Professional Documents
Culture Documents
[DÜRME]
SURESİ
Ayetlerin meali:
1- Güneş katlanıp dürüldüğünde,
2- yıldızlar bulandığında,
3- dağlar yürütüldüğünde,
4- on aylık gebe develer umursanmadığında,
5- vahşî hayvanlar bir araya toplandığında,
6- denizler kaynatıldığında,
7- nefisler eşleştirildiğinde,
8- diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,
9- “Hangi günahtan dolayı öldürüldü?” diye,
10- amel defterleri açılıp yayınlandığında,
11- gök sıyrılıp açıldığında,
1
12- cehennem kızıştırıldığında,
13- ve cennet yaklaştırıldığında,
14- herkes ne getirmiş olduğunu anlar.
15- Şimdi yemin ederim o sinenlere,
16- o akıp akıp yuvasına gidenlere,
17- yöneldiği an geceye,
18- nefeslendiği an sabaha ki,
19- kuşkusuz bu, değerli bir elçi sözüdür;
20- güçlü, Arş'ın Sahibi'nin yanında çok itibarlı,
21- itaat edilir, güvenilir.
22- Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.
23- Ant olsun o, O'nu açık ufukta gördü.
24- O gayb hakkında cimri de değildir.
25- Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
26- Hâl böyleyken siz nereye gidiyorsunuz?
27- Bu, âlemler için öğütten başka bir şey değildir,
28- içinizden doğru gitmek isteyenler için.
29- Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz.
Ayetlerin tahlili
1. Ayet:
2 - 4. Ayetler:
yıldızlar bulandığında,
dağlar yürütüldüğünde,
on aylık gebe develer umursanmadığında,
2
edeceklerini, bırakacaklarını, unutacaklarını bildirmesidir. Bu durumda ayetteki mesaj, bir
sanayi ülkesinde “Fabrikalar bırakılıp kaçıldığında...”, bir finans çevresinde “Bankalar açık
bırakılıp kaçıldığında...”, denizciliğin önemsendiği bir yörede ise “Kaptan gemisini terk edip
kaçtığında” şeklinde anlaşılmalıdır.
5. Ayet:
Normal şartlarda vahşî hayvanların bir araya toplanması mümkün değildir. Ama
kıyamet şartlarında her şey alt üst olacak, her şey aslî niteliğini yitirecektir. Korkunçluğun
verdiği dehşet ile vahşî hayvanlar bile şaşırıp kalacaklar, yaratılış özelliklerinin aksine
davranacaklardır.
6. Ayet:
denizler kaynatıldığında,
Surenin ilk altı ayetinde kıyametin ilk aşamaları anlatılmıştır. Bu ilk aşamaların nasıl
gerçekleşeceği ile ilgili olarak değişik bilim dalı mensuplarınca birçok teori geliştirilmiştir.
Bu teorilerin öngördüğü aşamalar birbirinden farklı da olsa, gerçekleşeceğini düşündükleri
son, ayetlerde açıklandığı gibi her şeyin normal akışından çıkacağı, evrenin düzeninin
bozulacağı, kısaca kıyametin kopacağı şeklindedir. Bu teoriler henüz birer öngörü
mahiyetinde oldukları için daha fazla açıklanmalarına gerek yoktur. Belirtilmesi gereken en
önemli yanları, Kur'an'ın bildirdiği kaçınılmaz sonun hepsi tarafından da kabul ediliyor
olmasıdır.
Kıyamete ait sahneler başka detaylar verilerek ileride pek çok ayette karşımıza
çıkacaktır. Meselâ İbrahim suresinin 48. ayetinde bu sahne şöyle anlatılmıştır:
“O gün yerküre başka bir yerküreye dönüştürülür. Gökler de öyle. Hepsi o Vâhid
[Sıfatlarında, özelliklerinde tek ve biricik olan; kullarının ibadet ve yönelişlerinde kendisine
herhangi bir varlığı eş ve aracı tutmalarını istemeyen] ve Kahhar olan [Kâfirleri kahrı altında
ezen] Allah'ın huzurunda dikilir.”
7. Ayet:
nefisler eşleştirildiğinde,
3
batındaki/ana karnındaki birden çok çocuğu ifade etmek için, Vakıa suresinin 7. ayetinde ise
mahşerde diriltilen insanların üç grupta toplanmalarını ifade etmek için de kullanılmıştır.
Tekvir suresinin bu ayetinde de mahşer sahnelendiğine göre, Vakıa suresinin 7. ve
sonraki ayetleri bu ayetin detayı olarak düşünülebilir. Bu durumda, ayette geçen eşleştirmenin
Vakıa suresindeki “sağcılar, solcular ve öncüler” şeklinde kendi aralarındaki eşleştirme ile
aynı olduğu söylenebilir.
8, 9. Ayetler:
10. Ayet:
11 - 14. Ayetler:
4
gök sıyrılıp açıldığında,
cehennem kızıştırıldığında,
ve cennet yaklaştırıldığında,
herkes ne getirmiş olduğunu anlar.
15-18. Ayetler:
Surenin 15-25. ayetleri ayrı bir necmdir. Ayrıca bu ayetler Kur’an’ın özelliklerini
kanıt gösteren birer kasem cümlesidir. Ayetlerin her birinde müteşabih ifadeler vardır. Bize
göre ayetlerdeki;
- “sinenler” ile “Kur’an’dan kaçanlar”,
- “akıp akıp gidenler” ile “İslâm’a koşanlar”,
- “yönelen gece” ile “küfrün bitmesi”,
- “nefeslenen sabah” ile de “toplumun mutluluğa ermesi” kastedilmektedir.
Bundan sonra da böyle müteşabih ifadeler ile sıkça karşılaşılacaktır.
Kanaatimize göre, 15-25 ayetleri kapsayan bu necm, Fecr suresinden sonra ve Duha
suresinden önce inmiş olmalıdır. Zira “fecr”den sonra sabah, sabahtan sonra da kuşluk [duha]
olur.
