You are on page 1of 21

7 TEKVİR SURESİ

[DÜRME]

SURESİ

TEKVİR SURESİ’NE GİRİŞ

Bu sure Mekke'de 7. sırada inmiştir. Adını birinci ayetteki “‫ ككككّورت‬küvviret”


sözcüğünden almıştır. Bu sözcüğün mastarı “‫ تكوير‬tekvir”dir.
Tebbet suresinin tahlilinde, peygamberimizin halkı Safa tepesine davet ederek onları
uyardığını; buna karşılık başta Ebuleheb olmak üzere bazı azgın müşriklerin ilahî mesaja karşı
çıkarak o ana kadar aralarında ahlâkıyla, dürüstlüğüyle ve zihinsel sağlığıyla efsaneleşmiş
olan Muhammed'e “mecnun” şeklinde ithamlarda bulunduğunu; bununla da yetinmeyerek
çarşıda, pazarda onu takip ve taciz ettiklerini; bu hareketleriyle asıl yapmak istediklerinin
peygamberimizin görevini engellemek olduğunu öğrenmiştik.
Rabbimiz Ebuleheb'in şahsında bize bu tip yalanlayıcıların akıbetini, mallarının ve
teşkilâtlarının bu davaya zarar veremeyeceğini bildirmişti. Bu açıklamalar şüphesiz
peygamberimizin ve etrafındaki bir avuç Müslüman’ın maneviyatını yükseltmişti. Ama bir de
Ebuleheb ve onun gibilerin bulandırdığı akıllar vardı. Bu akıl sahiplerinin de ikna edilmesi
gerekmekteydi.
Tekvir suresinde akılları din düşmanları tarafından bulandırılmış bu türdeki insanların
tereddütleri giderilmekte, gerekli uyarılar yapılarak onlara öğütler verilmektedir.
Sure üç pasajdan oluşmuştur:
Birinci pasaj, kıyamet ve mahşer sahnelerinin yer aldığı inzar [uyarı] mahiyetindeki 1-
14. ayetlerdir.
İkinci pasaj, Kur'an ve peygamberimizin konumunun belirtildiği 15–25. ayetlerdir.
Üçüncü pasaj, öğütlerden oluşan 26–29. ayetlerdir.

7/ TEKVİR [DÜRME] SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin meali:
1- Güneş katlanıp dürüldüğünde,
2- yıldızlar bulandığında,
3- dağlar yürütüldüğünde,
4- on aylık gebe develer umursanmadığında,
5- vahşî hayvanlar bir araya toplandığında,
6- denizler kaynatıldığında,
7- nefisler eşleştirildiğinde,
8- diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,
9- “Hangi günahtan dolayı öldürüldü?” diye,
10- amel defterleri açılıp yayınlandığında,
11- gök sıyrılıp açıldığında,

1
12- cehennem kızıştırıldığında,
13- ve cennet yaklaştırıldığında,
14- herkes ne getirmiş olduğunu anlar.
15- Şimdi yemin ederim o sinenlere,
16- o akıp akıp yuvasına gidenlere,
17- yöneldiği an geceye,
18- nefeslendiği an sabaha ki,
19- kuşkusuz bu, değerli bir elçi sözüdür;
20- güçlü, Arş'ın Sahibi'nin yanında çok itibarlı,
21- itaat edilir, güvenilir.
22- Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.
23- Ant olsun o, O'nu açık ufukta gördü.
24- O gayb hakkında cimri de değildir.
25- Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
26- Hâl böyleyken siz nereye gidiyorsunuz?
27- Bu, âlemler için öğütten başka bir şey değildir,
28- içinizden doğru gitmek isteyenler için.
29- Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz.

Ayetlerin tahlili

1. Ayet:

Güneş katlanıp dürüldüğünde,

“‫ تككككوير‬Tekvir” sözcüğü, “ ‫ ككككّورت‬küvvirat” fiilinin mastarı olup “‫ ككككور‬kevr”


sözcüğünden türemiştir. Tekvir; yuvarlak şekle sokmak, toplamak, sarık sarar gibi sarmak,
bohçalamak anlamlarına geldiği gibi, devirmek, kürümek, yıkıp atmak anlamlarına da gelir.
Bu sözcük Arapça'dan Farsça'ya ve Farsça'dan da Türkçe'ye “kör olmak” anlamında
geçmiştir. Sözcüğün yapısı [tef'il babından oluşu] çokluk, peklik anlamlarını içerir. Bu kalıp
işin “çok” yapıldığını ifade ederek fiile “çok sarılmış, çok yuvarlanmış” anlamını kazandırır.
Bu hususlar dikkate alındığında “Küvvirat” sözcüğü ayette “Güneş iyice köreltildiğinde”
anlamını ifade eder.

2 - 4. Ayetler:

yıldızlar bulandığında,
dağlar yürütüldüğünde,
on aylık gebe develer umursanmadığında,

Ayette geçen “ ‫ عشككأر‬işar” sözcüğü on aylık gebe develer için kullanılmaktadır.


Araplar on aylık gebe develere doğuruncaya kadar bu adı verirler. Bu develer hem süt hem de
yavru vermeleri bakımından çok kıymetlidirler.
Bu nitelikteki develerin başıboş bırakılmasından maksat, çobansız ve bakımsız
bırakılarak umursanmamalarıdır. Zira korkunç kıyamet olayları içinde, develerin sahipleri
böyle en kıymetli mallarını bile başıboş bırakıp kaçışacaklardır.
Bu ayetin mesajının dünyanın çeşitli yerlerindeki sosyal çevrelere farklı farklı
anlatılması gerekir. Ayetin esas mesajı, o an geldiğinde herkesin çok değer verdiği şeyleri terk

2
edeceklerini, bırakacaklarını, unutacaklarını bildirmesidir. Bu durumda ayetteki mesaj, bir
sanayi ülkesinde “Fabrikalar bırakılıp kaçıldığında...”, bir finans çevresinde “Bankalar açık
bırakılıp kaçıldığında...”, denizciliğin önemsendiği bir yörede ise “Kaptan gemisini terk edip
kaçtığında” şeklinde anlaşılmalıdır.

5. Ayet:

vahşî hayvanlar bir araya toplandığında,

Normal şartlarda vahşî hayvanların bir araya toplanması mümkün değildir. Ama
kıyamet şartlarında her şey alt üst olacak, her şey aslî niteliğini yitirecektir. Korkunçluğun
verdiği dehşet ile vahşî hayvanlar bile şaşırıp kalacaklar, yaratılış özelliklerinin aksine
davranacaklardır.

6. Ayet:

denizler kaynatıldığında,

Surenin ilk altı ayetinde kıyametin ilk aşamaları anlatılmıştır. Bu ilk aşamaların nasıl
gerçekleşeceği ile ilgili olarak değişik bilim dalı mensuplarınca birçok teori geliştirilmiştir.
Bu teorilerin öngördüğü aşamalar birbirinden farklı da olsa, gerçekleşeceğini düşündükleri
son, ayetlerde açıklandığı gibi her şeyin normal akışından çıkacağı, evrenin düzeninin
bozulacağı, kısaca kıyametin kopacağı şeklindedir. Bu teoriler henüz birer öngörü
mahiyetinde oldukları için daha fazla açıklanmalarına gerek yoktur. Belirtilmesi gereken en
önemli yanları, Kur'an'ın bildirdiği kaçınılmaz sonun hepsi tarafından da kabul ediliyor
olmasıdır.
Kıyamete ait sahneler başka detaylar verilerek ileride pek çok ayette karşımıza
çıkacaktır. Meselâ İbrahim suresinin 48. ayetinde bu sahne şöyle anlatılmıştır:
“O gün yerküre başka bir yerküreye dönüştürülür. Gökler de öyle. Hepsi o Vâhid
[Sıfatlarında, özelliklerinde tek ve biricik olan; kullarının ibadet ve yönelişlerinde kendisine
herhangi bir varlığı eş ve aracı tutmalarını istemeyen] ve Kahhar olan [Kâfirleri kahrı altında
ezen] Allah'ın huzurunda dikilir.”

7. Ayet:

nefisler eşleştirildiğinde,

Bu ayetten itibaren kıyamet sahneleri bitmiş, mahşer sahneleri anlatılmaya


başlanmıştır.
Ayetteki “Nefislerin eşleştirilmesi” ifadesi hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır.
“Ruhlar bedenleriyle birleştirildiğinde”, “Herkes amellerinde kendi benzerleriyle
birleştirildiğinde”, “Müminler hurilerle birleştirildiğinde”, “Yahudi Yahudi ile, Hıristiyan
Hıristiyan ile birleştirildiğinde”, “Canlar amelleriyle birleştirildiğinde” şeklindeki yorumlar
bunlardandır.
Ayetteki “‫ زّوجت‬züvvicet” kelimesi, bir araya getirmek demektir. Ama her hangi iki
şeyi bir araya getirip bir çift oluşturmak değil, bir şeyi misliyle, simetrik eşiyle bir araya
getirmek, bir takım oluşturmak demektir. Aynı kelime, Şûra suresinin 50. ayetinde bir

3
batındaki/ana karnındaki birden çok çocuğu ifade etmek için, Vakıa suresinin 7. ayetinde ise
mahşerde diriltilen insanların üç grupta toplanmalarını ifade etmek için de kullanılmıştır.
Tekvir suresinin bu ayetinde de mahşer sahnelendiğine göre, Vakıa suresinin 7. ve
sonraki ayetleri bu ayetin detayı olarak düşünülebilir. Bu durumda, ayette geçen eşleştirmenin
Vakıa suresindeki “sağcılar, solcular ve öncüler” şeklinde kendi aralarındaki eşleştirme ile
aynı olduğu söylenebilir.

