Professional Documents
Culture Documents
Cem Özatalay
PTT Dağıtım Merkezi’nde taşeron postacıların direnişi patlak vermişti. Direnişe destek
sağlayabilmek için, taşeron işçilerin direnişini anlatan ve dayanışma talep eden bir metin
kaleme aldım ve bu metni aynı tarihlerde Paris'te gerçekleşen Sosyal Forum yürüyüşüne
katılan sendikal örgütlerin kortejlerine dağıttım. Ertesi gün, Fransa’da posta sektöründe
örgütlü ikinci en büyük sendika olan -ve LCR'e (Devrimci Komünistler Ligası) yakınlığıyla
dayanışma için bir banka hesap numarası vermek konusunda mutabık kaldık. Yaklaşık 15-20
gün sonra Eric beni tekrar arayarak, haberin yayınlandığını söyledi ve gazeteyi bana
göstermek için buluşmayı teklif etti. Sendika merkezine ulaştığımda, Eric heyecan ve mutluluk
içinde haberi bana gösterdiğinde, neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Gazetenin arka
kapağında yarım sayfa kadar yer kaplayan haberin başlığı, “Le pire Ottoman” (Beter
Osmanlı) idi. Haberde fotoğraf olarak ise Sultanahmet Camîi kullanılmıştı. Bir işçi
mealen şöyle oldu: “Taşeron firmayı hedef alan bu başlığı, “l'empire Ottoman” (Osmanlı
İmparatorluğu) sözüne gönderme yapan bir kelime oyununa başvurarak, ilgi çeksin böyle
diye koydum. Görsel malzeme olarak Sultanahmet Camîi'ni seçmemin nedeni ise, birçok
mücadelesine ilişkin iyi niyetinden kuşku duymadığım posta emekçisi Eric'in başlığa ve
Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
fotoğrafa itiraz nedenlerimi anlamadığına ve anlamasının da mümkün olmadığına kani
“Doğu”nun- gerçek anlamda ayırtına varmamı Eric'e borçluyum dersem, sanırım abartmış
olmam.
Giriş
tasavvuruna dayanan bir kurgu olduğu konusunda genel bir mutabakat oluştu. Tıpkı
temelinde insan aklının eseri olan bir kurgu ve inşa sürecinin olduğunu savundu.
Epistemolojik düzeyde materyalist bir izleği esas almaya çalışacak olan bu yazı,
Ancak bu yazının temel konusu, özellikle son dönemde Türkiye sol hareketinin kimi
Genellikle Avrasyacılık ve Ulusal Solculuk ile daha seyrek olmakla birlikte kimi
politik çizgide kalarak kendini sol olarak var etmenin imkansızlığı gösterilmeye
çalışılacaktır.
Yazının son bölümünde ise “Doğucu” olmayan ama Doğulu olan bir sol ideolojinin
belirleyici rolü. Daha yalın bir deyişle, bu perspektife göre, her türlü toplumsal
Post-kolonyalist teorinin öncülü olarak kabul edilen Edward Said'in 1978 yılında
çalışmada da, Doğu veya Şark gerçekliğinin oluşumu ele alınırken, insanın imgesel
Said'in Şark tanımında net bir biçimde dile getirilmektedir : “Tarihsel varlıklar bir yana,
(...) coğrafi ve kültürel varlıklar da insan yapımıdır. (...) Batı kadar Şark da, kendisine
Batı'da ve Batı için gerçeklik ve mevcudiyet kazandıran bir tarih ile düşünme
geleneğine, bir ortak imge ve sözcük dağarcığı geleneğine sahip bir fikirdir” (Said,
2003: 14).
Şarkiyatçığın, emperyalizmin veya sömürgeciliğin basit bir temsili veya ifade biçimi
idealist bir felsefi arka plana yaslandığı, b) Sınıfsal perspektifi tamamen göz ardı
Engels, 22 Ocak 1848 tarihinde The Nothern Star isimli gazete için kaleme aldığı
makalede, Cezayir'in Fransa tarafından işgaliyle ilgili olarak şunları yazmıştır: “(...)
Cezayir'in işgali, medeniyetin ilerlemesi için önemli ve hayırlı bir olaydır. (...) Her ne
yayınlanan The New American Cyclopaedia için Cezayir üzerine yazdığı makalede,
ülkenin yerli halkları hakkında yaptığı tasnife de paralel bir yaklaşım damgasını vurur.