Tebbet suresinin tahlilinde peygamberimizi engellemeye çalışanların tepkilerine
değinilmiş, Rabbimizin bu kişileri ve tepkilerini Ebuleheb'in şahsında somutlaştırdığı
anlatılmıştı. Rabbimiz bu necmde Ebuleheb ve teşkilâtı tarafından oluşturulmaya çalışılan
kötü kanaatleri bertaraf etmek için Kur’an’ın mucizevî niteliklerini göstermekte ve elçisinin
kendi katındaki konumunu açıklamaktadır. Ancak bu açıklamasına da yine kasem ile yani
dikkat çekerek, kanıt göstererek başlamaktadır.
Ayetlerin lâfzî anlamlarına göre de evrendeki yıldızlara, gezegenlere, muhteşem
sistemlerine ve bütün bunları yaratan güce dikkat çekilmekte ve “İşte, bu gücün sahibi size
açıklıyor ki...” denilmektedir.
Kur'an Araştırmaları Grubu tarafından sözcüklerin lâfzî anlamları dikkate alınarak
kaleme alınan “Kur'an: Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitap (İstanbul Yayınevi, 2003, s:64),
15 ve 16. ayetler ile ilgili olarak şöyle bir yorum yapmaktadır:
“… 15. ayette 'sinenler' diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası 'hunnes'tir. Hunnes'e,
akışın tersi, pusma, büzülme, sinme, gerileme anlamları verilmektedir. 16. ayette 'yuvalarına
girenlere' diye çevirdiğimiz deyim ise Arapça 'kunnes'tir. Kunnes sözcüğüne belli güzergâh,
yuvaya girme, hareket halindeki cismin yuvası anlamları verilmektedir. 16. ayetteki 'akış'ı ise
'cereyan' kökünden türeyen 'cariye' kelimesi karşılamaktadır. … Bilim ancak 1700'lü yıllarda
çekim gücünün önemini fark etmiştir. … ayetler incelenirse, bu ayetlerin çekim gücüne,
çekim ile hareket arasındaki dengeye işaret ettikleri anlaşılır. Gerek atomun çekirdeği, gerek
gezegenlerin ortasındaki Güneş, sinmiş, büzülmüş bir hâlde bulunmakta, atomdaki çekirdek
elektronları ve Güneş sistemindeki Güneş ise gezegenleri kendi içine çekerek onları da
sindirmeye, büzdürmeye çalışmaktadır. Biz bu güce çekim, yerçekimi diyoruz. Merkezdeki
sinmiş çekirdekler (Güneş), etraflarındaki elektronları (gezegenleri) kendileriyle birleştirmek,
5
bütünleştirmek isteyerek onları da büzmeye, kendileri gibi sindirmeye yönelik kuvvet
uygularlar. Böylelikle Tekvir suresinin 15. ayetinde geçen 'hunnes' kelimesinin çekim gücünü
ifade ettiği hiçbir zorlama yapılmadan anlaşılmaktadır.
Atomun çekirdeğinin çekimine rağmen elektronlar çekirdeğe yapışmaz. Güneş'in
çekimine rağmen de gezegenler Güneş'e yapışmaz. Elektronları çekirdeğe yapışmaktan,
gezegenleri Güneş'e yapışmaktan kurtaran, elektron ve gezegenlerin hareketidir. Tekvir suresi
16. ayette geçen 'cariye' kelimesi akışı, hareketi ifade eder ki, çekimden kurtaran unsuru ifade
etmesi bakımından bu önemlidir. … Bu iki ayrı oluşum sayesinde elektronlar kendi
yuvalarında, yörüngelerinde, gezegenler de kendi yuvalarında, yörüngelerinde hareket ederler.
Bu yuvada olmayı da 16. ayetteki 'kunnes' kelimesi mucizevî bir şekilde ifade etmektedir.
Kur'an, yerçekimindeki merkeze çekişi 'hunnes' kelimesiyle, bu çekimden kurtulmayı
sağlayan hareket unsurunu 'cereyan' kelimesiyle, her iki unsur sayesinde oluşan yörüngede
olmayı da 'kunnes' kelimesiyle ifade etmektedir. Böylece Kur'an, yerçekimi ile ilgili
terminolojinin var olmadığı bir dönemde, yerçekimine bağlı oluşumları açıklamıştır.”
19 - 21. Ayetler:
Şüphesiz bu, güçlü, Arş'ın Sahibi'nin yanında çok itibarlı, itaat edilir,
güvenilir bir elçi sözüdür.
Ayette geçen “ اّنهo” zamiri Kur'an'a işaret etmektedir. Kur'an, bir elçinin sözleriyle
tebliğ edildiği için “ قول رسولElçi sözü”dür. Ama “Elçi sözü”, elçilik yapan kişinin kendi
sözü değildir. “Elçi sözü”; elçilik yapan kişinin, elçi yollayan otorite tarafından kendisine
emanet edilen mesajdır, yani elçi yollayan otoritenin sözüdür. Ama pek çok meal ve tefsirde,
ayette geçen “Elçi sözü” ifadesi ile Cebrail'in kastedildiği yazılıdır. Bunun sebebi, “Elçi sözü”
ile “Muhammed'in sözü” arasındaki inceliğin fark edilemeyişidir. Elçi Muhammed (as),
kendisinin değil, kendisini elçi olarak seçen otoritenin mesajını aktarmaktadır. Üstelik bu elçi,
Allah katında itibar edilen, güvenilecek ve itaat edilecek bir elçi olduğu için, “Elçi sözü”
olarak aktardığı mesajlara da itibar edilmeli, güvenilmeli ve itaat edilmelidir. Nitekim Alak
suresinde “Yaratan Rabbinin adına oku!” emrini alan peygamberimiz, tebliğine Fatiha
suresinin ilk ayeti olan “Rahman ve Rahîm Allah'ın adına” cümlesiyle başlamıştır. Yani
elçinin sözleri, Allah'ın kendisine vahyettiği sözlerden başka bir şey değildir.
