile ilgili olarak herhangi bir Kur'an ayetinden destek almayan, tertibi hakkında müçtehitlerin
icma ettikleri kanıtlanamayan ve birden fazla mevcudu bulunan tertiplere uymak hiçbir
şekilde zorunlu değildir.
Mekkî ve Medenî sureler ayırımı, surelerin indiği mekânlar dikkate alınmadan, sadece
Hicret göz önüne alınarak yapılmıştır. Çünkü mekâna göre bir ayırım yapılmış olsaydı,
yollarda inen sureleri, meselâ Mina, Arafat, Bedir ve Uhud gibi bölgelerde inen sureleri de
ayrı bir kısım olarak saymak gerekecekti.
Mekkî ve Medenî şeklinde bir ayırım yapılmış olmasına rağmen, bazı surelerin
tamamının Mekkî ve bazı surelerin de tamamının Medenî olmadığı bilinmektedir. Yani bazı
Mekkî surelerin içinde Medenî döneme ait, bazı Medenî surelerin içinde de Mekkî döneme ait
ayetler vardır. Bu ayetlerden bazıları bu cildin ilgili bölümlerinde belirtilmiştir.
Surelerin kaç tanesinin Mekkî, kaç tanesinin Medenî veya kaç tanesinin karışık olduğu
üzerinde görüş birliği sağlanmış değildir. Suyûtî'ye göre 82 sure Mekkî, 20 sure Medenî,
geriye kalan 12 sure ise ihtilâflıdır. Ubeyy b. Ka'b'a göre 87'si Mekkî, 27'si Medenî'dir.
Nöldeke'ye göre 90'ı Mekkî, 24'ü Medenî'dir. Mısır Meliki Fuat'ın 1342’de ilmî bir heyete
tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise, surelerin 86'sı Mekkî, 28'i Medenî'dir. Bu