8, 9. Ayetler:

diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,


“Hangi günahtan dolayı öldürüldü?” diye,

Ayetin orijinalinde geçen “‫ مككوؤدة‬Mev'ude”, küçükken diri diri toprağa gömülen


kızcağız demektir ki “‫ وئد‬Ve'd” kökünden türemiştir. “‫ وئد‬Ve'd” aslında “‫ اود‬evd” sözcüğü
gibi, ağır basmak, üzerine basınçla bastırmak anlamında olup cahiliye Araplarının kız
çocuklarını diri diri toprağa gömme şeklindeki insanlık dışı âdetlerine denmektedir.
Arapların kimisi bunu kızları yüzünden ileride başlarına utanç verici bir olay gelebilir
korkusuyla, kimisi de “melekler Allah'ın kızlarıdır” inanışına uygun olarak kızlarını meleklere
katmak üzere yaparlardı. Fakat onları bu zulme iten başlıca nedenin fakirlik ve çocuğu
besleyememek korkusu olduğu daha güçlü bir olasılıktır. Bu konu En'âm 151 ve İsra 31 gibi
başka ayetlerde de yer almaktadır.
Bununla beraber Araplar içinde kız çocuklarını bu şekilde toprağa gömmeyi tasvip
etmeyenler de vardı. Meselâ ünlü Arap şairi Farazdak'ın dedesi olan Sa'sa'a b. Naciye el-
Mücaşi adlı şahıs, kendi kavmi olan Beni Temim'den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye
ile kurtarırdı.
Bu ayetlerde dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, diri diri gömmek suretiyle
işlenen cinayetin nedeni hakkında öldürene değil de öldürülen suçsuz kızcağıza soru
yöneltilmiş olmasıdır. Hesap gününde sorunun suçsuz, koruyucusuz, mazlum kıza sorulacak
olması, cinayeti işleyen katile hiç söz hakkı verilmeyecek olması anlamına gelmektedir ki, bu
ifade ile hem “Tariz” sanatı sergilenmiş, hem de bu katillere mahşerde düşecekleri durumla
ilgili olarak çarpıcı bir uyarı yapılmıştır.
Ayetlerde, diri diri gömmek suretiyle işlenen cinayetler örnek gösterilerek aslında
şekli ne olursa olsun, çocukların kasten öldürülmelerinin büyük bir günah olduğu
anlatılmaktadır.
Bahsedilen suçun çocukların fizikî ölümlerinin yanında onların eğitim ve öğretimden
uzak tutulmalarıyla oluşan sosyal ölümlerini de kapsadığı, bu tip sosyal cinayetlerin de aynı
suç kapsamında olduğu unutulmamalıdır.

10. Ayet:

amel defterleri açılıp yayınlandığında,

Bu ayet amel defterlerinin sadece açılmakla kalmayıp aynı zamanda neşrinin de


yapılacağını, yani gazete, dergi, kitap gibi veya radyo ve televizyon programı gibi
yayınlanacağını da ifade etmektedir. Bu durumda, amel defterlerinde yazılı olan hem iyi hem
de kötü amellerin, sahibi ile Allah arasında kalmayıp tüm mahşer halkı tarafından öğrenilmesi
söz konusudur. Bunun detayı ilerine Neml suresinde gelecektir.

11 - 14. Ayetler:

4
gök sıyrılıp açıldığında,
cehennem kızıştırıldığında,
ve cennet yaklaştırıldığında,
herkes ne getirmiş olduğunu anlar.

Mahşerle ilgili olarak çizilen bu kompozisyonla inzar [uyarı] yapılmakta, insanlardan


akıllarını başlarına almaları istenmektedir. Bu kısa sahneler ve uyarılar ilk yapılanlardır. Daha
sonraki surelerde detaylı olarak görülecektir.

15-18. Ayetler:

Şimdi yemin ederim o sinenlere,


o akıp akıp yuvasına gidenlere,
yöneldiği an geceye,
nefeslendiği an sabaha ki,

Surenin 15-25. ayetleri ayrı bir necmdir. Ayrıca bu ayetler Kur’an’ın özelliklerini
kanıt gösteren birer kasem cümlesidir. Ayetlerin her birinde müteşabih ifadeler vardır. Bize
göre ayetlerdeki;
- “sinenler” ile “Kur’an’dan kaçanlar”,
- “akıp akıp gidenler” ile “İslâm’a koşanlar”,
- “yönelen gece” ile “küfrün bitmesi”,
- “nefeslenen sabah” ile de “toplumun mutluluğa ermesi” kastedilmektedir.
Bundan sonra da böyle müteşabih ifadeler ile sıkça karşılaşılacaktır.
Kanaatimize göre, 15-25 ayetleri kapsayan bu necm, Fecr suresinden sonra ve Duha
suresinden önce inmiş olmalıdır. Zira “fecr”den sonra sabah, sabahtan sonra da kuşluk [duha]
olur.
Tebbet suresinin tahlilinde peygamberimizi engellemeye çalışanların tepkilerine
değinilmiş, Rabbimizin bu kişileri ve tepkilerini Ebuleheb'in şahsında somutlaştırdığı
anlatılmıştı. Rabbimiz bu necmde Ebuleheb ve teşkilâtı tarafından oluşturulmaya çalışılan
kötü kanaatleri bertaraf etmek için Kur’an’ın mucizevî niteliklerini göstermekte ve elçisinin
kendi katındaki konumunu açıklamaktadır. Ancak bu açıklamasına da yine kasem ile yani
dikkat çekerek, kanıt göstererek başlamaktadır.
Ayetlerin lâfzî anlamlarına göre de evrendeki yıldızlara, gezegenlere, muhteşem
sistemlerine ve bütün bunları yaratan güce dikkat çekilmekte ve “İşte, bu gücün sahibi size
açıklıyor ki...” denilmektedir.
Kur'an Araştırmaları Grubu tarafından sözcüklerin lâfzî anlamları dikkate alınarak
kaleme alınan “Kur'an: Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitap (İstanbul Yayınevi, 2003, s:64),
15 ve 16. ayetler ile ilgili olarak şöyle bir yorum yapmaktadır:
“… 15. ayette 'sinenler' diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası 'hunnes'tir. Hunnes'e,
akışın tersi, pusma, büzülme, sinme, gerileme anlamları verilmektedir. 16. ayette 'yuvalarına
girenlere' diye çevirdiğimiz deyim ise Arapça 'kunnes'tir. Kunnes sözcüğüne belli güzergâh,
yuvaya girme, hareket halindeki cismin yuvası anlamları verilmektedir. 16. ayetteki 'akış'ı ise
'cereyan' kökünden türeyen 'cariye' kelimesi karşılamaktadır. … Bilim ancak 1700'lü yıllarda
çekim gücünün önemini fark etmiştir. … ayetler incelenirse, bu ayetlerin çekim gücüne,
çekim ile hareket arasındaki dengeye işaret ettikleri anlaşılır. Gerek atomun çekirdeği, gerek
gezegenlerin ortasındaki Güneş, sinmiş, büzülmüş bir hâlde bulunmakta, atomdaki çekirdek
elektronları ve Güneş sistemindeki Güneş ise gezegenleri kendi içine çekerek onları da
sindirmeye, büzdürmeye çalışmaktadır. Biz bu güce çekim, yerçekimi diyoruz. Merkezdeki
sinmiş çekirdekler (Güneş), etraflarındaki elektronları (gezegenleri) kendileriyle birleştirmek,

5
bütünleştirmek isteyerek onları da büzmeye, kendileri gibi sindirmeye yönelik kuvvet
uygularlar. Böylelikle Tekvir suresinin 15. ayetinde geçen 'hunnes' kelimesinin çekim gücünü
ifade ettiği hiçbir zorlama yapılmadan anlaşılmaktadır.
Atomun çekirdeğinin çekimine rağmen elektronlar çekirdeğe yapışmaz. Güneş'in
çekimine rağmen de gezegenler Güneş'e yapışmaz. Elektronları çekirdeğe yapışmaktan,
gezegenleri Güneş'e yapışmaktan kurtaran, elektron ve gezegenlerin hareketidir. Tekvir suresi
16. ayette geçen 'cariye' kelimesi akışı, hareketi ifade eder ki, çekimden kurtaran unsuru ifade
etmesi bakımından bu önemlidir. … Bu iki ayrı oluşum sayesinde elektronlar kendi
yuvalarında, yörüngelerinde, gezegenler de kendi yuvalarında, yörüngelerinde hareket ederler.
Bu yuvada olmayı da 16. ayetteki 'kunnes' kelimesi mucizevî bir şekilde ifade etmektedir.
Kur'an, yerçekimindeki merkeze çekişi 'hunnes' kelimesiyle, bu çekimden kurtulmayı
sağlayan hareket unsurunu 'cereyan' kelimesiyle, her iki unsur sayesinde oluşan yörüngede
olmayı da 'kunnes' kelimesiyle ifade etmektedir. Böylece Kur'an, yerçekimi ile ilgili
terminolojinin var olmadığı bir dönemde, yerçekimine bağlı oluşumları açıklamıştır.”