Birçok tefsir ve mealde, bu ayetle ilgili olarak da Kur’an’daki diğer sure ve ayetlere
uygun olmayan açıklamalar görmek mümkündür. Ayetteki “ رآهhu [o]” zamiri hayalî
Cebrail'e gönderilerek büyük bir hata yapılmıştır. Halbuki bu ayette bahsedilenler, Necm
suresinin 1-18. ayetlerinde detaylandırılmıştır.
Necm; 1-18: İndiği zaman necme kasem olsun ki, (Parça parça inmiş
ayetlerin her bir inişi kanıttır ki,)
Arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır.
O, hevasından da konuşmuyor.
O kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
Ona, onu müthiş kuvvetleri olan öğretti.
O, üstün akıl sahibi. Ki istiva etmiştir O.
6
Ve O en yüksek ufukta idi.
Sonra yaklaştı ve hemen sarktı.
İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu.
Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.
Gönlü, gördüğünü yalanlamadı.
Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? [Onun
gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyordunuz?]
Ant olsun onu, başka bir inişte daha gördü.
Son sidrenin yanında.
Ki onun yanında oturulan bahçe vardır.
O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.
Göz şaşmadı ve azmadı.
Ant olsun, Rabbinin ayetlerinin en büyüğünü gördü.
24. Ayet:
25. Ayet
7
kendisinin uydurmadığı vurgulanmaktadır. Bu konuda tatmin olunabilmesi için İblis [Şeytan-ı
Racim] ile ilgili aşağıdaki yazımızın iyi anlaşılması gerekir.
İblis'i tanımanın yolu şeytanı tanımaktan geçer. Bu nedenle şeytan sözcüğünün Kur'an
bağlamında doğru anlaşılması gerekir. Şeytan ile ilgili geniş açıklama “Kur'an'da Şeytan” adlı
çalışmamızda verilmiştir. Burada özet olarak şu bilgiyi vermekle yetiniyoruz:
“ شيطانŞeytan”, sözlük anlamı olarak “Hakk'tan uzak olan” demektir. Kavram olarak
ise, “Hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik
adı”dır.
Şeytanın kimler veya neler olabileceği, özellikleri ve ayırt edici nitelikleri Kur'an'da
detaylı olarak mevcuttur. Kur'an'a göre şeytan:
- Haram yemeyi, haksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden,
- Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi
telkin eden,
- Bizi fakirlikle korkutan,
- Bizi kuruntulara düşüren,
- Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
- Kandırmak için bize yaldızlı sözler fısıldayan,
- Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran,
- Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,
- Bizi azdıran,
- İçki/uyuşturucu ve kumarla aramıza düşmanlık ve kin sokmak
isteyen,
- Bizi Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak
isteyen kişiler ve güçlerdir.
Enfal suresinin 48. ayetinde geçen “ شيطانşeytan” sözcüğü ise o gün için Mekkelileri
kışkırtan Beni Kenâne kabilesine bağlı Müdlic Oğullarından Sürâka b. Malik b. Cu'şum isimli
biri için kullanılmıştır.
8
Tarih ve siyer kitapları araştırılarak Bedir savaşının ayrıntıları dikkatle incelendiğinde
adı geçen kişinin ayette belirtildiği gibi önce müşriklere cesaret ve destek verdiği, sonra da
onları yüzüstü bıraktığı görülecektir.
Bazı eski tefsirciler, ilgili ayette geçen “şeytan” sözcüğü ile Sürâka'nın kastedildiğini,
ancak Bedir savaşındaki Sürâka'nın gerçek Sürâka olmayıp Süraka kılığına girmiş şeytan
olduğunu, dolayısıyla da Kur'an'ın aslında Sürâka kılığına girmiş olan “şeytan”ı işaret ettiğini
ileri sürmüşlerdir. İddialarını dayandırdıkları delil ve gerekçe, gerçek Sürâka'nın savaşa
gitmediği, hatta savaştan haberi bile olmadığı yolunda kendisinin yaptığı bir açıklamadır.
Ancak; ileri sürülen bu iddianın ne delili ne de gerekçesi inandırıcıdır. Çünkü askerî bir
otorite olan Sürâka'nın, o günkü Mekke'nin birkaç bin hanelik nüfusu içinde yaşayıp da
günümüzdeki askeri mızıka veya bando takımına benzeyen gruplarca çalınan cenk havalarını
ve şair kadınlarca sergilenen savaşa tahrik edici şiir ve gösterileri duymaması, kısacası
savaştan bihaber olması mantık dışıdır.
Şeytanî özellikleri olan insanları “şeytan” olarak isimlendiren Kur'an'dan bir diğer
örnek de Bakara suresinin 14. ayetidir:
Bakara; 14: Bunlar iman etmiş olanlarla yüz yüze geldiklerinde, “iman ettik”
derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarındaysa “Hiç kuşkunuz
olmasın, biz sizinleyiz. Gerçek olan şu ki, biz alay edip duran
kişileriz” derler.
Şeytan-ı Racîm
Racîm
9
gelmektedir. Ne var ki, “Recm” ve türevleri Kur'an'da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir
yerde bu anlamda kullanılmamıştır.
“Öldürmek” anlamı dışında “recm” sözcüğü şu anlamlarda da kullanılır olmuştur:
“Taş atmak”, “lânet etmek”, “sövmek, yermek”, “hicran”, “tart etmek, kovmak”, “zan ve
zanna dayalı söz söylemek.” (Lisanü’l-Arab, Cilt 4, s.90).
Bu anlamların hepsi de uygun görülerek Şeytan’a -İsm-i Mef'ul anlamıyla- “taşlanmış
şeytan”, “lânetlenmiş şeytan”, “kovulmuş şeytan”, “sövülmüş şeytan” denilmiştir.
