You are on page 1of 6

20 FELÂK SURESİ

[ÇATLAMA]

SURESİ

FELÂK SURESİ’NE GİRİŞ

Felâk suresi, Mekke'de 20. sırada inmiştir. Surenin Medenî olduğunu ileri sürenler de
vardır. Ancak surenin Mekke'de inen diğer surelerle aynı üsluba sahip olduğu açıkça
görülmektedir.
Felâk ile 21. sırada inen Nâs surelerine, içeriklerinden dolayı “ ‫ معّوذتين‬muavvizeteyn
[iki sığındırıcı] sureler” adı verilir. Bu sözcük kesinlikle “koruyucu” anlamına gelmez.
Bu iki surenin dertlere deva, hastalıklara şifa, sihir ve büyüye karşı kalkan olduğunu
ileri süren birçok rivayet mevcuttur. Bize göre, her iki sure de, müminler ile kâfirlerin
saflarının Kâfirun suresi ile kesin olarak ayrılmasından sonra, tecrit [izole] edilen
Müslümanların maruz bırakıldıkları işkenceler karşısında Allah'a sığınmalarını bildiren ve
Allah'tan hangi konularda yardım istenmesi gerektiğini öğreten birer açıklamadır.

20/ FELÂK [ÇATLAMA] SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin meali [Tek cümle halinde]:

1-5- “Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere


tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden Felâkın Rabbi'ne
sığınırım” de!

Ayetlerin Tahlili

1. Ayet:

De ki: “Felâkın Rabbi'ne sığınırım.

Felâk ve Nâs sureleri, “‫ قققل‬De ki!” emriyle başlamakta olup surelerin bu şekilde
başlamasının sebebi hakkında çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bunlar arasından Razi'nin
beyan ettiği üç gerekçe şöyledir:
Birincisi: “Allah Tealâ kendini zatında ve sıfatlarında uygun olmayan şeylerden tenzih
olmak üzere, İhlâs suresinin okunmasını emredip de bu tenzih en büyük taatlardan biri olunca,
sanki kul ‘Ya Rabbi, bu taat [görev] gerçekten çok büyük ve onu hakkıyla yapma hususunda
kendime güvenemiyorum’ dedi. Bunun üzerine Hak Tealâ da ona ‘Felâkın Rabbine sığınırım,
de!’ dedi; yani ‘Allah'a sığın ve iltica et ki, o seni en güzel bir şekilde bu görevde muvaffak
kılsın’ diye cevap verdi.”