19 - 21. Ayetler:

Şüphesiz bu, güçlü, Arş'ın Sahibi'nin yanında çok itibarlı, itaat edilir,
güvenilir bir elçi sözüdür.

Ayette geçen “‫ اّنه‬o” zamiri Kur'an'a işaret etmektedir. Kur'an, bir elçinin sözleriyle
tebliğ edildiği için “‫ قول رسول‬Elçi sözü”dür. Ama “Elçi sözü”, elçilik yapan kişinin kendi
sözü değildir. “Elçi sözü”; elçilik yapan kişinin, elçi yollayan otorite tarafından kendisine
emanet edilen mesajdır, yani elçi yollayan otoritenin sözüdür. Ama pek çok meal ve tefsirde,
ayette geçen “Elçi sözü” ifadesi ile Cebrail'in kastedildiği yazılıdır. Bunun sebebi, “Elçi sözü”
ile “Muhammed'in sözü” arasındaki inceliğin fark edilemeyişidir. Elçi Muhammed (as),
kendisinin değil, kendisini elçi olarak seçen otoritenin mesajını aktarmaktadır. Üstelik bu elçi,
Allah katında itibar edilen, güvenilecek ve itaat edilecek bir elçi olduğu için, “Elçi sözü”
olarak aktardığı mesajlara da itibar edilmeli, güvenilmeli ve itaat edilmelidir. Nitekim Alak
suresinde “Yaratan Rabbinin adına oku!” emrini alan peygamberimiz, tebliğine Fatiha
suresinin ilk ayeti olan “Rahman ve Rahîm Allah'ın adına” cümlesiyle başlamıştır. Yani
elçinin sözleri, Allah'ın kendisine vahyettiği sözlerden başka bir şey değildir.

22, 23. Ayetler:

Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.


Andolsun o, O'nu açık ufukta gördü.

Birçok tefsir ve mealde, bu ayetle ilgili olarak da Kur’an’daki diğer sure ve ayetlere
uygun olmayan açıklamalar görmek mümkündür. Ayetteki “‫ رآه‬hu [o]” zamiri hayalî
Cebrail'e gönderilerek büyük bir hata yapılmıştır. Halbuki bu ayette bahsedilenler, Necm
suresinin 1-18. ayetlerinde detaylandırılmıştır.

Necm; 1-18: İndiği zaman necme kasem olsun ki, (Parça parça inmiş
ayetlerin her bir inişi kanıttır ki,)
Arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır.
O, hevasından da konuşmuyor.
O kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
Ona, onu müthiş kuvvetleri olan öğretti.
O, üstün akıl sahibi. Ki istiva etmiştir O.

6
Ve O en yüksek ufukta idi.
Sonra yaklaştı ve hemen sarktı.
İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu.
Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.
Gönlü, gördüğünü yalanlamadı.
Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? [Onun
gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyordunuz?]
Ant olsun onu, başka bir inişte daha gördü.
Son sidrenin yanında.
Ki onun yanında oturulan bahçe vardır.
O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.
Göz şaşmadı ve azmadı.
Ant olsun, Rabbinin ayetlerinin en büyüğünü gördü.

Anlaşılmaktadır ki, peygamberimizin gördüğü Cebrail değil, Rabbimizin büyük bir


tecellisi, büyük bir ayetidir. Bu husus Necm suresi tahlilinde detaylandırılacaktır.

24. Ayet:

O gayb hakkında cimri de değildir.

Ayette geçen “zanîn” sözcüğünün birinci anlamı, sahip olduklarını başkalarına


vermekten, başkalarıyla paylaşmaktan kaçınan demektir. Biz de bu anlamı tercih ederek
sözcüğü “cimri” olarak çevirmeyi uygun gördük. Sözcüğün ikinci anlamı ise “itham edilen,
suçlu görülen, töhmet altında tutulan, sanık” demektir.
Sözcüğün birinci anlamı esas alındığında ayet, peygamberimizin gayb hakkında cimri
olmadığı yolunda bir hüküm ifade etmektedir. Bu durum, ilk bakışta gaybın Allah dışında hiç
kimse tarafından bilinemeyeceği yolundaki Kur'an öğretisine ters gibi görünüyorsa da,
peygamberimizin bu gayb bilgilerini Allah'tan vahiy yoluyla edinmiş olduğu gerçeği bu
tersliği ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Yüce Allah eski toplumlara ait bazı haberleri,
peygamberimizin çevresinde olup bitenleri, kıyamet, cennet ve cehennem ile ilgili bazı
sahneleri peygamberimize vahyetmiş, o da bu vahiyleri ayetler halinde insanlığa tebliğ
etmiştir.
Ayette peygamberimizin vahiy yoluyla kendisine bildirilen gayb haberlerini insanlığa
tebliğ ederken cimrilik etmediği anlatılmakta ve “Arkadaşınız Muhammed, kendisine vahiyle
bildirilen gaybe ait bilgilerde cimri değildir. O haberleri kendine saklamaz, sizlerle paylaşır”
mesajı verilmektedir.
Sözcüğün ikinci anlamı esas alındığında ise ayet şöyle açıklanabilir: “Arkadaşınız
Muhammed (as), kendisine vahiyle bildirilen gaybe ait konularda, 'sen bu bilgileri kâhinlik
ederek, kâhinin birinden ya da Tevrat veya Zebur'dan alarak bize söylüyorsun' gibi bir ithamla
suçlanmış da değildir.”
Bu anlamların ikisi de doğrudur ve her ikisi birden ayetin çevirisinde kullanılabilir.

25. Ayet

Bu kovulmuş şeytanın sözü değildir.

Ayette geçen “‫ شيطان رجيم‬kovulmuş şeytan”, kişinin içindeki düşünme yetisidir. Bu


yeti aynı zamanda İblis diye de adlandırılır. Ayette bu mesajları/vahiyleri Muhammed'in

7
kendisinin uydurmadığı vurgulanmaktadır. Bu konuda tatmin olunabilmesi için İblis [Şeytan-ı
Racim] ile ilgili aşağıdaki yazımızın iyi anlaşılması gerekir.

İblis Nedir ya da Kimdir?

İblis'i tanımanın yolu şeytanı tanımaktan geçer. Bu nedenle şeytan sözcüğünün Kur'an
bağlamında doğru anlaşılması gerekir. Şeytan ile ilgili geniş açıklama “Kur'an'da Şeytan” adlı
çalışmamızda verilmiştir. Burada özet olarak şu bilgiyi vermekle yetiniyoruz:
“‫ شيطان‬Şeytan”, sözlük anlamı olarak “Hakk'tan uzak olan” demektir. Kavram olarak
ise, “Hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik
adı”dır.
Şeytanın kimler veya neler olabileceği, özellikleri ve ayırt edici nitelikleri Kur'an'da
detaylı olarak mevcuttur. Kur'an'a göre şeytan:
- Haram yemeyi, haksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden,
- Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi
telkin eden,
- Bizi fakirlikle korkutan,
- Bizi kuruntulara düşüren,
- Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
- Kandırmak için bize yaldızlı sözler fısıldayan,
- Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran,
- Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,
- Bizi azdıran,
- İçki/uyuşturucu ve kumarla aramıza düşmanlık ve kin sokmak
isteyen,
- Bizi Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak
isteyen kişiler ve güçlerdir.

Bu tanımlamalara göre şeytan, yanı başımızda yaşayan, gördüğümüz, bildiğimiz


birileri olabileceği gibi, göremediğimiz ama içimizde hissettiğimiz bir şey de olabilir. Zaten
Rabbimiz de şeytanın insanlar ve görünmez güçlerden [enerjiden] olduğunu bildirmektedir.
Şeytan-i Racim [İblis] de onlardan biridir.

En'am 112: Böylece her peygamber için insan ve cin şeytanlarından


düşmanlar kıldık.

Enfal suresinin 48. ayetinde geçen “‫ شيطان‬şeytan” sözcüğü ise o gün için Mekkelileri
kışkırtan Beni Kenâne kabilesine bağlı Müdlic Oğullarından Sürâka b. Malik b. Cu'şum isimli
biri için kullanılmıştır.

Enfal; 48: O zaman şeytan onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara:


“Bu gün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve
ben de sizin yardımcınızım” demişti. Ne zaman ki iki topluluk
birbirini görür oldu, iki topuğu üstünde geri döndü ve:
“Şüphesiz ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi
görmekteyim, ben Allah'tan da korkmaktayım” dedi. Allah
sonuçlandırması pek şiddetli olandır.