Ancak; “Recm” sözcüğünün yukarıdaki anlamlarından biri olan ve şeytanın tarzını en
iyi ifade eden “zan ve zanna dayalı söz söyleme” anlamı bize göre en tercih edilebilir olanıdır.
Bu anlamdan yola çıkarak “Racîm” kelimesine verilebilecek en uygun karşılık, sözcüğü İsm-i
Fail olarak anlamlandıran “katil şeytan, aslı astarı olmayan söz söyleyen şeytan, karanlığa taş
atan şeytan, kafadan atan şeytan, palavracı şeytan” ifadeleridir.
Mârid
“ ماردMârid” sözcüğü, “azgın, karşı çıkan, inat ve isyanda benzerlerinden çok ileri
giden” demektir. Sözcüğün mübalâğa kalıbına sokulmuş olan “ مريدmerid” şeklindeki bir
başka türevi “şeytan-ı merid” olarak Hacc suresinin 3. ve Nisa suresinin 117. ayetlerinde
geçmektedir. Sözcüğün geçmiş zaman kipiyle farklı bir kullanımı da “ مردوا على الّنفاقMeredû
ale’n-nifakı [Münafıklık üzerine inatlarını sürdürdüler]” şeklinde Tövbe suresinin 101.
ayetinde yer almıştır. “Marid” sözcüğünün mastarı olan “ مردmerd” sözcüğünün türevleri,
kendi öz anlamı ekseninde olmak üzere, farklı kalıplarda değişik anlamlar kazanmıştır.
Bunlardan en önemlisi, “ معكككّرىsoymak, soyunmuşluk” anlamıdır. Araplar, yapraktan
soyunmuş, yaprağı olmayan ağaca “ شجر امردşecerün emred”, bitki bitmeyen kumluklara “
رملة مرداءremletin merdai”, sakalı bitmeyen köseye de “ امردemred” derler. (Lisanü’l- Arab,
cilt 8, s. 247-250).
“ تمّردTemerrüt [uzun bir süre inat etme]” sözcüğü de aynı kökten türemedir.
“Marid” sözcüğü “soymak, soyunmuşluk, çıplaklık” anlamıyla değerlendirildiğinde
“şeytan-ı marid”; ism-i mef'ul anlamıyla “hayırlardan, güzelliklerden soyunmuş şeytan”; ism-i
fail anlamıyla da “hayırlardan, güzelliklerden soyan şeytan” demek olur. Bu anlam A'râf
suresinin 27. ayetinde farklı bir üslûp ile kullanılmıştır.
“Marid” sözcüğü ile İblis'e yakıştırılan “inat ve isyanda çok ileri gitme” sıfatı,
Kur'an'da anlatılan olaylardaki İblis'in [Şeytan-ı Racim'in] davranışları ile birebir
örtüşmektedir. “İblis'e ‘Âdem'e secde et! [boyun eğ!]” denildiğinde secde etmeyerek isyan
etmiş, kendisine yapma denileni yapmış, yap denileni yapmamış, Âdem'i yaklaşılması
yasaklanan ağaca yaklaştırmıştır.
“ ابليكككسİblis” sözcüğünün anlamı, “hayırdan son derece ümitsiz olan, Allah'ın
rahmetinden umudunu kesen” demektir. Araştırmacılar bu sözcüğün aynı “Âdem” sözcüğü
gibi Arapça olmadığını, Arapçaya başka dillerden geçtiğini belirtmişler ve Yunanca
“Diabolos” sözcüğünün değişmiş hâli olduğunu ileri sürmüşlerdir.
“İblis nedir?” sorusuna eski düşünürlerin birçoğu İblis'in asıl adının Azâzil olduğu,
meleklerin ileri gelenlerinden biri iken Âdem'e secde etmediği için Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırıldığı şeklinde bir açıklama getirmişlerdir.
Şimdi Kur'an ayetleri doğrultusunda İblis'i anlamaya çalışalım.
İblis'in Özellikleri
a- İblis cinlerdendir.
Kehf; 50: Hani Biz meleklere, “Âdem'e secde edin” demiştik de İblis
10
dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi
Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Beni bırakıp da onu ve
onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin
düşmanınızken... Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!”
“ن
ّ الجCinn” sözcüğü, “kapalı, gözükmez varlık ve güç” demektir. Detayı Nâs suresi
tahlilinde verilecektir.
Ta Ha 120: Derken şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Sana
sonsuzluk ağacı ve eskimez/çökmez mülk/saltanat için
rehberlik edeyim mi?
“ وسوسككةVesvese”, “Gizli bir sesle/fısıltıyla düşünce aşılamak, bir işe veya eyleme
yöneltmek” demektir. İblis'in yani Şeytan-ı Racim'in neler fısıldayacağını, neleri gizlice telkin
edeceğini konuya girerken belirttiğimiz şeytanî karakterleri göz önüne alarak öğrenebilmek
mümkündür.
11
Bakara 34, Hıcr 31, Ta Ha 116 ve Kehf 50:
İblis'in Âdem'e secde etmeyişini anlatan ayetlerde İblis'in meleklerin içinden istisna
edildiği görülmektedir.
“İstisna”, terim olarak “Bir ismi istisna edatlarından biriyle cümledeki yargıdan
çıkarmak” demektir. Arapça dil bilgisi kurallarına göre şekil olarak üç çeşidi olmasına rağmen
anlam olarak istisna iki çeşittir.
Birincisi “Muttasıl İstisna”dır. [Müstesnanın müstesna minh cinsinden olduğu istisna].
İkincisi “Munkatı İstisna”dır. [Müstesnanın müstesna minh cinsinden olmadığı
istisna].
Melek, cin ve şeytan kavramlarını özümseyememiş yorumcular ayette yapılmış
istisnayı “Munkatı İstisna” kabul edip İblis'i [Şeytan-ı Racim'i] melekten saymamışlardır.