1
İkincisi: “Kâfirler, peygamberimizden Allah'ın nesebini [soyunu sopunu] ve sıfatlarını
sorunca, sanki Peygamberimiz, ‘Allah'ım, senin hakkında sana lâyık olmayan şeyleri söyleme
cesaretini gösteren bu cahillerden nasıl kurtulacağım’ demiş de, bunun üzerine Rabbimiz, ‘De
ki: Felâkın Rabbine sığınırım’; yani ‘Bana sığın ki seni onların şerlerinden koruyayım”
cevabını vermiştir.”
Üçüncüsü: “Rabbimiz sanki ‘Kim benim evime sığınırsa ona şeref veririm ve onu
güvenlikte kılarım. Çünkü ben, kim oraya girerse emin olur buyurdum. Binaenaleyh sen de
bana iltica et ve Felâkın Rabbine sığınırım de ki, seni de emin kılayım’ demiştir.”
Razi’nin birinci gerekçesinde, İhlâs suresinin okunması söz konusu edilerek bu
surenin Felâk suresinden önce indiği ileri sürülmektedir. Hâlbuki İhlâs suresi Felâk ve Nâs
surelerinden sonra inmiştir. Dolayısıyla Felâk suresinin resmî mushaftaki sıraya göre indiği
görüşüne dayandırılan bu gerekçelerin kabulü mümkün değildir.
Biz, Felâk ve Nass surelerinin “‫ قققل‬qul [de ki]” ifadesi ile başlamasının sebep ve
hikmetinin bu surelerin inişi sırasındaki ortamda aranması gerektiği kanaatindeyiz. Fil
suresinin tahlilinde açıkladığımız gibi, bu dönem sayıca az, varlıkça yoksul olan
Müslümanların Mekkeli müşriklerin işkencelerine maruz kaldıkları bir dönemdir. Yüce Allah
Fil suresi ile bir taraftan Müslümanlara “korkmayın” mesajı verirken, diğer taraftan da Fil
Ashabının akıbetini göstererek müşriklere tehdit mesajı vermiştir.
Böyle bir dönemde inen ve “ ‫ قققل‬qul [de ki]” ifadesiyle başlayan Felâk ve Nass
surelerinde, hangi konuların Allah'a havale edilmesi gerektiği sayılmıştır. Artık bundan sonra
Müminler her iki surede belirtilen konularda Allah'a sığınmalı, o surelerde yer almayan
konularda ise kendi güç ve dirayetlerini göstermelidirler. Geçmiş peygamberlerin Allah'a
sığınmaları da sadece bu çerçevede gerçekleştiği gibi, Kur'an'daki Allah'a sığınma ayetleri de
tamamen bu prensip doğrultusundadır. İnsanlar kendi güçlerini aşan zorluklar için Allah'a
sığınmalı, kendi güçleri ile halledebilecekleri konularda ise işin üstesinden kendileri gelmeye
çalışmalıdırlar. Hiç çaba göstermeden her işi Allah'a havale edip pasif ve uyuşuk olmamalı,
hayır/iyilik dilencisi durumuna düşülmemelidir.
Surede geçen “sığınma” kavramı, “bir başkasına iltica etmek, sığınmak” anlamına
gelen “ ‫ اعوذ‬euzu” sözcüğü ile ifade edilmiştir. Bu sözcük “ ‫ عوذ‬avz” kökünden türemiştir.
Kur’an’da bu kökten türemiş “ ‫ عذت‬uztü, ‫ يعيذون‬yeızune, ‫ فاسقتعذ‬festeız” sözcükleri de aynı
anlama gelmektedir. Bu sözcükle ifade edilen “sığınma” konularının neler olduğu ve her bir
konunun Kur'an'daki örnekleri bir sonraki sure olan Nâs suresinin sonunda verilmiştir.
Ayette birinci tekil şahıs kullanılarak “‫ اعقققوذ‬euzu [ben sığınırım]” denilmesi,
peygamberimizin tüm insanlığa öncü ve rehber olduğunu belirtmek içindir. Bir bakıma
peygamberimiz “Ben bu karşı konulmaz düşmanlardan ve zararlılardan Allah'a sığınıp
yoluma devam ediyorum. Bana inanan, Allah'a güvenen benimle gelir, korkan geri döner
gider” mesajını verecek, insanlar da tercihlerini açıkça yapacaklardır. Peygamberimizin
vereceği bu mesaj, aynı zamanda müşriklere “Biz sizi ve şu şer güçleri Allah'a havale
ediyoruz. Allah'ın vereceği ceza bizim size vereceğimiz zarardan çok daha çetindir”
anlamında bir ihtar mahiyetindedir.
Yüce Allah kendisini “ ‫ب الفلق‬
ّ ‫ ر‬Rabbü’l-Felâk” diye niteleyerek bize bir sıfatını daha
öğretmektedir. Şu halde sureyi anlamak için önce Rabbimizin “Rabbü’l-Felâk” oluşunu
anlamak lâzımdır. Bir tamlama olan bu ifadeyi anlamak için de önce tamlamayı oluşturan “‫ب‬ ّ ‫ر‬
Rabb” ve “ ‫ فلق‬Felâk” sözcüklerini, sonra da her iki sözcüğün tamlama hâlindeki anlamını
incelemek gerekir.
Rabb “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım
hedeflere götüren, tekâmülü [gelişimi] programlayıp yöneten” demektir.
Felâk sözcüğünün anlamı ise “yarıp çıkarmak” demektir. En'âm suresinin 95 ve 96.
ayetleri Rabbimizin “ ‫ فالق‬Falik [Yarıp çıkaran]” olduğunu göstermektedir:

2
En'âm; 95: Muhakkak ki Allah, taneyi ve çekirdeği yarandır: Ölüden diriyi
çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah! Nasıl da yüz
çeviriyorsunuz?