8
Tarih ve siyer kitapları araştırılarak Bedir savaşının ayrıntıları dikkatle incelendiğinde
adı geçen kişinin ayette belirtildiği gibi önce müşriklere cesaret ve destek verdiği, sonra da
onları yüzüstü bıraktığı görülecektir.
Bazı eski tefsirciler, ilgili ayette geçen “şeytan” sözcüğü ile Sürâka'nın kastedildiğini,
ancak Bedir savaşındaki Sürâka'nın gerçek Sürâka olmayıp Süraka kılığına girmiş şeytan
olduğunu, dolayısıyla da Kur'an'ın aslında Sürâka kılığına girmiş olan “şeytan”ı işaret ettiğini
ileri sürmüşlerdir. İddialarını dayandırdıkları delil ve gerekçe, gerçek Sürâka'nın savaşa
gitmediği, hatta savaştan haberi bile olmadığı yolunda kendisinin yaptığı bir açıklamadır.
Ancak; ileri sürülen bu iddianın ne delili ne de gerekçesi inandırıcıdır. Çünkü askerî bir
otorite olan Sürâka'nın, o günkü Mekke'nin birkaç bin hanelik nüfusu içinde yaşayıp da
günümüzdeki askeri mızıka veya bando takımına benzeyen gruplarca çalınan cenk havalarını
ve şair kadınlarca sergilenen savaşa tahrik edici şiir ve gösterileri duymaması, kısacası
savaştan bihaber olması mantık dışıdır.
Şeytanî özellikleri olan insanları “şeytan” olarak isimlendiren Kur'an'dan bir diğer
örnek de Bakara suresinin 14. ayetidir:

Bakara; 14: Bunlar iman etmiş olanlarla yüz yüze geldiklerinde, “iman ettik”
derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarındaysa “Hiç kuşkunuz
olmasın, biz sizinleyiz. Gerçek olan şu ki, biz alay edip duran
kişileriz” derler.

Bu ayette söz konusu edilen şeytanlar da münafıkların [ikiyüzlülerin] akıl hocaları


olan insanlardır.
Bir diğer örnek de Âl-i Imran suresinin 175. ayetinde geçen “şeytan” ifadesidir ki,
klâsik eserlerde bu kişinin Nuaym b. Mes'ud adlı bir müşrik olduğu belirtilmektedir.

Şeytan-ı Racîm

Pek çok kimse “şeytan” ile “‫شيطان الّرجيم‬


ّ ‫ ال‬Şeytan-ı Racim”i birbirine karıştırmakta ve
ikisinin de aynı olduğunu düşünmektedir. Bize göre ise “Şeytan-ı Racim”; genel anlamdaki
şeytan kavramıyla ifade edilen özelliklerin dışında başka özellikler de gösteren özel bir
şeytanın sıfatıdır. Bu özelliği sebebiyle Kur'an tarafından kendisine Şeytan-ı Racim adı
verilen bu şeytanın özel ismi “‫ ابليس‬İblis”tir. Başka bir ifadeyle İblis, yaptığı şeytanlıktan
dolayı Rabbimiz tarafından “Şeytan-ı Racim [Kovulmuş Şeytan]” olarak adlandırılan bir
varlıktır. [Hicr 34, Sad 77, Tekvir 25 ve Nahl 98. ayetlere bakılabilir.]
Kur'an şeytanî özellikler gösteren insanları “şeytan” diye nitelediği gibi, aynı şeytanî
özellikleri gösterdiği için Bakara 36, A'râf 14, 15, İsra 64. ayetlerde olduğu gibi İblis'i de
“şeytan” olarak nitelemiştir. Ancak Kur’an Bakara 34, A'râf 11–27, Hicr 28–44, İsra 61–65,
Kehf 50, Ta Ha 116–123, Sad 71–85, Şuara 94, 95, Sebe 15–21. ayetlerde olduğu gibi
İblis'ten kendi özel ismiyle de bahsetmiştir. Saffat suresinin 7. ayetinde ise İblis boyun
eğmeyişi, itaat etmeyişi ve inatçı oluşu nedeniyle “‫ شككيطان مككارد‬Şeytan-ı Marid” olarak
nitelenmiştir.

Racîm

“‫ رجيككم‬Racim” sözcüğünün mastarı “‫ رجككم‬recm” olup bu sözcüğün ilk anlamı “‫قتككل‬


öldürmek” demektir. Öldürmeye “recm” denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi
taşlamak suretiyle öldürmeleridir. Sonraları her öldürme işine “recm” denilir olmuştur.
Kur'an'da yeri olmamasına rağmen zina suçlularına verilen cezanın adı da buradan

9
gelmektedir. Ne var ki, “Recm” ve türevleri Kur'an'da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir
yerde bu anlamda kullanılmamıştır.
“Öldürmek” anlamı dışında “recm” sözcüğü şu anlamlarda da kullanılır olmuştur:
“Taş atmak”, “lânet etmek”, “sövmek, yermek”, “hicran”, “tart etmek, kovmak”, “zan ve
zanna dayalı söz söylemek.” (Lisanü’l-Arab, Cilt 4, s.90).
Bu anlamların hepsi de uygun görülerek Şeytan’a -İsm-i Mef'ul anlamıyla- “taşlanmış
şeytan”, “lânetlenmiş şeytan”, “kovulmuş şeytan”, “sövülmüş şeytan” denilmiştir.
Ancak; “Recm” sözcüğünün yukarıdaki anlamlarından biri olan ve şeytanın tarzını en
iyi ifade eden “zan ve zanna dayalı söz söyleme” anlamı bize göre en tercih edilebilir olanıdır.
Bu anlamdan yola çıkarak “Racîm” kelimesine verilebilecek en uygun karşılık, sözcüğü İsm-i
Fail olarak anlamlandıran “katil şeytan, aslı astarı olmayan söz söyleyen şeytan, karanlığa taş
atan şeytan, kafadan atan şeytan, palavracı şeytan” ifadeleridir.

Mârid

“‫ مارد‬Mârid” sözcüğü, “azgın, karşı çıkan, inat ve isyanda benzerlerinden çok ileri
giden” demektir. Sözcüğün mübalâğa kalıbına sokulmuş olan “‫ مريد‬merid” şeklindeki bir
başka türevi “şeytan-ı merid” olarak Hacc suresinin 3. ve Nisa suresinin 117. ayetlerinde
geçmektedir. Sözcüğün geçmiş zaman kipiyle farklı bir kullanımı da “ ‫ مردوا على الّنفاق‬Meredû
ale’n-nifakı [Münafıklık üzerine inatlarını sürdürdüler]” şeklinde Tövbe suresinin 101.
ayetinde yer almıştır. “Marid” sözcüğünün mastarı olan “‫ مرد‬merd” sözcüğünün türevleri,
kendi öz anlamı ekseninde olmak üzere, farklı kalıplarda değişik anlamlar kazanmıştır.
Bunlardan en önemlisi, “‫ معكككّرى‬soymak, soyunmuşluk” anlamıdır. Araplar, yapraktan
soyunmuş, yaprağı olmayan ağaca “‫ شجر امرد‬şecerün emred”, bitki bitmeyen kumluklara “
‫ رملة مرداء‬remletin merdai”, sakalı bitmeyen köseye de “‫ امرد‬emred” derler. (Lisanü’l- Arab,
cilt 8, s. 247-250).
“‫ تمّرد‬Temerrüt [uzun bir süre inat etme]” sözcüğü de aynı kökten türemedir.
“Marid” sözcüğü “soymak, soyunmuşluk, çıplaklık” anlamıyla değerlendirildiğinde
“şeytan-ı marid”; ism-i mef'ul anlamıyla “hayırlardan, güzelliklerden soyunmuş şeytan”; ism-i
fail anlamıyla da “hayırlardan, güzelliklerden soyan şeytan” demek olur. Bu anlam A'râf
suresinin 27. ayetinde farklı bir üslûp ile kullanılmıştır.
“Marid” sözcüğü ile İblis'e yakıştırılan “inat ve isyanda çok ileri gitme” sıfatı,
Kur'an'da anlatılan olaylardaki İblis'in [Şeytan-ı Racim'in] davranışları ile birebir
örtüşmektedir. “İblis'e ‘Âdem'e secde et! [boyun eğ!]” denildiğinde secde etmeyerek isyan
etmiş, kendisine yapma denileni yapmış, yap denileni yapmamış, Âdem'i yaklaşılması
yasaklanan ağaca yaklaştırmıştır.
“‫ ابليكككس‬İblis” sözcüğünün anlamı, “hayırdan son derece ümitsiz olan, Allah'ın
rahmetinden umudunu kesen” demektir. Araştırmacılar bu sözcüğün aynı “Âdem” sözcüğü
gibi Arapça olmadığını, Arapçaya başka dillerden geçtiğini belirtmişler ve Yunanca
“Diabolos” sözcüğünün değişmiş hâli olduğunu ileri sürmüşlerdir.
“İblis nedir?” sorusuna eski düşünürlerin birçoğu İblis'in asıl adının Azâzil olduğu,
meleklerin ileri gelenlerinden biri iken Âdem'e secde etmediği için Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırıldığı şeklinde bir açıklama getirmişlerdir.
Şimdi Kur'an ayetleri doğrultusunda İblis'i anlamaya çalışalım.

İblis'in Özellikleri

a- İblis cinlerdendir.

Kehf; 50: Hani Biz meleklere, “Âdem'e secde edin” demiştik de İblis

10
dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi
Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Beni bırakıp da onu ve
onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin
düşmanınızken... Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!”

“‫ن‬
ّ ‫ الج‬Cinn” sözcüğü, “kapalı, gözükmez varlık ve güç” demektir. Detayı Nâs suresi
tahlilinde verilecektir.

b- İblis ateşten yaratılmıştır.