6
mushafın her suresinin başında o surenin Mekkî veya Medenî olduğu, Mekkî ise içindeki
Medenî ayetler, Medenî ise içindeki Mekkî ayetler, surenin hangi sureden sonra nazil olduğu
ve ihtiva ettiği ayet sayısı bildirilmektedir.
Sureler, içlerindeki dikkat çekici bir kelimeye veya genel içeriğine göre
isimlendirilmiştir. Bu nedenle bazı surelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha suresine
yirmi kadar isim verilmiştir: Fatihatu'l-Kitab, es-Seb'ul'l-Mesâni, Ummu'l-Kitab, el-Kâfiye,
el-Esâs, ed-Dua … gibi. Enfal suresinin diğer bir ismi Bedr, İsra suresininki Subhân, Neml
suresininki Süleyman, Fatır suresininki el-Melâike’dir. Bazen de iki veya ikiden fazla sureye
müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ Bakara ve Âl-i İmran surelerine ez-Zahrâvân, Felâk ve
Nas surelerine de el-Muavvizetân denilmektedir.
Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden sureler, genellikle surede konu edilen
peygamberin adı ile isimlendirilmişlerdir: Nuh, Hud, İbrahim, Yusuf, Muhammed sureleri
gibi. Çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden bazı sureler de o kavimlerin isimleriyle
adlandırılmışlardır: Benû İsrail, el-Melâike, el-Cinn, el-Münafikûn, el-Mutaffifûn sureleri
gibi. Ancak bu bir kural olmadığı gibi, surelerin bahsettikleri konuya göre adlandırılmaları
şart da değildir. Meselâ Musa'dan bahseden Tâ Hâ, Kasas ve A'râf surelerinden hiç biri Musa
suresi diye adlandırılmamıştır.
Besmeleler, yani elimizdeki Mushaflarda her surenin başında bulunan besmeleler
Kur'an'dan olmayıp iki sure arasını belirtmek amacıyla hattatlar tarafından konulmuştur.
Fatiha suresinin başındaki besmele ise Kur'an'dandır ve o surenin birinci ayetidir. Nüzul
sırasına göre Fatiha suresi beşinci sırada yer aldığından, biz Fatihanın besmelesinden önce de
ayraç olarak besmele koymuş bulunuyoruz.
Yukarıda sıraladığımız ve Kur'an'dan olmayan, sonradan icat edilmiş bir takım
farklılıklar Kur'an'ın iniş sırasına göre tertiplenmesini engellemiş bulunmaktadır. Oysa her
Müslüman Abese suresinin 13. ayetinde bildirilen Kur'an sayfaları ile Bakara, Tevbe, Yunus,
Nur, Muhammed ve Hud surelerinde bildirilen Kur'an surelerini talep edebilir. Bu talebin tabiî
bir hak olarak görülmesi gerekir. Bu hakkı teslim etmekle yükümlü olanlar ise, bilgi, belge ve
sorumluluk sahibi olan herkestir.
Nüzul sırasının neden gerekli olduğu sorusunun tek cevabı, “Kur'an'ı daha iyi anlamak
için”dir. Ancak; Kur'an'ın nüzul sırasına göre okunması yönündeki önerimizi yanlış
değerlendirip başka tertipteki Mushaflardan Kur’an okunmasının yararsız olduğu görüşünü
benimsediğimiz anlamı çıkarılmamalıdır. Meselâ, o günkü iktidarın görüşüne göre tertip
edildiği için “Resmî Mushaf” diye bilinen ve Halife Osman tarafından tertip ettirilen Mushaf,
sahabenin içtihadıyla oluşturulmuştur. Dolayısıyla sahabeler gibi Kur'an hakkında engin bilgi
birikimi olanlar için böyle bir tertibin yararsız olduğu söylenemez. Ancak; Kur'an ve İslâm
hakkında yeterli birikimi olmayanların, Kur'an'ı tanımayıp da yeni tanıyacak olanların ve
cahiliyet dönemindekine benzer bir küfür ve şirk ortamında bulunanların bu Mushaf’tan
gereği gibi yararlanamama riskleri vardır. “Resmî Mushaf” tabir edilen bugünkü tertipteki
Kur'an'ı başından itibaren ilk defa okumaya başlayan bir kimsenin, ister Arapça orijinalinden
okusun, isterse mealinden okusun, Bakara suresinin 6. ve 7. ayetlerine geldiğinde kafası
karışacak, Kur'an'a ve İslâm'a karşı olumsuz hisler duyacaktır. Okunan mealin hatalı olması
durumunda ise, duyulan olumsuz tepki alenî bir düşmanlığa dönüşebilecektir. Samimiyetle
belirtmek gerekirse, toplumumuzda bu ayetleri anlamış insan sayısının zaten oldukça az
olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Bir de Kur'an'ı ilk defa eline alan kimseler tarafından
okundukları düşünülürse, bu kimseler İslâm'a yakınlaşacakları yerde Kur'an'ı anlamamaları
veya yanlış anlamalarından dolayı İslâm karşıtı hâline gelebilecektir. Bu ayetler şunlardır:

Bakara 6, 7: “Gerçek şu ki, şu kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; iman
etmezler. Allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur;
gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Büyük azap da onlar içindir.”