Halbuki İblis’i konu alan Ta ha 116, Sad 73 ve Hicr 31'de “Meleklerin hepsi, toplu halde”
ifadeleri yer almaktadır. Bu vurgular ayetteki istisna cümlesinin kesinlikle “Muttasıl İstisna”
olduğunu gösterir. Bunun anlamı, İblis’in diğer hemcinsleri gibi Âdem'e secde etmediğidir.
İblis, melek grubundan secde yargısında istisna edilmiştir. Öyleyse İblis kesin olarak
melektir.
Burada ortaya bir başka sorun çıkmaktadır: İblis melektir ama acaba melek nedir?
Çünkü İblis’in bir melek olduğu yargısı klâsik melek anlayışı çerçevesinde kesinlikle kabul
edilemez.
Detayı “Melek Kavramı” çalışmamızda olmakla birlikte burada kısa bir açıklama
yapmak yararlı olacaktır.
Melek
Arap dilbilimi uzmanları “ ملكmelek” sözcüğünün kökeni ile ilgili altı farklı tespitte
bulunurlar. Bu tespitleri ayrıntılarıyla belirtmek sayfalar dolusu açıklamayı gerektirir. Bu
nedenle en isabetli iki tespiti dikkate almakla yetineceğiz. Konu hakkında daha geniş bilgi
için Kitabü’l-Ayn, Tehzib, Camî, Keşşaf, Mecma', Garaib, Lübâb, Rûh, El-Bahrü’l-Muhît,
Müfredat gibi kaynaklara başvurulabilir.
Birincisi: Melâike ve bunun tekili olan melek sözcükleri “ ؤلككوكülûk” kökünden
türemiştir. Bu sözcük “elçi göndermek” anlamını taşımaktadır. Kelimenin aslı “ مألكme'lek”
dir. İsm-i zaman, ism-i mekân ve mastardır. Dolayısıyla başındaki “ مM” harfi ektir. Sonra
elifle lâm yer değiştirmiş, “ ملئكmel'ek” yapılmıştır. Allah'tan gelen elçi anlamında isim
olarak kullanılmaya başlayınca hemze terk veya tahfif yoluyla kalkmış, sözcük “ ملكMelek”
şeklini almıştır.
İkincisi: Başındaki “ مM” harfi kelimenin aslındandır, ek değildir. Kuvvet/yönetim
gücü anlamındaki “ ملكmelk” kökünden türemiştir. Mülk, milk, malik ve melik sözcükleri bu
kökten türemedirler. Anlamları da bu kök anlamına göredir.
Genellikle eski tefsirciler birinci şıkkı tercih etseler de, bize göre melek sözcüğü her
iki kökten de türemiş ve ayrı kök ve ayrı anlamlarda kullanılmıştır. Şöyle ki: Bazı ayetlerde
geçen “melâike” sözcüğü birinci şıktaki anlam kapsamına, bazı ayetlerdekiler ise ikinci
şıktaki anlam kapsamına girmektedir. Bunların ne anlamda kullanıldıklarını pasaj içerisindeki
söz akışından kolayca ayırt edebiliriz.
Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda “ ملكككmelek” kelimesinin “Kuvvet, yönetim
gücü, elçi ve haber verici” demek olduğu anlaşılmış olmalıdır.
12
Kur'an'ı iyi anlayıp dini doğru yaşayabilmek için bu kavramın Kur'an'daki
anlamlarının iyi bilinmesi gerekmektedir.
Görüldüğü üzere melek sözcüğü anlamları farklı olan iki değişik kökten de
gelebilmektedir. Buna paralel olarak; melek kavramı “ülûk” kökündeki anlamına göre
“elçiler/haberciler”, “melk” kökündeki anlamına göre ise “yönetim güçleri” anlamına
gelmektedir. Ne yazık ki, bu ayırım yapılmadan Kur'an'daki bütün “melek” ve “melâike”
sözcükleri aynı anlamda kabul edilmiştir. Hâlbuki konu akışı dikkate alınarak bu ayırım
kolaylıkla yapılabilir. Zaten böyle de yapılmalıdır; zira konu içerisinde her biri farklı anlamlar
içermektedir.
Bu açıklamalar doğrultusunda, Âdem'e secde eden/boyun eğen melekler ile Âdem’e
secde etmeyen İblis adlı melekten bahseden ayetlerdeki “ ملئكةmelâike” sözcüğünün “melk”
kökünden türeme olduğu ve “güçler” anlamına geldiği anlaşılmış olmalıdır.
Konu ile ilgili ayetler bilindiği için tekrarlama gereği duymuyoruz. Ancak özellikle şu
ayrıntılar gözden kaçırılmamalıdır: İblis Rabbine boyun eğer, O'na yalvarır, ondan dileklerde
bulunur. Kur’an’ın ilgili pasajları bütün olarak okunduğunda bu durum açıkça görülür.
g- İblis insan var oldukça vardır, insandan başka bir varlıkla ilişkisi yoktur.
Sad; 79-81: [İblis] dedi ki: “Rabbim, o halde insanların diriltileceği güne
kadar bana süre ver.”
[Allah] buyurdu ki: “Peki, süre verilenlerdensin.
O bilinen vaktin gününe kadar.”
A'raf; 14, 15: [İblis[ dedi ki: “İnsanların diriltileceği güne kadar bana süre
ver.”
[Allah] buyurdu ki: “Süre verilenlerdensin.”
13
Ana Britannica'nın “düşünce” maddesiyle ilgili makalesinin şu bölümü dikkat
çekicidir:
“Psikanalize göre, 'birincil süreç düşüncesi' bilinç dışı ve sözcük ötesi bir süreçtir.