En'âm; 96: Tanyerini yarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay'ı


zaman ölçüsü kılmıştır. Bu, güçlü olanın, bilenin
takdiridir [belirlemesidir].

Yukarıdaki bilgilere göre “Rabbü’l-Felâk” tamlaması; “Yarılışları belirli bir program


çerçevesinde belirli hedeflere götüren, yöneten Allah” demektir.
Bu ayetten sadece “Şafakın Rabbi [tan yerini ağartan]” anlamını çıkarmak yanlış olur.
Gecenin çatlatılıp içinden sabahın çıkarılması anlamı da dâhil, ayetten bitki tohumlarının
yarılıp toprağa kök salmasından, toprağın yarılıp filizlerin uç vermesinden, hücrenin gelişip
ikiye bölünmesinden tutun da, atomun yarılıp nükleer enerjinin ortaya çıkmasına, ilk
çatlamaya [Big Bang] kadar her türlü yarılmanın Allah tarafından belirli bir ölçü, gaye ve bir
programa uygun olarak yapılmakta olduğu da anlaşılmalıdır.
Peygamberimize ve Müslümanlara sıkıntılarının sürekli olmayacağı, bir program
çerçevesinde bu sıkıntıların çatlatılıp içinden İslâm'ın bir filiz gibi yeryüzüne çıkıp yayılacağı
mesajı verilmektedir. O program bilinmediği için “O çatlamanın/yarılmanın Rabbi”ne dua
edilmeli, gerisi O'na bırakılmalıdır. Neyi, ne zaman, nasıl çatlatacağını, sadece bu çatlamanın
rabbi [programcısı] bilmektedir.

2. Ayet:

Yarattığı şeylerin şerrinden

Zararından Allah'a sığınılacaklar için ayette “ ‫ ما‬mâ” edatı kullanılmış olup anlamı
“şey, şeyler” demektir. Razi'nin “Buradaki mâ insanları da kapsar; insan olmayanlar daha çok
olduğundan akılsız varlıklar için kullanılan “mâ” kullanılmıştır” şeklindeki görüşü bizce
isabetli değildir. Zira Kur'an Arapçasında “ ‫ ما‬ma” ile “ ‫ من‬men” edatları arasında bir anlam
farkı olmadığı, Leyl suresinin tahlilinde “Kur'an ve Dilbilgisi” başlığı altında örnekler
verilerek gösterilmişti. Surenin Fil suresinden sonra indiği göz önüne alındığında, şerlerinden
Rabbü’l-Felâk’a sığınılması gereken varlıkların başta Fil Ashabını perişan eden boran olmak
üzere, fırtına, kasırga, deprem, sel, yangın gibi doğal afetler ve daha sonra da mikroplar,
salgın hastalıklar, zararlı ve zehirli haşereler gibi tüm yaratıklar olduğu anlaşılır.

3. Ayet:

ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden,

Ayeti yukarıdaki gibi çevirmek, ayetin orijinal ifadesini tam olarak yansıtmaz. Çünkü
“çöktüğü zaman karanlığın şerrinden” şeklinde çevirdiğimiz ifade, Rabbimizin seçtiği
sözcüklerin zenginliği sayesinde aşağıdaki anlamlara da gelmektedir:
- Gelip çattığı zaman göz perdelenmesinin şerrinden,
- Tutulduğu zaman ayın şerrinden,
- Battığı zaman güneşin şerrinden,
- Taştığı zaman şehvetin şerrinden,
- Soktuğu zaman yılanın şerrinden,
- Ümitsizliğe düşüldüğünde ümitsizliğin şerrinden
- Ölümün yaklaşmasıyla oluşan korkunun şerrinden.