A'raf; 12: [Allah] buyurdu ki: “Sana emrettiğimde secde etmeni ne


engelledi?” [İblis] dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni
ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”

İblis'in yaratıldığı “‫ الّنار‬ateş” günümüzde “enerji” olarak isimlendirilen “güç”e karşılık


gelmektedir. Âdem'in yaratıldığı ‫ تراب‬toprak, ‫ طين‬balçık ise “madde” diye adlandırılan varlığa
karşılık gelmektedir. Bilindiği gibi “ateş”, Pythagoras tarafından ortaya atılan kurama göre,
evreni oluşturan dört ana maddeden [hava, su, toprak, ateş] birisidir ve günümüzdeki “enerji”
kavramı ile örtüşmektedir. Bir başka ifade ile “ateş”, Kur'an'ın indiği dönemdeki insanlar için,
bilinmezleri de temsil eden bir ilk maddedir. Çünkü insanlar havayı solumakta, suyu içmekte,
toprağı işlemektedirler ama yıldırım ve şimşeğin ateşini yakından tanımamaktadırlar.
Dolayısıyla Kur'an'da İblis'in yaratıldığı “şey”in “ateş” olarak açıklanması, konuya bugünkü
bilgiler ışığı altında bakanlar tarafından yadırganmamalıdır.

c- İblis, insanların sudûrundadır [göğüslerdedir; beyinlerindedir, zihinlerindedir].

Nass 4, 5: Hannas’ın kötü fısıltılarının şerrinden,


Ki o, insanların göğüslerinde vesvese verir.

d- İblis vesvese verir.

Ta Ha 120: Derken şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Sana
sonsuzluk ağacı ve eskimez/çökmez mülk/saltanat için
rehberlik edeyim mi?

A'raf 20: Derken, şeytan kendilerinden gizlenmiş olan çirkinliklerini


ortaya çıkarmak için ikisine de vesvese verdi. Dedi ki:
“Rabbiniz sizi ancak iki melek olmayasınız yahut sürekli
kalmayasınız diye şu ağaçtan uzak tuttu.”

Kaf 16: Ve hiç kuşkusuz, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne


vesvese verdiğini Biz biliriz. Ve Biz ona şah damarından
daha yakınız.”

“‫ وسوسككة‬Vesvese”, “Gizli bir sesle/fısıltıyla düşünce aşılamak, bir işe veya eyleme
yöneltmek” demektir. İblis'in yani Şeytan-ı Racim'in neler fısıldayacağını, neleri gizlice telkin
edeceğini konuya girerken belirttiğimiz şeytanî karakterleri göz önüne alarak öğrenebilmek
mümkündür.

e- İblis bir melektir.

11
Bakara 34, Hıcr 31, Ta Ha 116 ve Kehf 50:

Hani meleklere, “Âdem'e secde edin” demiştik de İblis


müstesna hepsi secde etmişti. İblis dayatmıştı.”

İblis'in Âdem'e secde etmeyişini anlatan ayetlerde İblis'in meleklerin içinden istisna
edildiği görülmektedir.
“İstisna”, terim olarak “Bir ismi istisna edatlarından biriyle cümledeki yargıdan
çıkarmak” demektir. Arapça dil bilgisi kurallarına göre şekil olarak üç çeşidi olmasına rağmen
anlam olarak istisna iki çeşittir.
Birincisi “Muttasıl İstisna”dır. [Müstesnanın müstesna minh cinsinden olduğu istisna].
İkincisi “Munkatı İstisna”dır. [Müstesnanın müstesna minh cinsinden olmadığı
istisna].
Melek, cin ve şeytan kavramlarını özümseyememiş yorumcular ayette yapılmış
istisnayı “Munkatı İstisna” kabul edip İblis'i [Şeytan-ı Racim'i] melekten saymamışlardır.
Halbuki İblis’i konu alan Ta ha 116, Sad 73 ve Hicr 31'de “Meleklerin hepsi, toplu halde”
ifadeleri yer almaktadır. Bu vurgular ayetteki istisna cümlesinin kesinlikle “Muttasıl İstisna”
olduğunu gösterir. Bunun anlamı, İblis’in diğer hemcinsleri gibi Âdem'e secde etmediğidir.
İblis, melek grubundan secde yargısında istisna edilmiştir. Öyleyse İblis kesin olarak
melektir.
Burada ortaya bir başka sorun çıkmaktadır: İblis melektir ama acaba melek nedir?
Çünkü İblis’in bir melek olduğu yargısı klâsik melek anlayışı çerçevesinde kesinlikle kabul
edilemez.
Detayı “Melek Kavramı” çalışmamızda olmakla birlikte burada kısa bir açıklama
yapmak yararlı olacaktır.

Melek

Arap dilbilimi uzmanları “‫ ملك‬melek” sözcüğünün kökeni ile ilgili altı farklı tespitte
bulunurlar. Bu tespitleri ayrıntılarıyla belirtmek sayfalar dolusu açıklamayı gerektirir. Bu
nedenle en isabetli iki tespiti dikkate almakla yetineceğiz. Konu hakkında daha geniş bilgi
için Kitabü’l-Ayn, Tehzib, Camî, Keşşaf, Mecma', Garaib, Lübâb, Rûh, El-Bahrü’l-Muhît,
Müfredat gibi kaynaklara başvurulabilir.
Birincisi: Melâike ve bunun tekili olan melek sözcükleri “‫ ؤلككوك‬ülûk” kökünden
türemiştir. Bu sözcük “elçi göndermek” anlamını taşımaktadır. Kelimenin aslı “‫ مألك‬me'lek”
dir. İsm-i zaman, ism-i mekân ve mastardır. Dolayısıyla başındaki “‫ م‬M” harfi ektir. Sonra
elifle lâm yer değiştirmiş, “‫ ملئك‬mel'ek” yapılmıştır. Allah'tan gelen elçi anlamında isim
olarak kullanılmaya başlayınca hemze terk veya tahfif yoluyla kalkmış, sözcük “‫ ملك‬Melek”
şeklini almıştır.
İkincisi: Başındaki “‫ م‬M” harfi kelimenin aslındandır, ek değildir. Kuvvet/yönetim
gücü anlamındaki “ ‫ ملك‬melk” kökünden türemiştir. Mülk, milk, malik ve melik sözcükleri bu
kökten türemedirler. Anlamları da bu kök anlamına göredir.
Genellikle eski tefsirciler birinci şıkkı tercih etseler de, bize göre melek sözcüğü her
iki kökten de türemiş ve ayrı kök ve ayrı anlamlarda kullanılmıştır. Şöyle ki: Bazı ayetlerde
geçen “melâike” sözcüğü birinci şıktaki anlam kapsamına, bazı ayetlerdekiler ise ikinci
şıktaki anlam kapsamına girmektedir. Bunların ne anlamda kullanıldıklarını pasaj içerisindeki
söz akışından kolayca ayırt edebiliriz.
Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda “ ‫ ملككك‬melek” kelimesinin “Kuvvet, yönetim
gücü, elçi ve haber verici” demek olduğu anlaşılmış olmalıdır.

12
Kur'an'ı iyi anlayıp dini doğru yaşayabilmek için bu kavramın Kur'an'daki
anlamlarının iyi bilinmesi gerekmektedir.
Görüldüğü üzere melek sözcüğü anlamları farklı olan iki değişik kökten de
gelebilmektedir. Buna paralel olarak; melek kavramı “ülûk” kökündeki anlamına göre
“elçiler/haberciler”, “melk” kökündeki anlamına göre ise “yönetim güçleri” anlamına
gelmektedir. Ne yazık ki, bu ayırım yapılmadan Kur'an'daki bütün “melek” ve “melâike”
sözcükleri aynı anlamda kabul edilmiştir. Hâlbuki konu akışı dikkate alınarak bu ayırım
kolaylıkla yapılabilir. Zaten böyle de yapılmalıdır; zira konu içerisinde her biri farklı anlamlar
içermektedir.
Bu açıklamalar doğrultusunda, Âdem'e secde eden/boyun eğen melekler ile Âdem’e
secde etmeyen İblis adlı melekten bahseden ayetlerdeki “‫ ملئكة‬melâike” sözcüğünün “melk”
kökünden türeme olduğu ve “güçler” anlamına geldiği anlaşılmış olmalıdır.

f- İblis, Âdem'e [insana] secde etmez [boyun eğmez, kontrole girmez].

Konu ile ilgili ayetler bilindiği için tekrarlama gereği duymuyoruz. Ancak özellikle şu
ayrıntılar gözden kaçırılmamalıdır: İblis Rabbine boyun eğer, O'na yalvarır, ondan dileklerde
bulunur. Kur’an’ın ilgili pasajları bütün olarak okunduğunda bu durum açıkça görülür.

g- İblis insan var oldukça vardır, insandan başka bir varlıkla ilişkisi yoktur.

Sad; 79-81: [İblis] dedi ki: “Rabbim, o halde insanların diriltileceği güne
kadar bana süre ver.”
[Allah] buyurdu ki: “Peki, süre verilenlerdensin.
O bilinen vaktin gününe kadar.”