Yani sözcüklerle simgeselleşmemiştir. Örneğin bir isteğin bir insanı baskı altında bırakması
sözcüklere dökülemez. Bu düşünce türünde karşıtlar bir arada bulunabilir; böyle düşünce
mantık kurallarına uymaz, zaman ve yer tanımaz, neden-sonuç bağıntısı taşımaz ve bütünüyle
haz ilkesi doğrultusunda gerçeklikle bağıntısı olmayan bir biçimde gelişebilir. Oysa 'ikincil
süreç düşüncesi' gerçeklik ilkesine bağlı olarak dış nesnelerin gerçekliğini gözetir, söze
dökülür, dil ve mantık kurallarına uyum gösterir.” (Düşünce maddesi, Cilt: 11 s: 20)
Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, insanın akıl, irade, bellek, dikkat, merak,
korku, düşünce gibi zihinsel melekleri/güçleri arasında tam kontrol edemediği tek
melek/meleke, psikoloji bilimince “birincil süreç düşüncesi” diye de tanımlanan düşünce
meleği/melekesidir. “Birincil süreç düşüncesi” adı verilen bu zihinsel yeti, bilinç dışı, insanın
tam olarak kontrol edemediği bir olgudur.
İşte, iğvalarından [dürtülerinden] Allah'a sığınmamız gereken Şeytan-ı Racim [İblis]
de budur.
Aşağıdaki ayetler tetkik edildiğinde, Şeytan-ı Racim’in insanın kendi içinde olduğu
görülecektir. Bu insan bir peygamber de olsa durum aynıdır.
14
İblis ve Şeytan-ı Racim'i konu alan ayetler incelendiğinde ikisinin de aynı şey olduğu
görülür. İblis ayrıca “Şeytan-ı Marid” ve “Hannas” olarak da nitelenir.
Her insanın bir İblisi vardır ve herkesinki birbirinden farklıdır. İblis, yukarıda yapılan
açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, tedbir alınmaz ve şerrinden Allah'a sığınılmazsa, insanı
dünyada ve ahirette felakete sürükler. İnsanı felakete sürükleyen bu gücün uzakta değil,
insanın bizzat kendi boynunda asılı olduğu aşağıdaki ayette de ifade edilmiştir:
İsra; 13: “Ve her insanın boynuna kendi kuşunu [ona kötülük
ettirten gücünü] bağladık. …..”
Tek bir İblis'in ilk insandan son insana kadar yeryüzündeki herkesi etkilediğini ve
etkileyeceğini kabul etmek İblis'e Allah'a ait nitelikleri vermek olur. Bu da bazı eski dinlerde
iyilik ve kötülük tanrısı olarak ortaya çıkmış olan batıl inançlar doğrultusunda bir kabul olur.
İblis bizim yaşadığımız evrenin bir parçasıdır, yani üç boyutlu âlemdendir. İnsanın
ayrılmaz bir parçasıdır. Aksi bir durum Allah'ın adaletine uygun düşmezdi. Kimse
hissedemeyeceği, tedbir alamayacağı, başka bir boyuttan olan bir yaratıkla başa çıkma
imkânına sahip değildir. Böyle bir yaratığın insanlara musallat edilmesi adil bir davranış
olmazdı. Ayrıca bu Sünnetullah'a da aykırı olurdu. Çünkü “Allah hiç kimseye gücünün
üstünde yükümlülük vermez.” (Bakara 233, 286, En'am 152, A'raf 42, Mü'minun 62, Talak 7)
Kâfirler kendilerine peygamber olarak bir melek gönderilmesini istemişler, Rabbimiz
de onların beklentilerine şöyle cevap vermiştir.
Ayetin de doğrudan ifade ettiği gibi, peygamberler insanlığa aynı boyutta yaşayan
kendi hemcinsleri arasından seçilerek gönderilmişlerdir. Zira farklı bir boyutun yaratığı ile
iletişim söz konusu edilemez.
15
Hayatın Allah'ın koyduğu ölçülere uygun sürmesi ve insanların sınanması için insanın içinde
böyle alternatif bir gücün/enerjinin olması lâzımdır. İnsan bu güç sayesinde dilerse imanı ve
taatı, dilerse küfür ve isyanı seçebilecektir. Seçebilmek robot olmamak demektir. İnsanın İblis
sayesindeki bu seçiciliğinin sonucunda Rabbimizin üstünlük ifade eden Kahhâr, Müntekîm,
Adl, Dâll, Şedidü'l-ikâb, Serîu’l-hisâb, Hâfid, Rafi', Muizz, Müzill isim ve sıfatları; hıfz, afv,
mağrifet, rahmet, günahları örtme ve bağışlama gibi yücelik sıfatları tecelli edecektir. Onun
için İblis yaratılmış ve kendisine böyle bir mehil verilmiştir.
Bu açıklamalarla “Şeytanın cennette Âdem ve eşini nasıl kandırmış olabileceği,
dolayısıyla şeytanın cennette ne işinin olduğu, Allah'tan başkasına secde edilemezken bizzat
Allah'ın melekleri Âdem'e secdeye zorlaması, meleklerin Âdem'e müşrik olmadan nasıl secde
ettikleri” gibi konularda bir ön bilgiye sahip olunmuş olmalıdır. Ayrıca Âdem'e secde eden
meleklerin, düşünce yetisi dışındaki enerjik güçler ve doğadaki canlı cansız tüm güçler
olduğunu da vurgulayalım ve konuyu ilginç bir örnekle kapatalım: Bakara suresinin 248.
ayetinde, yük taşıyan manda, öküz, eşek, katır gibi hayvanlar “melaike” olarak ifade
edilmiştir.
26-28. Ayetler:
Kur'an, inmeye başladığı dönemden itibaren günümüze kadar gelen zaman dilimi
içerisinde, tıpkı ilk indiği günlerdeki gibi bir kısım muhatapları tarafından çeşitli bahanelerle
şiddetli yalanlamalara maruz kalmıştır. Tarihin her döneminde hakikatin karşısında Ebuleheb
ve yandaşları gibi inkârcılar hep olagelmiştir. İlahî vahiy ve onu insanlara ulaştıran
peygamberler yalanlanmış, bunlara inanmış olanlar da zaman zaman sert müdahalelerle
karşılaşmışlardır. Kendini yeterli görüp azan insan ilahî uyarıya kulaklarını tıkamış,
dolayısıyla Allah'a güvenip O'na iman eden kalbin duyduğu hazdan mahrum kalmıştır.