3
Bu anlamların birçoğu 3. ayetin kapsamına girmesine rağmen, ayetteki mananın
yukarıdakilerin hiç birisi olmadığı kanaatindeyiz. Şerrinden/zararından Allah'a sığınılması
gerektiği bildirilen “çöken, bastıran karanlık”, bundan önceki surelerde “Gece” sözcüğüyle
ifade edilmiş olan cehalettir, bilgisizliktir, yobazlıktır, atalar dinine ve geleneklere körü
körüne bağlanıp kalmaktır. Çünkü aydınlatma araç-gereçleri sayesinde fizikî karanlığın
şerrinden/zararından kurtulmak mümkündür. Bunun için Allah'a sığınmak anlamsızdır. Ama
cehaletin, bilgisizliğin şerrinden kurtulmak için insanların çabaları yeterli olmayıp Allah'ın
rahmeti gereklidir.
Türkçe'de “bilgisizlik” dediğimiz sözcüğün Arapça'sı “ ‫ جهققل‬cehl, cehalet”tir. Cehl
sözcüğünün sözlük anlamı “bilmemek, kaba davranmak, gücendirmek, fıkır fıkır kaynamak”
demektir.
Kur'an'daki kavramlar üzerine büyük bir otorite olarak kabul edilen Ragıb el-İsfehanî,
“cehl” sözcüğüne, Kur'an'a dayanarak üç anlam vermiştir:
1- Nefsin bilgiden boş olmasıdır.
2- Gerçeğin dışında bir şeye inanmaktır.
3- Bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapmaktır.
Bu sözcük farklı biçimleriyle Kur'an'da 24 kez yer almıştır.
İslâm'ın üzerinde durduğu cahillik [bilmezlik], kişinin fizik, kimya, tarih, coğrafya
bilmemesi veya okur yazar olmaması değildir. İslâm'ın üzerinde durduğu cahillik, gerçeğin
dışında bir şeye inanmak, hakkın tersini yapmaktır. Nitekim Kur'an kendinden önceki
dönemin inanç ve davranışlarına [atalar dinine saplanıp kalmaya] cehalet/bilgisizlik demiştir.
Peygamberimiz de insanlığa fizik, kimya ve benzeri bilimleri değil, gerçeği, gerçeğe inanmayı
ve gerçeği yaşamayı öğreterek insanlığı cehaletten kurtarmıştır. Kur'an, cehaleti aşağıdaki
ayetlerle tanıtmaktadır:
A'râf 138, 199, Hud 29, 46, Neml 55, Ahkâf 23, En'âm 35, 54, 111, Bakara 67, 273,
Yusuf 33, 89, Furkan 63, Zümer 64, Kasas 55, Ahzab 33, 72, Nisa 17, Nahl 119, Hucurat 6,
Âl-i Imran 154, Maide 50, Fetih 26.

4. Ayet:

ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden,

Çoğu tefsirciler bu ifadelerle birinin talihini bağlamak için iplere düğüm atarak
üfleyen büyücülerin kastedildiğini söylemişler ve bu bağlamda birçok rivayet ileri
sürmüşlerdir. Böylece, dolaylı olarak [yorumlarını rivayetlere dayandırdıkları için]
üfürükçülüğün, muskacılığın meşruluğuna [dinde yerinin var olduğuna] hükmetmişlerdir.
Burada o rivayetlere ve o rivayetlerin sonucunda oluşmuş kanaatlere yer verilmeyecektir. Zira
saf insanları kandırarak birkaç kuruşunu ellerinden almalarının dışında, kişilere ve toplumlara
her hangi bir zararları olmayan üfürükçü ve muskacıların bu zararları Allah'a sığınmaya gerek
kalmadan, basit kişisel girişimlerle ortadan kaldırılabilecek niteliktedir. Ayrıca çok eski
dönemlerden beri her toplumda var olan bu büyücü ve üfürükçüler zümresinin bugüne kadar
şerlerinden korkulacak bir güç ve etkilerinin olduğu görülmemiştir. Yaptıkları şarlatanlıktan
öte bir şey değildir. Netice olarak ayette bunlar kastedilmiş olamaz. Bu yüzden ayetteki “‫نّفاثأت‬
neffasat ve ‫ عقد‬ukad” sözcüklerinin ifade ettiği diğer anlamlara da itibar etmek gerekir.
“ ‫ نّفاثات‬Neffasat” sözcüğünün kökü olan “ ‫ نفقث‬nefs” sözcüğü, nefes etmek denilen
üflemektir. Bu da biraz tükürükle veya tükürüksüz olarak üfürür gibi yapmak anlamındadır.
“Nefs” sözcüğünün manası hakkında eski yorumculardan Keşşaf sahibi Zemahşerî “tükürükle
üflemek”, Ragıb da “Nefs, tükrük fırlatmaktır, bu ise tühlemekten daha azdır. Üfürükçülerin
ve sihirbazın nefsi de düğümler içine üfürmesidir” demiştir.