A'raf; 14, 15: [İblis[ dedi ki: “İnsanların diriltileceği güne kadar bana süre
ver.”
[Allah] buyurdu ki: “Süre verilenlerdensin.”

Bu doğrultuda başka ayetler de vardır.


Kur'an'a dayalı bütün bu ipuçlarını değerlendirdiğimizde acaba hangi yargıya varırız?
Konunun daha iyi ortaya konulabilmesi için soru şu şekilde de sorulabilir:
Gözükmeyen, insanların içinde [beyinlerinde] bulunan, sürekli vesvese veren,
kıyamete kadar bu işlevini sürdürecek olan, insandan başka bir varlıkla ilişkisi bulunmayan,
insana boyun eğmeyen ve enerjiden yaratılmış olan bu güç nedir?
Bu soruya herkesin ama özellikle de psikolojiden anlayanların verebileceği tek bir
cevap vardır: İnsanın düşünme yetisi... İstenirse bu nitelikli güce bir başka ad da konulabilir.
Psikoloji biliminde düşünce, beynin dolaylı yaptığı bir tepkidir diye tanımlanır. Bu
yeti canlılardan sadece insanda vardır.
Yukarıda Kur’an’a dayalı olarak sıralanan İblis'e ait özellikler, tek tek insandaki
“düşünme yetisi”ne uygulanabilir. Buna göre düşünme yetisi:
- Göze gözükmez,
- İnsanın zihninde sürekli vesvese verir,
- Sadece insana özgüdür, varlığı onun varlığına bağlıdır,
- İnsana secde etmez [insana boyun eğmez, insanın kontrolüne girmez],
- Enerjiden ibarettir [ateşten yaratılmıştır, madde halinde varlığı yoktur],
- Bir güçtür [melektir].

13
Ana Britannica'nın “düşünce” maddesiyle ilgili makalesinin şu bölümü dikkat
çekicidir:
“Psikanalize göre, 'birincil süreç düşüncesi' bilinç dışı ve sözcük ötesi bir süreçtir.
Yani sözcüklerle simgeselleşmemiştir. Örneğin bir isteğin bir insanı baskı altında bırakması
sözcüklere dökülemez. Bu düşünce türünde karşıtlar bir arada bulunabilir; böyle düşünce
mantık kurallarına uymaz, zaman ve yer tanımaz, neden-sonuç bağıntısı taşımaz ve bütünüyle
haz ilkesi doğrultusunda gerçeklikle bağıntısı olmayan bir biçimde gelişebilir. Oysa 'ikincil
süreç düşüncesi' gerçeklik ilkesine bağlı olarak dış nesnelerin gerçekliğini gözetir, söze
dökülür, dil ve mantık kurallarına uyum gösterir.” (Düşünce maddesi, Cilt: 11 s: 20)
Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, insanın akıl, irade, bellek, dikkat, merak,
korku, düşünce gibi zihinsel melekleri/güçleri arasında tam kontrol edemediği tek
melek/meleke, psikoloji bilimince “birincil süreç düşüncesi” diye de tanımlanan düşünce
meleği/melekesidir. “Birincil süreç düşüncesi” adı verilen bu zihinsel yeti, bilinç dışı, insanın
tam olarak kontrol edemediği bir olgudur.
İşte, iğvalarından [dürtülerinden] Allah'a sığınmamız gereken Şeytan-ı Racim [İblis]
de budur.
Aşağıdaki ayetler tetkik edildiğinde, Şeytan-ı Racim’in insanın kendi içinde olduğu
görülecektir. Bu insan bir peygamber de olsa durum aynıdır.

Tekvir; 19-25: Kuşkusuz bu, değerli bir elçi sözüdür;


güçlü, Arş'ın Sahibi'nin yanında çok itibarlı,
itaat edilir, güvenilir.
Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.
Andolsun o, O'nu açık ufukta gördü.
O gayb hakkında cimri de değildir.
Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.

Necm; 3, 4: O, hevadan konuşmuyor.


O, kendisine vahyedilen bir vahiydir.

Hakka; 38-47: Artık yok, yemin ederim gördüklerinize ve görmediklerinize!


O [Kur'an], hiç şüphesiz şanlı bir elçinin sözüdür.
Ve o, bir şair sözü değildir. Siz pek az inanıyorsunuz!
Bir kâhin sözü de değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz!
Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
O, Bizim adımıza bazı lâflar uydurmaya kalkışsaydı,
elbette Biz onu, o yüzden yemin (sağ el) ile yakalardık
[kuvvetle tutar hınç alırdık].
Sonra da onun iliğini [can damarını] keser atardık.
O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.”

Ancak; “Düşünme Yetisi” İslâm'ın üzerinde hassasiyetle durduğu “Tefekkür” ile


karıştırılmamalıdır. İkisi farklı şeylerdir. “Fikr [Düşünce Yetisi]” İslâm'da kınanırken
(Müddessir 18-25), “Tefekkür” emredilir, zorunlu görev haline getirilir. Detay “Tefekkür”
adlı çalışmamızdadır.
Bu açıklamalarımızdan dolayı zihinlerde gerek İblis'in sayısıyla ilgili ve gerekse
İblis'in yaratıldığı boyut hakkında bazı soru işaretleri oluşabilir. Bu istifhamların giderilmesi
için şu açıklamalar yapılabilir: Onların giderilmesine gelince:

14
İblis ve Şeytan-ı Racim'i konu alan ayetler incelendiğinde ikisinin de aynı şey olduğu
görülür. İblis ayrıca “Şeytan-ı Marid” ve “Hannas” olarak da nitelenir.
Her insanın bir İblisi vardır ve herkesinki birbirinden farklıdır. İblis, yukarıda yapılan
açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, tedbir alınmaz ve şerrinden Allah'a sığınılmazsa, insanı
dünyada ve ahirette felakete sürükler. İnsanı felakete sürükleyen bu gücün uzakta değil,
insanın bizzat kendi boynunda asılı olduğu aşağıdaki ayette de ifade edilmiştir:

İsra; 13: “Ve her insanın boynuna kendi kuşunu [ona kötülük
ettirten gücünü] bağladık. …..”

Şeytan-ı Racim aşağıdaki ayette de “‫ل‬ ّ ‫ ك ك‬Küll” kelimesiyle birlikte kullanılmış ve


böylece İblis'in/Şeytan-ı Racim'in tek bir tane olmadığı açıklanmıştır:

Hicr; 17: “Ve biz onu Şeytan-ı Racim'in hepsinden koruduk.”

Tek bir İblis'in ilk insandan son insana kadar yeryüzündeki herkesi etkilediğini ve
etkileyeceğini kabul etmek İblis'e Allah'a ait nitelikleri vermek olur. Bu da bazı eski dinlerde
iyilik ve kötülük tanrısı olarak ortaya çıkmış olan batıl inançlar doğrultusunda bir kabul olur.
İblis bizim yaşadığımız evrenin bir parçasıdır, yani üç boyutlu âlemdendir. İnsanın
ayrılmaz bir parçasıdır. Aksi bir durum Allah'ın adaletine uygun düşmezdi. Kimse
hissedemeyeceği, tedbir alamayacağı, başka bir boyuttan olan bir yaratıkla başa çıkma
imkânına sahip değildir. Böyle bir yaratığın insanlara musallat edilmesi adil bir davranış
olmazdı. Ayrıca bu Sünnetullah'a da aykırı olurdu. Çünkü “Allah hiç kimseye gücünün
üstünde yükümlülük vermez.” (Bakara 233, 286, En'am 152, A'raf 42, Mü'minun 62, Talak 7)
Kâfirler kendilerine peygamber olarak bir melek gönderilmesini istemişler, Rabbimiz
de onların beklentilerine şöyle cevap vermiştir.

İsra; 95: “De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı,


biz de elbette onlara gökten elçi olarak bir melek
indirirdik.”

Ayetin de doğrudan ifade ettiği gibi, peygamberler insanlığa aynı boyutta yaşayan
kendi hemcinsleri arasından seçilerek gönderilmişlerdir. Zira farklı bir boyutun yaratığı ile
iletişim söz konusu edilemez.

İblise Mühlet Verilmesinin Nedeni

İblis'in yaratılmasında ve İblis'e kıyamete kadar süre verilmesinde birçok hikmet ve


yarar vardır. Allah’tan kendisine süre verilmesini isteyen İblis, insanlara yapacaklarını şöyle
dile getirmektedir:
“Beni azdırmanın karşılığında yemin ederim ki, onları saptırmak için senin dosdoğru
yolun üzerine kurulacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
musallat olacağım. Birçoklarını şükreder bulamayacaksın. Rabbim! Beni azdırmana
[saptırmana] karşılık, kesinlikle ben de yeryüzünde onlar için mutlaka süslemeler yapacağım
ve onların tümünü kesinlikle azdıracağım. Yemin olsun, eğer beni kıyamet gününe kadar
ertelersen, onun soyunu, pek azı hariç, hükmüm altına alacağım.”
Kur’an’ın İblis’in ağzından verdiği bu sözlerden alınması gereken mesaj, İblis’in
bütün gücüyle dünyayı insana sevdirmeye çalışacağıdır. Öyle ki, bu işleviyle o insanların
zihninde ihtiraslar, tutkular oluşturacaktır. Bu tutkular sayesinde insanlar arasında
mücadeleler, rekabetler, yarışmalar, bir birlerinden üstün olma gayret ve çabaları artacaktır.