Allah, vahyi karşısında duran ve gönderdiği peygamberlere fütursuzca saldıran bu tür
insanları çok yakın ve acı bir azapla uyarmıştır. Peygamberimizin güvenilir bir elçi olduğunu
her fırsatta dile getiren Kur'an, azgınları bekleyen acı azabın başlangıcı olan Kıyamet Günü
ile ilgili pek çok ayet içermektedir. İnşallah sırası geldikçe bu ayetler de görülecektir.
29. Ayet:
Ayette yer alan “ شاءşâe” fiili müteaddi [geçişli] bir fiildir. Geçişli fiillerin cümle
içinde tümleçlerinin de bulunması lâzım gelirken, yukarıdaki cümlede böyle bir tümleç/mef’ul
yer almamıştır. Bu sebeple cümlenin tümleci konu akışına göre takdir edilmeli ve cümle bu
şekli ile tam olarak anlaşılmalıdır. Böylece hem Allah'ın neyi dilediği, hem de kulun neyi
dilediği belirlenmelidir. Aksi halde cümle tam olarak anlaşılmaz.
26. ayetin delâletiyle anlaşılmaktadır ki, cümlede yer verilmeyen tümleç küfürdür,
şirktir. Bu durumda cümlenin takdiri şöyle olabilir: “Âlemlerin Rabbi Allah sizin kâfir
olmanızı, müşrik olmanızı dilemeseydi, siz kâfirliği de müşrikliği de dileyemezdiniz,
dolayısıyla da işleyemezdiniz.”
Dikkat edilirse ayette insanın dilemesi, [İnsan suresinin 29-31. ayetinde de görüleceği
gibi] Allah'ın dilemesine bağlanmıştır. Gerçekten de Allah dilemedikten sonra hiç kimse,
herhangi bir şey yapabilme irade ve gücüne sahip değildir. Her türlü ön hazırlığın yapıldığı ve
16
gerçekleşmesi için gerekli uygun koşulların bulunduğu nice plânın boşa çıkması sıkça
karşılaşılan bir durumdur. Bu demektir ki, hayalini kurduğumuz herhangi bir arzumuzun,
düşüncemizin, plânımızın gerçekleşebilmesi ancak Allah'ın dilemesiyle, ya da bir başka
deyişle ancak Allah'ın izni ile mümkün olabilir. Eğer Allah'ın dilemesi/izni söz konusu
değilse, hayallerimiz için harcanan zaman da, sarf edilen çaba da boşunadır.
Ayette verilen mesajı iyi anlayabilmek için öncelikle “ مشككيئةmeşiet” kavramının
Kur'an bağlamında doğru anlaşılması gerekir. Aksi takdirde birçok noktada çelişkiler ortaya
çıkar, çıkmaza girilir. Nitekim geçmişte bu konuda birçok görüş ortaya atılmış ve bunun
sonucu olarak da Cebriye, Kaderiye, Mutezile, Eş’ariye ve Maturidiye gibi birçok
mezhep/ekol ortaya çıkmıştır. Mezhepler arası tartışmaları Kelâm kitaplarında bırakıp konuyu
sadece Kur'an'dan öğrenmek amacıyla dikkatimizi konunun daha iyi anlaşılmasını
sağlayacağına inandığımız başlıklar altında topladığımız ayetlere çevirmeyi uygun buluyoruz.
Meşîet
Âl-i Imran; 47: … Dedi ki: Bu böyledir! Allah dilediğini yaratır. O bir şeye karar
verince, yalnızca “Ol!” der o da oluverir.
Ya Sin; 82: O bir şeyi dilediğinde, O'nun buyruğu yalnızca o şeye “Ol!”
demektir; o da oluverir.
Nitelikleri yukarıda açıklanmaya çalışılan ölçülerde bir Meşiet/İrade sahibi olan Allah,
bu sıfatından kapasiteleri nispetinde insanlara da bahşetmiş ve insanlara özgür iradeleri ile
seçme hakkı tanımıştır. İnanç özgürlüğünün temeli Allah’ın bu konudaki meşietidir.
Herkesçe bilinen bir gerçektir ki, insanların baskıyla bir şeye inandırılmaları veya
inanmaktan vazgeçirilmeleri mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir. Bundan dolayıdır ki,
insanların ne kalplerine nüfuz etmek, ne de beyinlerini kontrol etmek mümkündür. İnanç
konusunda insanları zorlamanın ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı da
insanlık tecrübeleriyle sabittir. Ayrıca جككبرcebr/zorlama ve baskı imtihan esprisine de
aykırıdır. O nedenle Yüce Rabbimiz insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Şimdi bu
sözlerimize Kur'an desteği aramak üzere Rabbimizin ayetlerine bir göz atalım:
Bakara; 256: Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi
kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] iyice
ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa,
kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah,
17
hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
Kâfirun; 6: “Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim
içindir.”
Zümer; 15: “Buna rağmen siz, onun astlarından dilediğinize kulluk edin!”...
İnsan; 2, 3: Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan
edeceğiz; bu nedenle onu işitici, görücü yaptık. Kuşkusuz biz
ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.
Secde; 13: Biz dileseydik, hiç kuşkusuz, herkese doğru yolu getirirdik.
Ama tarafımdan şu söz kesinlik kazanmıştır: “Hiç kuşkusuz,
cehennemi cin ve insten [her tür insandan] tamamen
dolduracağım.”
Maide; 48: … Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet yapardı. Ama bu,
verdikleri konusunda sizi denemek içindir. …
Nahl; 93: Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat
Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir [dileyeni
saptırır dileyeni doğruya ulaştırır]. Şüphesiz ki, bütün
yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.