4
“‫عققققد‬Ukad” sözcüğü “ukde” sözcüğünün çoğuludur. Ukde, düğüm bağlamak,
düğümlemek anlamına gelen “akd” kökünden türetilmiş bir isim olup “düğüm” demektir.
“Ukde [düğüm]” sözcüğü, esas anlamı çerçevesinde şu kavramlar için de
kullanılmaktadır:
- düğüm yeri
- beldeler üzerindeki velâyet
- idarecilere biat
- sahibinin kendi malı olduğuna inandığı taşınmaz mallar
- ağacı çok sık olan yer
- develer için yeterli otlağı olan yer
- bir kimsenin yeterli derecedeki geçiminin bağlı olduğu şey
- bolluk yer
- ağaç yemeye mecbur kalmış koyun sürüsü
- kesin gerekiyor olan şeyler [nikâh akdi, alış-veriş sözleşmesi gibi]
- kin, öfke
- kamış

Ragıb, “akd” sözcüğünün öncelikle ipin bağlanması, binanın bağlanması gibi katı
cisimlerin bağlanması anlamında, sonra da istiare yoluyla alışveriş akdi, ahid gibi diğer
anlamlarda kullanıldığını bildirmiştir.
Görüldüğü gibi, ayeti oluşturan sözcükler gerek hakikat gerekse mecaz olarak birçok
anlama gelmektedir. Bu anlamların hepsi de birbiriyle çelişmedikleri için geçerlidir. Bu
sözcükler müteşabih sözcüğünün anlamına iyi birer örnektir.
Bize göre ayetin “akitlere [sözleşmelere] üfleyip-tükürenlerin [bozanların] şerrinden”
olarak çevrilmesi daha isabetlidir. Çünkü sonucunda Allah'a sığınılacak bir şer/zarar ortaya
çıkaracak davranış, bir anlaşmanın karşı tarafın haberi olmadan tek taraflı olarak
bozulmasıdır. Örnek olarak; nikâh akdine aykırı davranan bir eşin, iş anlaşmasına aykırı
davranan bir ortağın, barış anlaşmasına aykırı davranan bir ülkenin, verdiği sözü tutmayan bir
müteahhidin muhatabına vereceği zarar karşısında, anlaşmanın bozulduğundan haberi
olmayan diğer tarafın herhangi bir önlem alması söz konusu olmadığından, Allah'a
sığınmaktan başka çaresi yoktur.

5. Ayet:

ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden.

Haset, kıskanmak, çekememek, başkasında olan sağlık, zenginlik ve benzeri


nimetlerden dolayı rahatsız olarak o kişiden o nimetin gitmesini istemek demektir. Haset
kalpte bulunan ve insanı kötülüklere sürükleyen en önemli ve gayriahlâkî özelliklerden,
hastalıklardan birisidir. Bilgisizlik ve tamahkârlığın birleşmesinden, kaynaşmasından doğan
haset en çok da tanıdık ve akrabalar arasında kendisini gösterir.
Haset, çoğu kez kıskançlık olarak ifade edilir. Ancak bu kıskançlığı namus kıskançlığı
ile karıştırmamak gerekir.
Haset, çirkin huyların en zararlılarındandır. Herkeste bulunmakla birlikte dereceleri
farklıdır. Kimi insanda haset duygusu bir an için gelip gider; kiminde ise iyice yerleşir, bütün
benliğe hâkim olur ve gittikçe artar. İşte, asıl üzerinde durulması gereken ve tehlikeli olan
haset de bu hasettir.
Bir insanda bulunan ilim, ibadet ve hayır yapma gibi nimetlerin kendisinde de
bulunmasını istemek haset değildir. Buna “gıpta” denir.
Hasedin ortaya çıkmasına yol açan birçok sebep vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:

5
1. Düşmanlık: Hasedin en önemli sebeplerinden birisidir. Kin ve düşmanlık sebebiyle
ortaya çıkan haset sonucu, hileli yollarla nimet ortadan kaldırılır, insanın şerefi ile oynanır ve
gizli işlerinin açığa çıkarılması için çaba harcanır. Bu tarz haset, çok kere çekişme ve
kavgalara da yol açar ve hayat boyunca devam eder,
2. Teazzuz: Mevki, servet veya ilim sahibi olan bir kişinin bu özellikleriyle
karşısındakilere üstünlük taslaması, bu davranışı hoş görmeyen o kişilerde bir kıskançlık
duygusu oluşturur.
3. Kibir: Çevresindeki insanları küçük gören ve onları kendi emrinde görmek isteyen
kibirli insanlar, başkalarının sahip oldukları her türlü olumlu durum karşısında o insanlara
kıskançlık duyarlar.
4. Şaşkınlık ve hayranlık.
5. Amacına ulaşamama korkusu: Kişilerin belli bir amaca ulaşmak konusunda
birbirine üstünlük sağlama arzularından kaynaklanır. Birisinin amacına ulaşmasına yardımcı
olan her nimet, diğeri için bir haset kaynağıdır.
6. Makam ve mevki sevgisi, önderlik isteği: Örnek olarak, bir kimsenin bir ilim
dalında parmakla gösterilen tek adam olmayı istemesi, bu konuda kendisine rakip olabilecek
kimselere veya göz diktiği yere ulaşmış olanlara haset etmesinin başlıca nedenidir. Sürekli
övülmek ve üstün gelmek isteğinde olan bir kimse, “Şu adam kendi alanında zamanın en
büyüğüdür, eşi ve benzeri yoktur” denildiğinde nasıl sevinirse, başka bir kimsenin kendisine
ortak gösterilmesi veya şöhretini ona kaptırması halinde de o kadar kıskançlık duyar.
7. Kötü huyluluk ve Allah'ın kullarına verdiği nimetlere karşı cimrilik: Bazı kimseler,
hiçbir dertleri, eksikleri olmamasına rağmen, aşırı mal sevgisi, önderlik tutkusu, tekasür
hastalığı gibi sebeplerle Allah’ın nimetler verdiği, iyi huylarla donattığı başka kimselerden
söz edildiğinde bundan rahatsız olur, haset ateşiyle yanarlar. Buna karşılık birisinin içinde
bulunduğu zorluk ve çektiği sıkıntılardan söz edildiğinde de sevinç duyarlar. Böyle kimseler,
başkalarının kötü durumda olmalarından hoşlanırlar, Allah'ın lütuflarına karşılık cimrilik
gösterirler.
Haset dışa vurulmadığı sürece kişinin kendisinden başkasına zararı olmaz. Haset eden
kimsenin içinde sürekli bir ateş yanar. Bu ateş onu yakar, yavaş yavaş eritir. Çünkü birisinin
nimetinin artması, hasetçinin hasedini, dolayısıyla rahatsızlık ve sıkıntısını çoğaltır.
Hasetçinin göğsü daralır, uykusu kaçar. Amansız bir hastalığa düşer. Bu ise ancak kişinin
düşmanlarının isteyebileceği bir durumdur. Haset edilenin perişanlığı istenirken, aslında
hasetçi perişan olur. Buna karşılık haset edilen kimsenin durumunda bir bozulma, bir
kötüleşme olmaz.
Ama hasetçinin içindeki haset coşar da dışa vurursa, haset edilene karşı kin, garaz
güder, düşmanlık yapmaya başlar. Karşısındakinin yok olması için uğraşır. Bunun için de
iftira atar, komplo kurar, kundakçılık yapar hatta suikast bile düzenler.
Ayette bahsedilen haset, bu aşamaya ulaşmış ve dışa vurulmuş kıskançlığın şerridir,
kötülükleri ve zararlarıdır.
Haset bir duygu olduğundan dışa vurulmadan bilinme imkânı yoktur. Kulun buna bir
çare araması söz konusu olamaz. Gücü aşan bu tip konularda “Alîmun bi zati’s-sudûr” olan
[akıllardan geçenleri bilen]” Allah'a sığınıp gereğini O'na havale etmekten başka yapacak bir
şey yoktur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

You might also like