15
Hayatın Allah'ın koyduğu ölçülere uygun sürmesi ve insanların sınanması için insanın içinde
böyle alternatif bir gücün/enerjinin olması lâzımdır. İnsan bu güç sayesinde dilerse imanı ve
taatı, dilerse küfür ve isyanı seçebilecektir. Seçebilmek robot olmamak demektir. İnsanın İblis
sayesindeki bu seçiciliğinin sonucunda Rabbimizin üstünlük ifade eden Kahhâr, Müntekîm,
Adl, Dâll, Şedidü'l-ikâb, Serîu’l-hisâb, Hâfid, Rafi', Muizz, Müzill isim ve sıfatları; hıfz, afv,
mağrifet, rahmet, günahları örtme ve bağışlama gibi yücelik sıfatları tecelli edecektir. Onun
için İblis yaratılmış ve kendisine böyle bir mehil verilmiştir.
Bu açıklamalarla “Şeytanın cennette Âdem ve eşini nasıl kandırmış olabileceği,
dolayısıyla şeytanın cennette ne işinin olduğu, Allah'tan başkasına secde edilemezken bizzat
Allah'ın melekleri Âdem'e secdeye zorlaması, meleklerin Âdem'e müşrik olmadan nasıl secde
ettikleri” gibi konularda bir ön bilgiye sahip olunmuş olmalıdır. Ayrıca Âdem'e secde eden
meleklerin, düşünce yetisi dışındaki enerjik güçler ve doğadaki canlı cansız tüm güçler
olduğunu da vurgulayalım ve konuyu ilginç bir örnekle kapatalım: Bakara suresinin 248.
ayetinde, yük taşıyan manda, öküz, eşek, katır gibi hayvanlar “melaike” olarak ifade
edilmiştir.

26-28. Ayetler:

Hâl böyleyken siz nereye gidiyorsunuz?


O, âlemler için öğütten başka bir şey değildir,
içinizden doğru gitmek isteyenler için.

Kur'an, inmeye başladığı dönemden itibaren günümüze kadar gelen zaman dilimi
içerisinde, tıpkı ilk indiği günlerdeki gibi bir kısım muhatapları tarafından çeşitli bahanelerle
şiddetli yalanlamalara maruz kalmıştır. Tarihin her döneminde hakikatin karşısında Ebuleheb
ve yandaşları gibi inkârcılar hep olagelmiştir. İlahî vahiy ve onu insanlara ulaştıran
peygamberler yalanlanmış, bunlara inanmış olanlar da zaman zaman sert müdahalelerle
karşılaşmışlardır. Kendini yeterli görüp azan insan ilahî uyarıya kulaklarını tıkamış,
dolayısıyla Allah'a güvenip O'na iman eden kalbin duyduğu hazdan mahrum kalmıştır.
Allah, vahyi karşısında duran ve gönderdiği peygamberlere fütursuzca saldıran bu tür
insanları çok yakın ve acı bir azapla uyarmıştır. Peygamberimizin güvenilir bir elçi olduğunu
her fırsatta dile getiren Kur'an, azgınları bekleyen acı azabın başlangıcı olan Kıyamet Günü
ile ilgili pek çok ayet içermektedir. İnşallah sırası geldikçe bu ayetler de görülecektir.

29. Ayet:

Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz

Ayette yer alan “‫ شاء‬şâe” fiili müteaddi [geçişli] bir fiildir. Geçişli fiillerin cümle
içinde tümleçlerinin de bulunması lâzım gelirken, yukarıdaki cümlede böyle bir tümleç/mef’ul
yer almamıştır. Bu sebeple cümlenin tümleci konu akışına göre takdir edilmeli ve cümle bu
şekli ile tam olarak anlaşılmalıdır. Böylece hem Allah'ın neyi dilediği, hem de kulun neyi
dilediği belirlenmelidir. Aksi halde cümle tam olarak anlaşılmaz.
26. ayetin delâletiyle anlaşılmaktadır ki, cümlede yer verilmeyen tümleç küfürdür,
şirktir. Bu durumda cümlenin takdiri şöyle olabilir: “Âlemlerin Rabbi Allah sizin kâfir
olmanızı, müşrik olmanızı dilemeseydi, siz kâfirliği de müşrikliği de dileyemezdiniz,
dolayısıyla da işleyemezdiniz.”
Dikkat edilirse ayette insanın dilemesi, [İnsan suresinin 29-31. ayetinde de görüleceği
gibi] Allah'ın dilemesine bağlanmıştır. Gerçekten de Allah dilemedikten sonra hiç kimse,
herhangi bir şey yapabilme irade ve gücüne sahip değildir. Her türlü ön hazırlığın yapıldığı ve

16
gerçekleşmesi için gerekli uygun koşulların bulunduğu nice plânın boşa çıkması sıkça
karşılaşılan bir durumdur. Bu demektir ki, hayalini kurduğumuz herhangi bir arzumuzun,
düşüncemizin, plânımızın gerçekleşebilmesi ancak Allah'ın dilemesiyle, ya da bir başka
deyişle ancak Allah'ın izni ile mümkün olabilir. Eğer Allah'ın dilemesi/izni söz konusu
değilse, hayallerimiz için harcanan zaman da, sarf edilen çaba da boşunadır.
Ayette verilen mesajı iyi anlayabilmek için öncelikle “‫ مشككيئة‬meşiet” kavramının
Kur'an bağlamında doğru anlaşılması gerekir. Aksi takdirde birçok noktada çelişkiler ortaya
çıkar, çıkmaza girilir. Nitekim geçmişte bu konuda birçok görüş ortaya atılmış ve bunun
sonucu olarak da Cebriye, Kaderiye, Mutezile, Eş’ariye ve Maturidiye gibi birçok
mezhep/ekol ortaya çıkmıştır. Mezhepler arası tartışmaları Kelâm kitaplarında bırakıp konuyu
sadece Kur'an'dan öğrenmek amacıyla dikkatimizi konunun daha iyi anlaşılmasını
sağlayacağına inandığımız başlıklar altında topladığımız ayetlere çevirmeyi uygun buluyoruz.

Meşîet

“‫ مشيئة‬Meşîet”, Türkçeye de aynen Arapça'daki anlamıyla geçmiş olan bir sözcüktür.


Sözlük anlamı “Bir şey üzerinde karar vererek onu yapmaya azmetmek” olup “‫ إرادة‬irade”
sözcüğü ile eş anlamlıdır. Bu durumda nasıl “İrade” Allah'ın sıfatlarından biri ise, “Meşîet” de
Allah'ın ilim ve kudret sıfatlarından başka ayrı bir sıfatıdır. Ancak dinî gelenekte Allah'ın bu
sıfatı belirtilirken “Meşiet” değil de daha çok “İrade” kullanılmış ve kullanılmaktadır.
İrade sahibi bir varlığın, elindeki seçeneklerden birini tercih etmesi, elindeki
seçeneklerden biri üzerinde karar vermesi demek olan irade/meşîet sıfatı, Allah için şöyle
ifade edilebilir: “Meşîet, Allah’ın olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, dilediği zamanda
ve dilediği niteliklerde yapması veya yapmaması”dır. Bu tanım, evrendeki olmuş veya olacak
her şeyin Allah'ın dilemesiyle olduğunu ve olacağını, O'nun her dilediğinin mutlaka olacağını,
dilemediğinin ise asla olmayacağını bildiren şu ayetlerle de Kur'an'dan destek almaktadır:

Âl-i Imran; 47: … Dedi ki: Bu böyledir! Allah dilediğini yaratır. O bir şeye karar
verince, yalnızca “Ol!” der o da oluverir.

Ya Sin; 82: O bir şeyi dilediğinde, O'nun buyruğu yalnızca o şeye “Ol!”
demektir; o da oluverir.

Allah İnsanlara İnanç Özgürlüğü Tanımıştır

Nitelikleri yukarıda açıklanmaya çalışılan ölçülerde bir Meşiet/İrade sahibi olan Allah,
bu sıfatından kapasiteleri nispetinde insanlara da bahşetmiş ve insanlara özgür iradeleri ile
seçme hakkı tanımıştır. İnanç özgürlüğünün temeli Allah’ın bu konudaki meşietidir.
Herkesçe bilinen bir gerçektir ki, insanların baskıyla bir şeye inandırılmaları veya
inanmaktan vazgeçirilmeleri mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir. Bundan dolayıdır ki,
insanların ne kalplerine nüfuz etmek, ne de beyinlerini kontrol etmek mümkündür. İnanç
konusunda insanları zorlamanın ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı da
insanlık tecrübeleriyle sabittir. Ayrıca ‫ جككبر‬cebr/zorlama ve baskı imtihan esprisine de
aykırıdır. O nedenle Yüce Rabbimiz insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Şimdi bu
sözlerimize Kur'an desteği aramak üzere Rabbimizin ayetlerine bir göz atalım:

Bakara; 256: Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi
kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] iyice
ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa,
kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah,

17
hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

Hud; 28: … “…Hoşlanmadığınız halde, zorla sizi buna mecbur mu


ediyoruz?”

Kâfirun; 6: “Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim
içindir.”