7
Bize göre, bu ayetleri anlayabilmek için Kur'an'dan en az beş bin ayetin
sindirilircesine öğrenilmiş olması gerekir. Çünkü bu ayetler ilk inen ayetlerden yaklaşık on yıl
sonra inmiştir. Bakara suresindeki bu ayetleri o gün duyanlar ve okuyanlar, anlamlarını gereği
gibi anlayabilecek bir alt yapıya sahiptiler. Bu nedenle de onları rahatça anladılar. Aynı
ayetler bugün de alt yapısı uygun olanlar için anlaşılabilir niteliktedir. Ama ya Kur'an ile yeni
tanışanlar ve alt yapısı olmayanlar? Böylelerinin “Demek ki, bazı kimselerin kalpleri ve
kulakları Allah tarafından mühürlendiğine ve uyarılmaları da kendilerine yarar sağlamadığına
göre, İslâm'ın ne olduğunu veya Allah'ın ne istediğini öğrenmek için boşuna çaba sarf etmenin
de yararı yoktur” diye düşünmeleri ve Kur'an'ı bir daha açmamak üzere terk etmeleri kuvvetle
muhtemel değil midir?
Eğitim ve öğretim, bir sistem ve yöntem gerektirir. Bugün hazırlık sınıfında İngilizce
öğrenmeye başlayan bir öğrenciye nasıl hemen Shakespeare okutulmuyorsa, ilkokulda
matematikle yeni tanışan çocuğa nasıl hemen üslü veya köklü sayılar değil de önce doğal
sayılar öğretiliyorsa, Kur'an eğitimine yeni başlayan birine de peygamberimizin ancak yirmi
ikinci yılda aldığı vahiy bilgilerinin verilmesiyle başlanmamalıdır. Onlarla başlandığı takdirde
de o ayetlerin gereği gibi anlaşılabileceği konusunda iyimser olunmamalıdır.
Bu görüşümüzü doğruladığı kanısında olduğum bir diğer örnek de Fatiha suresinin
sırasıyla ilgilidir. Bilindiği gibi, Fatiha Kur'an'ın en başında yer alan suredir ve bugüne kadar
böyle okunmuştur. Fakat Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinden sonra, iniş
sırasına göre beşinci sırada okunması hâlinde, daha önce farkına varılmamış anlamlarının
ortaya çıktığı bu usulü deneyenlerce ifade edilmektedir.
Kur'an’la ilgili olarak onun değişik özelliklerini de kapsayan en geniş açıklama, bu
alanda en muteber kaynak olarak gördüğümüz İmam Suyutî'nin “el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur'an”
adlı eseridir. Amacımız Kur'an'ı ona ilk muhatap olanlar gibi tanımak, anlamak, yaşamak ve
sonra da anladıklarımızı başkalarına sunmak olduğu için, Kur'an ilimleriyle ilgili detayları
uzun uzadıya nakletmenin şimdilik gereği yoktur. Bu sebeple Kur'an ile ilgili diğer özellikler,
çeşitli surelerde yeri geldiğinde açıklanacaktır.
Geçmişteki tespitleri de dikkate alarak okuyucuya sunmaya çalıştığımız Mushaf
tertibi, herkes tarafından bu konudaki en ciddî eser olarak bilinen Hattat Kadroğlu'nun
Mushaf’ıdır.

Kadroğlu'nun Mushafındaki Nüzul Sırası

MEKKE DÖNEMİ

Nüzül Mushaftaki Nüzül Mushaftaki


Sırası Sırası Sırası Sırası

Alak 1 96 Meryem 44 19
Kalem 2 68 Ta Ha 45 20
Müzzemmil 3 73 Vakıa 46 56
Müddessir 4 74 Şuara 47 26
Fatiha 5 1 Neml 48 27
Mesed 6 111 Kasas 49 28
Tekvir 7 81 İsra 50 17
A’lâ 8 87 Yunus 51 10
Leyl 9 92 Hud 52 11
Fecr 10 89 Yusuf 53 12
Duha 11 93 Hicr 54 15

8
İnşirah 12 94 En'âm 55 6
Asr 13 103 Saffat 56 37
Adiyat 14 100 Lokman 57 31
Kevser 15 108 Sebe 58 34
Tekasür 16 102 Zümer 59 39
Mâûn 17 107 Ğafir 60 40
Kâfirun 18 109 Fussılet 61 41
Fil 19 105 Şûra 62 42
Felâk 20 113 Zühruf 63 43
Nas 21 114 Duhan 64 44
İhlâs 22 112 Casiye 65 45
Necm 23 53 Ahkâf 66 46
Abese 24 80 Zariyat 67 51
Kadr 25 97 Ğaşiye 68 88
Şems 26 91 Kehf 69 18
Büruc 27 85 Nahl 70 16
Tin 28 95 Nuh 71 71
Kureyş 29 106 İbrahim 72 14
Karia 30 101 Enbiya 73 21
Kıyame 31 75 Müminun 74 23
Hümeze 32 104 Secde 75 32
Mürselat 33 77 Tur 76 52
Kaf 34 50 Mülk 77 67
Beled 35 90 Hakka 78 69
Tarık 36 89 Mearic 79 70
Kamer 37 54 Nebe 80 78
Sad 38 38 Naziat 81 79
A'râf 39 7 İnfitar 82 86
Cinn 40 72 İnşikak 83 84
Ya Sin 41 36 Rum 84 30
Furkan 42 25 Ankebut 85 29
Fatır 43 35 Mutaffifin 86 83