18
Yunus; 108: De ki: “Ey insanlar! Rabbinizden, elbette, size gerçek gelmiştir.
Artık doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapan da gerçekten
kendi zararına sapmıştır. Ve ben, sizin üzerinize
vekil [sizden sorumlu] değilim.”
İsra; 15: Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa
ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günah
yükünü çekmez. Biz bir peygamber göndermedikçe, azap
edeci değiliz.
Nahl; 36: Ant olsun ki, biz her ümmete “Allah'a ibadet edin ve putlara
tapmaktan sakının!” diyen bir peygamber gönderdik. Allah bu
ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık
hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın
yalanlayanların sonu nasıl olmuş!
Şûra; 20: Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız,
her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama
ona ahirette hiçbir nasip yoktur.
İsra; 18: Kim bu geçici dünyayı isterse orada ona, [evet,] dilediğimiz
kimseye dilediğimiz kadar hemen veririz. …
Allah'ın insanı özgür bıraktığı Kur'an ile tespit edildikten sonra, bir başka konunun da
iyi anlaşılması gerekir. Bu, saptıran da hidayete erdiren de sadece Allah olduğu konusudur.
Zira “Meşiet” kavramını tüm boyutları ile incelememiş olanlar, saptırma ve hidayet
konusunda yanılmakta ve “dalâlet ve hidayetin herhangi bir esasa ve kurala bağlı olmadığını,
Allah'ın rasgele birilerini saptırdığını, kimilerini de rasgele hidayete erdirdiğini” ileri
sürebilmektedirler. Oysa Allah'ın durup dururken bir kimseyi saptıracağını iddia etmek,
Allah'a zulüm yakıştırmak olur ki, Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Zaten konu
detaylı araştırıldığında işin öyle olmadığı anlaşılacaktır. Önce iki örnek verelim:
Nur; 46: Hiç kuşkusuz biz açık açık ayetler indirdik. Allah gerçekten de
dilediğini doğru yola iletir.
(Benzer ayetler: Bakara 142, 213, 272, En'âm 88, Yunus 25, Hacc 16, Nur 35,
Kasas 56, Fatır 22, Zümer 23, Şûra 13)
19
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde Allah'ın kudret sıfatı öne çıkarılarak her şeye güç yetiren
Allah'ın dilediğini saptırdığı, dilediğini de doğru yola ilettiği ifade edilmiştir. Ancak dikkat
edilirse bu ayetler rasgeleliği değil, bir seçimi [meşieti/iradeyi] ifade ederler.
Doğru bakılırsa, Yüce Allah'ın saptırma ve hidayete erdirmeyi rasgele dilemediği
Kur’an’da açıkça görülür:
- Kâfirler (Mümin 74, Nisa 155, Tövbe 37, Nahl 107, Meryem 83, Müddessir 31)
- Ahirete inanmayanlar (İsra 45)
- Ayetlere inanmayanlar (Nahl 104)
- Zalimler (İbrahim 27, Tövbe 109, En'âm 129)
- Münafıklar (Nisa 82)
- Fasıklar (Saff 5, Bakara 26, Maide 108, Tövbe 80, Münafikun 6)
- Kalplerinde hastalık olanlar (Bakara 10, Tövbe 124, 125, Müddessir 31, Hacc 53)
- Mücrimler (Hicr 11-13)
-Düşünmeyenler, öğrenmeyenler (Tövbe 127, Rum 59, Yunus 100, A'râf 179)
- Dünya hayatını tercih edenler (Nahl 107)
- Haddi aşanlar (Mümin 10, 12, 28, 34, Yunus 74, 20, 125-127)
- Kur'an'dan yüz çevirenler (Zühruf 36, 37)
- Allah'ı unutanlar (Haşr 19)
- Cimriler (Tövbe 76, 77)
- Kibirliler (Mümin 35)
- Müstağniler (Leyl 8-10, Abese 5-7, Alak 6, 7)
- Zorbalar (Mümin 35, İbrahim 13 16)
- Yalancılar (Zümer 3, Bakara 10, Tövbe 77, Nahl 36, Mümin 28, Leyl 8-10)
- Nankörler (Bakara 276, Hacc 38, Lokman 32, Sebe 17, Fatır 36, Kaf 24, İsra 27,
Zümer 3)
- Şüpheciler (Mümin 34)
En'âm; 102: İşte budur Rabbiniz Allah! O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin
yaratıcısıdır. Öyleyse O'na kulluk edin! O, her şeyin
20
yönetenidir.
Ra'd; 16: De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah'tır”. De ki:
“Allah'ın astlarından o kendi kendilerine fayda ve zarar
vermeye gücü olmayanları Yakınlar mı ediniyorsunuz?” De ki:
“Hiç kör ile gören bir olur mu? Hiç karanlıklarla aydınlık bir olur
mu?” Ya da Allah'a, O'nun gibi yaratan bir takım ortaklar
buldular da, bu yaratış kendilerince birbirine benzer mi?
göründü? De ki: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, birdir, her
şeye üstün ve kahredicidir.”
Zümer; 62: Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir [her şeyin
yöneticisidir].
Mümin; 62: İşte, her şeyin yaratıcısı Rabbiniz Allah budur. O'ndan
başka ilâh yoktur. O halde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz!
Bütün bu ayetler, Allah’ın her şeyin ve her işin asıl yaratıcısı olduğunu açıkça ifade
etmektedir. Bu O’nun ilâhlığının olmazsa olmaz gereğidir. Şu hâlde dalâleti yaratan da,
hidayeti yaratan da Allah'tır. Bu ikisinden [dalâlet ve hidayetten] herhangi birini isteyen ve o
yönde meyil gösteren ise kulun kendisidir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hidayet ve dalâletin Allah'a izafesi “yaratma”
açısından, insana izafesi ise “seçme” açısındandır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
21