Yunus; 99: Oysa Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi topluca


inanırdı. Artık, inananlar olmaları için, insanları sen mi
zorlayacaksın?

Teğâbün; 2: O sizi yaratandır. Kiminiz kâfirdir, kiminiz mümin. Allah


yaptıklarınızı görmektedir de.

Kehf; 29: Ve de ki: “O hak Rabbimizdendir. Artık dileyen iman etsin,


dileyen inkâr etsin.” Çünkü biz zalimler için öyle bir ateş
hazırladık ki, duvarları çepeçevre onları içine alan. Eğer feryat
edip yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su
ile cevap verilir. O ne kötü bir içecektir ve dayanma yeri olarak
ne kadar kötüdür!

Zümer; 7: Eğer inkâr ederseniz, gerçekten Allah sizden zengindir [size


muhtaç değildir]. Bununla birlikte, kulları için,
küfürden/inkârdan hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz, sizden
bunu hoşnutlukla karşılar. …

Zümer; 15: “Buna rağmen siz, onun astlarından dilediğinize kulluk edin!”...

Fussılet; 40: … Dilediğinizi yapın, gerçekten O, yaptıklarınızı görendir.

İnsan; 2, 3: Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan
edeceğiz; bu nedenle onu işitici, görücü yaptık. Kuşkusuz biz
ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.

Nahl; 9: Doğru yolu göstermek Allah'a borçtur. Çünkü yolun eğrisi de


vardır. Oysa Allah dileseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi.

Secde; 13: Biz dileseydik, hiç kuşkusuz, herkese doğru yolu getirirdik.
Ama tarafımdan şu söz kesinlik kazanmıştır: “Hiç kuşkusuz,
cehennemi cin ve insten [her tür insandan] tamamen
dolduracağım.”

Maide; 48: … Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet yapardı. Ama bu,
verdikleri konusunda sizi denemek içindir. …

Nahl; 93: Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat
Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir [dileyeni
saptırır dileyeni doğruya ulaştırır]. Şüphesiz ki, bütün
yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.

18
Yunus; 108: De ki: “Ey insanlar! Rabbinizden, elbette, size gerçek gelmiştir.
Artık doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapan da gerçekten
kendi zararına sapmıştır. Ve ben, sizin üzerinize
vekil [sizden sorumlu] değilim.”

İsra; 15: Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa
ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günah
yükünü çekmez. Biz bir peygamber göndermedikçe, azap
edeci değiliz.

Nahl; 36: Ant olsun ki, biz her ümmete “Allah'a ibadet edin ve putlara
tapmaktan sakının!” diyen bir peygamber gönderdik. Allah bu
ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık
hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın
yalanlayanların sonu nasıl olmuş!

Şûra; 20: Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız,
her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama
ona ahirette hiçbir nasip yoktur.

Hud; 15: Her kim şimdiki hayatı ve süsünü isterse, yaptıklarının


karşılığını, hiç eksiltmeden, orada tastamam veririz. Onlar
orada hiçbir zarara uğratılmazlar.

İsra; 18: Kim bu geçici dünyayı isterse orada ona, [evet,] dilediğimiz
kimseye dilediğimiz kadar hemen veririz. …

(Benzer ayetler: En'âm 35, Rad 31, Şuara 3, 4)

Saptıran da, Hidayete Erdiren de Sadece Allah'tır

Allah'ın insanı özgür bıraktığı Kur'an ile tespit edildikten sonra, bir başka konunun da
iyi anlaşılması gerekir. Bu, saptıran da hidayete erdiren de sadece Allah olduğu konusudur.
Zira “Meşiet” kavramını tüm boyutları ile incelememiş olanlar, saptırma ve hidayet
konusunda yanılmakta ve “dalâlet ve hidayetin herhangi bir esasa ve kurala bağlı olmadığını,
Allah'ın rasgele birilerini saptırdığını, kimilerini de rasgele hidayete erdirdiğini” ileri
sürebilmektedirler. Oysa Allah'ın durup dururken bir kimseyi saptıracağını iddia etmek,
Allah'a zulüm yakıştırmak olur ki, Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Zaten konu
detaylı araştırıldığında işin öyle olmadığı anlaşılacaktır. Önce iki örnek verelim:

Fatır; 8: … Ama Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. …

(Benzer ayetler: En'âm 39, İbrahim 4, Nahl 93, Müddessir 31)

Nur; 46: Hiç kuşkusuz biz açık açık ayetler indirdik. Allah gerçekten de
dilediğini doğru yola iletir.

(Benzer ayetler: Bakara 142, 213, 272, En'âm 88, Yunus 25, Hacc 16, Nur 35,
Kasas 56, Fatır 22, Zümer 23, Şûra 13)

19
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde Allah'ın kudret sıfatı öne çıkarılarak her şeye güç yetiren
Allah'ın dilediğini saptırdığı, dilediğini de doğru yola ilettiği ifade edilmiştir. Ancak dikkat
edilirse bu ayetler rasgeleliği değil, bir seçimi [meşieti/iradeyi] ifade ederler.
Doğru bakılırsa, Yüce Allah'ın saptırma ve hidayete erdirmeyi rasgele dilemediği
Kur’an’da açıkça görülür:

Allah'ın Hidayet Edeceği Kimseler

- Kendilerini değiştirmek isteyenler (Ra'd 11, Enfal 3)


- Müminler (Muhammed 46, Meryem 76, Hacc 54, Tövbe 124, İbrahim 27,
Müddessir 31, Hucurat 7, 8, Bakara 26, Enfal 2, Nahl 102, Nur 55, Zümer 23, Fetih 4,
Zariyat 55)
- Tağuttan kaçınanlar (Zümer 17, 18)
- Allah'a yönelip O'na sarılanlar (Şûra 13, Zümer 17, Ra'd 27, Âl-i Imran 101)
- Salih amelde bulunanlar (Şûra 23)
- Fakirlere yardım edenler (Leyl 5-7)
- Cihat edenler (Ankebut 69)
- Sözü dinleyip en güzeline uyanlar (Zümer 18)

Allah'ın Saptıracağı Kimseler

- Kâfirler (Mümin 74, Nisa 155, Tövbe 37, Nahl 107, Meryem 83, Müddessir 31)
- Ahirete inanmayanlar (İsra 45)
- Ayetlere inanmayanlar (Nahl 104)
- Zalimler (İbrahim 27, Tövbe 109, En'âm 129)
- Münafıklar (Nisa 82)
- Fasıklar (Saff 5, Bakara 26, Maide 108, Tövbe 80, Münafikun 6)
- Kalplerinde hastalık olanlar (Bakara 10, Tövbe 124, 125, Müddessir 31, Hacc 53)
- Mücrimler (Hicr 11-13)
-Düşünmeyenler, öğrenmeyenler (Tövbe 127, Rum 59, Yunus 100, A'râf 179)
- Dünya hayatını tercih edenler (Nahl 107)
- Haddi aşanlar (Mümin 10, 12, 28, 34, Yunus 74, 20, 125-127)
- Kur'an'dan yüz çevirenler (Zühruf 36, 37)
- Allah'ı unutanlar (Haşr 19)
- Cimriler (Tövbe 76, 77)
- Kibirliler (Mümin 35)
- Müstağniler (Leyl 8-10, Abese 5-7, Alak 6, 7)
- Zorbalar (Mümin 35, İbrahim 13 16)
- Yalancılar (Zümer 3, Bakara 10, Tövbe 77, Nahl 36, Mümin 28, Leyl 8-10)
- Nankörler (Bakara 276, Hacc 38, Lokman 32, Sebe 17, Fatır 36, Kaf 24, İsra 27,
Zümer 3)
- Şüpheciler (Mümin 34)

Allah Evrendeki Her Şeyin ve Her İşin Yaratıcısıdır

Saffat; 96: Oysa sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.

En'âm; 102: İşte budur Rabbiniz Allah! O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin
yaratıcısıdır. Öyleyse O'na kulluk edin! O, her şeyin

20
yönetenidir.

Ra'd; 16: De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah'tır”. De ki:
“Allah'ın astlarından o kendi kendilerine fayda ve zarar
vermeye gücü olmayanları Yakınlar mı ediniyorsunuz?” De ki:
“Hiç kör ile gören bir olur mu? Hiç karanlıklarla aydınlık bir olur
mu?” Ya da Allah'a, O'nun gibi yaratan bir takım ortaklar
buldular da, bu yaratış kendilerince birbirine benzer mi?
göründü? De ki: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, birdir, her
şeye üstün ve kahredicidir.”

Zümer; 62: Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir [her şeyin
yöneticisidir].

Mümin; 62: İşte, her şeyin yaratıcısı Rabbiniz Allah budur. O'ndan
başka ilâh yoktur. O halde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz!

Bütün bu ayetler, Allah’ın her şeyin ve her işin asıl yaratıcısı olduğunu açıkça ifade
etmektedir. Bu O’nun ilâhlığının olmazsa olmaz gereğidir. Şu hâlde dalâleti yaratan da,
hidayeti yaratan da Allah'tır. Bu ikisinden [dalâlet ve hidayetten] herhangi birini isteyen ve o
yönde meyil gösteren ise kulun kendisidir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hidayet ve dalâletin Allah'a izafesi “yaratma”
açısından, insana izafesi ise “seçme” açısındandır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

21

You might also like