MEDİNE DÖNEMİ

Bakara 87 2 Haşr 101 59


Enfal 88 8 Nur 102 24
Âl-i Imran 89 3 Hacc 103 22
Ahzab 90 33 Münafikun 104 63
Mümtehıne 91 60 Mücadele 105 58
Nisa 92 4 Hucurat 106 49
Zilzal 93 99 Tahrim 107 66
Hadid 94 57 Teğabün 108 64
Muhammed 95 47 Saff 109 61
Ra'd 96 13 Cuma 110 62
Rahman 97 55 Feth 111 48
İnsan 98 76 Maide 112 5
Talâk 99 65 Tövbe 113 9
Beyine 100 98 Nasr 114 110

9
Yukarıdaki sıralamada Zilzal, İnsan, Rahman ve Ra'd sureleri Medine dönemi sureler
içinde yer almıştır. Ne var ki, son çağ araştırmacıları bu surelerin de Mekke dönemine ait
olduğu kanaatindedirler. Sureler, içerik ve üslup itibariyle de Mekke dönemine ait surelere
benzemektedirler.
Belirtmeyi gerekli gördüğüm hususlardan biri de, bu kitapta peygamberimiz için
sadece Allah'ın verdiği unvanların kullanılmış olduğudur. Rabbimiz, elçisine karşı
gösterilmesini istediği saygılı davranışları Kur'an'da şöyle bildirmiştir:

Hucurat; 1- 5: “Ey iman edenler! Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah'a karşı
takvalı olun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi
Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi,
Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan
amelleriniz boşa gidiverir. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar,
şüphesiz Allah'ın kalplerini takva için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara
mağfiret korunmuşluk) ve büyük bir mükâfat vardır. Sana odaların arka
tarafından seslenenlerin çoğu akıllı davranmıyorlar. Ve eğer onlar, sen
yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu.
Allah çok koruyan, çok esirgeyendir.”

Gönül isterdi ki, peygamberimiz ile aynı çağda yaşayalım, ona sahabe/arkadaş olalım;
böylece ona karşı yukarıdaki ayetlerde Yüce Allah'ın emrettiği şekilde hürmet ve itaat
gösterelim. Böyle bir imkânımız olmadığına göre, bize düşen ona uymak, onun izinden
gitmek olmalıdır. Onun izinden gitmek ise, onun yaptığı ve vasiyet ettiği şeye uymakla
mümkündür. Peygamberimizin elçilik süresince yaptığı ve tüm Müslümanlara vasiyet ettiği
tek şey Kur'an'a uymak olduğuna göre, bizim de yapmamız gereken şey Kur’an’a uymak ve
onu yaşamaktır.
Bu kitapta dikkat ettiğimiz şeylerden biri de Resulullah’ı hangi isim ve sıfatlarla
anacağımız konusudur. Klâsik kitapların birçoğunda peygamberimiz için birer saygı ifadesi
olarak, “s.a.v.”, “Hz.”, “eşref-i mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi]”, “fahr-i kâinat [evrenin
övüncü]”, “sırr-ı levlâke levlâk [evrenin kendisi hürmetine yaratıldığı]”, “sahibü’l-hülleti ve’t-
tac, rakibu’l-Burak fi leyleti’l-miraç [miraç gecesinde Burak'a binen Hülle ve taç giyen],
“ilklerin ve sonların efendisi” gibi Allah'ın peygamberimize vermediği isim ve rütbeler
kullanılmaktadır. Kur’an’ın uygulamasını esas alarak biz de o rütbe ve deyimleri
peygamberimiz için kullanmaktan uzak durduk. Çünkü Rabbimiz peygamberimizi Kur'an'da
şu ifadelerle zikretmektedir:
- “‫ل‬
ّ ‫ رسول ا‬Allah'ın Elçisi” (Fetih; 29, Ahzab; 40)
- “‫ى الّمى‬ ّ ‫ الّنب‬Nebiy-yi Ümmi (Anakentli Peygamber)” (A'râf 157)
- “‫ى‬
ّ ‫ الّنب‬Nebi (Peygamber)” (Enfal 64, 65, 70; Ahzab 1, 28, 45, 50, 59; Mümtehıne 12;
Talâk 1; Tahrim 1)
- “‫ى‬
ّ ‫ خاتم الّنب‬Hatemu’n-Nebiyyîn [peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi]” (Ahzab
40)
Allah, kendi peygamberini bu ayetlerdeki isim ve niteliklerle andığı gibi, onu
kendisinin selâmladığından başka şekilde selâmlayanların kimler olduğunu da Kur'an'da şöyle
bildirmiştir:

Mücadele 8: “Fısıldaşmaları yasaklanan, sonra yine o yasaklandıklarına dönmeye kalkışarak


günah, düşmanlık ve Peygamber'e karşı gelme konusunda fısıldaşanları
görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı bir
şekilde selâmlıyorlar. Kendi içlerinden de: “Bu söylediklerimiz yüzünden

10
Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter.
Oraya yaslanacaklardır. Ne kötü dönüş yeridir!”

Ayete göre Rabbimiz, peygamberimizi Allah'ın selâmlamadığı bir şekilde


selâmlayanların bu davranışını ikiyüzlü olduklarının bir göstergesi olarak
değerlendirmektedir. İfrat ölçüsünde bir sapma olan bu davranışı sergileyenlerin aslında
peygamberimizin ahlâkıyla ve sünnetiyle [Kur'an'a uyması ve Kur'an'ı yaşamasıyla] bir
ilgilerinin bulunmadığı, sadece çıkar sağlamayı amaçladıkları anlaşılmaktadır.
Peygamberimiz hakkında kullanılan fakat gerçek anlamından koparılarak
yozlaştırılmış bulunan bir başka kavram da “salâvat”tır. Salât ve salâvat kavramlarının ne
olup ne olmadığı, Allah'ın izniyle kitabımızın Kevser suresinin işlendiği bölümünde
açıklanmıştır.
Biz de peygamberimiz için Rabbimizin verdiği unvanlardan başka bir unvan ve sıfat
kullanmayarak Kur'an'ın bize gösterdiği yol ve usulden ayrılmadık. Konuyla ilgili olası
eleştirilerden korkmadığımız gibi, bu konuda suskunluk göstermenin bile sapkınlığa taviz
vermek olacağını düşündük.
Kitabımızda Kur’an’ın kavramlaşmış kelimeleri için en uygun Türkçe karşılıkların
bulunup kullanılmasına özen gösterdik. Dil konusunda bugüne kadar yeterince özen
gösterildiğini ileri sürmek mümkün değildir. Türkçe olarak basılan meal, tefsir ve diğer dinî
kitaplarda binlerce sözcük ve kavram ya Arapça kalmış, ya da Farsça gibi başka bir yabancı
dille bize intikal etmiştir. Dolayısıyla dini terminolojimizdeki salât, salâvat, abdest, oruç,
gusül, zikir, fikir, resul, nebi, belâ, fitne gibi pek çok sözcük ve kavram hiçbir zaman
Kur'an'daki gerçek anlamıyla anlaşılamamıştır.
Bunun sonucu olarak da:
- Önce bir ulema sınıfı oluşmuş ve dinin Kur'an'dan değil, bunların kısıtlı
anlayışlarından öğrenileceği anlayışı yaygınlaşmıştır.
- Giderek dini ilkeler yozlaştırılmış ve saf din hurafelerin istilasına uğramıştır.
- İstilâ sonucunda din paramparça olmuş, sayısı belli olmayan mezhepler ve meşrepler
ortaya çıkmıştır.
- Bu mezhep ve meşrepler giderek daha doktriner yapılara dönüşmüştür.
Oysa Yüce Rabbimiz, Kur'an'dan önce yolladığı kitapları, mesajını iletmek istediği o
toplumların diliyle yolladığı gibi, gönderdiği peygamberleri de yine mesajını iletmek istediği
o toplumların içinden seçmiştir. Çünkü Rabbimizin amacı, mesajın muhataplar tarafından
iyice anlaşılmasını sağlamaktır:

İbrahim 4: “Ve Biz onlara açıkça ortaya koysun diye her peygamberi yalnız kendi
kavminin/halkının diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini/dileyeni saptırır,
dilediğini/dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, çok güçlüdür, hikmet
sahibidir.”
Nitekim Âdem, Nuh, İdris, İbrahim, Musa, … İsa peygamberlerin getirdikleri mesajlar
hep kendi halklarının ana dillerinde olmuştur. Dolayısıyla Kur'an da Arapça konuşup anlaşan
bir topluma gönderildiği için Arapça olarak inmiştir. Bu ilahi sünnete göre eğer Kur'an
Türklere inseydi Türkçe, Rumlara inseydi Rumca, Fransızlara inseydi Fransızca olacaktı. Zira
toplumların mesajı anlayabilmeleri, aldıkları mesajın kendi dillerinde olmasına, doğru
anlamaları da kendi dillerini iyi bilmelerine bağlıdır. Kur'an Arapça olmasına rağmen
muhataplar Arapçayı iyi bilmiyorlarsa mesajı iyi anlamaları da söz konusu olamaz.
Kur'an her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Kur'an'ın
muhatapları dünya üzerindeki tüm insanlardır. (Sad 87; Nisa 105, 174; Yunus 57; İbrahim
52) Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı diller konuşan tüm halkların peygamberidir.
(Enbiya 107; A'râf 158 ve Sebe 28)

11
Dünya üzerinde yüzlerce farklı dil kullanan toplum yaşamaktadır. Bu durumda
insanların tümünün Arapça öğrenmesi söz konusu olamayacağına göre, Kur'an'ın dünyadaki
diğer dillere çevrilmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ve bütün insanların
Allah'ın mesajını alabilmesinin sağlanması mevcut Müslümanların manevi sorumluluğudur.
Bu sorumluluğu yerine getirme konusunda kendini yetkin gören ilim adamlarının en
önemli görevi, Kur'an’ın dili olan Arapça'yı ve çeviri yapacakları dili çok iyi bilmeleri, çeviri
sırasında anlamı o dilde verilmemiş tek bir sözcük bile bırakmamalarıdır. Çünkü yarı Türkçe,
yarı Arapça, yarı Farsça bir çeviriden ne bir Türk, ne de bir başka toplumun bireyi bir şey
anlayabilir. Nakıs ve yetersiz bir çeviri ile Allah'ın mesajının gereği gibi aktarılabilmesi
imkansızdır. Kelime ve kavramların bir başka dilin sözcükleriyle karşılanması da yetmez.
Kur’an sözcüklerinin indiği dönemdeki saflığıyla anlaşılıp bugüne aktarılabilmesinin de
başarılması gerekir. Aksi halde otantik anlamların aktarılamaması mesajın da yeterli düzeyde
anlaşılamamasına neden olur. O günkü ifadelerin maslahat [yarar] ve mefsedet [zarar]
doğrultusunda modernize edilerek aktarılmasında ise bize göre bir sakınca yoktur. Çünkü
kelimelerin kendisi değil, mesajın içeriği önemlidir.
Dile ve çeviriye verilen önem ile aksi davranışların sonuçları, Rabbimizce Kur'an'da
açıklanmıştır (Bakara 75; Nisa 46; Maide 13, 41)
Sonuç olarak Kur'an, bütün sözcüklerin ne anlama geldiklerinin tam olarak
anlaşılmasını sağlayacak biçimde başka dillere çevrilmelidir. Yapılan çeviride kapalı,
anlaşılmaz tek bir sözcük bile bırakılmamalıdır. Eğer elinizdeki bu çeviride bir kapalılık,
anlaşılmazlık varsa, bu Kur'an'dan değil, çevirenin yetersizliğindendir.
Size bu Kur'an sofrasını hazırlayan âciz kul, yedi yaşından beri Kur'an’la ve Kur'an
ilimleri ile iç içedir. Türkçe ve Arapça yüzlerce tefsir, meal ve Kur'an ile ilgili kitap okumuş,
incelemiş ve tahlil etmiştir. Bütün bunlardan sonra, gördüğü lüzum üzerine Allah'ın izniyle bu
kitabı kaleme almaya başlamıştır. Yukarıda açıklanan gerekçeleri göz önünde tutarak Kur'an'ı
hiçbir etki altında kalmadan “Lisanü’l-Arab”ın sözcük anlamlarını, ifade tekniklerini,
Kur’an’ın tertilini ve bütünselliğini gözeterek günümüz Türkçesiyle sizlere sunmaya
çalışmıştır. Ecrini de sadece âlemlerin Rabbinden ummaktadır.
‫ل وحده‬ّ ‫ العصمة‬el-Ismetü lillahi vahdeh [Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…

Hakkı Yılmaz

12

You might also like