Söz konusu makalede, Kabilliler, Araplar ve Mağribileri ayrı ayrı ele alan Engels, bu
dökmeye ve intikam almaya alışmış karakterleriyle ahlaki düzlemde “en altta yer
alırlar”. Görüldüğü gibi, Engels'in bu ifadeleri, çağının Şarkiyatçı “medenî Batı-barbar
üzere işgal etmesiyle ilgili bir makale kaleme alan Marx, bu konuda şunları
doğrudur. Ama mesele bu değil. İnsanlık, Asya'nın toplumsal durumunda temel bir
olduğuna göre, ne suç işlemiş olursa olsun, bu devrimi yaratmak konusunda tarihin
Marx ve Engels'in söz konusu yıllarda medeniyetler arasında eşitsizliğe dayanan bir
düşünülebilir. Öyle ya, iki kutuplu dünya koşullarında, sömürgeciliğe karşı verilen
ulusal kurtuluş hareketlerine, hem ideolojik çerçeve, hem de teknik teçhizat, silâh,
para vb. sağlayan bir sosyalist dünya söz konusuydu. Ancak, diğer yandan aynı
tarafından işgal edilmesine onay veren, kâh Cezayir'in ulusal kurtuluş hareketine
destek vermekten imtina eden bir politika tarzının da sol cenahta zemin bulduğu
bilinmektedir. Aynı politik tarz, Türkiye'de de, kapitalizmin gelişmesi adına, önce
izlerin bugüne dek uzandığına dair Said tarafından dile getirilen eleştirinin “kuru iftira”
başlamasına ilk kez Marx'ın olgunluk eserlerinde rastlanmıştır. Yani, Hegelci bir tarih
felsefesinin izleyicisi olan “genç” Marx'la, tarih biliminin kurucusu olan “olgun” Marx
arasında konu bağlamında bir açı söz konusudur. Marx'ın 1840-1850'lerde Doğu
yazdıkları arasında bir farklılık açığa çıkmaktadır (Budgen, 2003). 1872-1883 arası
dönemde Marx Avrupalı olmayan toplumları gerçek anlamda ilk kez incelemiş ve
tarihli önsözünde yer alan “Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az
gelişmiş ülkelere ancak kendi geleceklerinin resmini gösterir” ifadesini, aynı eserin
1872-75 tarihli Fransız baskısında, “Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke,
farklı tarihsel güzergahların olabileceğine ilişkin görüşe kısmen de olsa alan açmıştır.
Mikhailovski'ye yazdığı mektupta, “tüm halklara ortak bir yazgıymış gibi empoze
tarihle Rusça baskısına önsözde de, kendisine yöneltilen komünist topluma ulaşmak
için, kırsal topluluğun zorunlu olarak yerini kapitalizme bırakmasının bir önkoşul olup
olmadığı konusundaki soruya, “ortakçı kırsal mülkiyet, komünist bir gelişme için kalkış
noktası olabilir” şeklinde yanıt vermiştir. 3) Marx özellikle 1879-82 arasında tuttuğu
köylüleri, antik İrlanda, Endonezya, Cezayir üzerine kimi yeni değerlendirmelere yer
2002).
üzerinden tarif eden Hegelci tarih felsefesinden tam anlamıyla uzaklaşması, onun
sanayileşme sürecini kat etmiş ülkelerde “işçi sınıfı”nın politik devrimcilik vasfının
sonucu ise; sömürgeciliğe bağlı tahakküm ilişkileri içinde, geçmiş dönemde nesnel
Marx'ın ardılı olan “Batı Avrupalı” Kautsky'nin daha çok Avrupa-merkezci “Genç
Marx”ın, “Doğulu” Lenin'in ise daha çok Avrupa-merkezciliğe eleştirel bakan “Olgun
tanımladığı eşitsiz gelişme yasası ile ulusal sorun konusunda benimsediği “ulusların
Marksizmin Batı dışında yayılması için yaptığı -en az emperyalizm teorisi kadar
Kuşkusuz, Lenin Marx'ın olgunluk döneminde Avrupa dışı toplumlar üzerine kaleme aldığı revize edilmiş
görüşlerin tümünü bilmediği açıktır. Öyle ki, örneğin Marx'ın Rus toprak düzenine ilişkin Vera Zasuliç'e yazdığı
meşhur mektubun ancak 1924'te yayınlandığı bilinmektedir.
Marx arasındaki temel benzerlik, politik mücadele verirken verili tahakküm ilişkilerini
esas alarak siyasal devrimin olanaklarını -her türlü ittifak ilişkisine girmeyi de imkan
Lenin, “dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları birleşin” şiarında özetlenen çerçeve
ile Batı’nın işçi sınıfıyla Doğunun ezilen halkları arasında bir mücadele paralelliği
mücadele veren işçi sınıfının, aslında aynı “düşman”a karşı mücadele verdiği
Ne var ki, bu ortak hattın kurulması bir türlü mümkün olmadı. Sömürgeci ülkelerdeki
****
Çin Devrimi, tam da bu çelişkinin gün yüzüne çıktığı bir örnek olarak yaşandı.
Kapitalist ve Sosyalist bloğun dışında kalan “yeni sömürge” olarak nitelenen ülkelerin,
konumlandırdılar.
Bağımlılık okulu mensuplarına göre, Avrupa tarihi yaşanarak bir kere geçilmiştir ve bu
tarih dünyanın geri kalanı için tekrar edilebilir bir nitelik göstermez. Azgelişmişliğin,
gerçekleşmesi mümkün olmayan bir kuru sözden ibaret olduğunu öne sürmüşlerdir.
gelişmişliğin aynı madalyonun iki yüzü olduğu düşüncesini temel almıştır. Söz
(Kapoor, 2002: 654). Çünkü, maruz kaldığı tahakküm ilişkisini, bu kavram ikilikleri
kendisini tanımlarken de “gelişmiş” Batılı veya Kuzeyli insan karşısında “geri” olarak
alındığı gözlemlenmektedir.
politik açıdan amacını aşan bir biçimde yükleyerek, “içeride”, tarihsel veya
Türkiye’de geçmişte önce Kadro, sonra da Yön çizgisiyle temsil edilmiş bu ideolojik
eğilim, günümüzde de milliyetçi –veya aynı anlama gelmek üzere ulusalcı- sol politik
***
hem de ideo-politik ayrımlara yol açan esaslı bir mesele olmuştur. Meselenin teorik
bir bütün olarak tarihin gelişim yasalarını, yine kavramsal soyutlama düzeyinde
ortaya koyan bir tarih teorisi olarak tanımlayan yaklaşımla; tarihsel materyalizmi,
somut toplumların tarihsel ilerlemesinin anlamını ve amacını konu ederek, bir tarih
değil süreç’e, parça’ya değil bütün’e dair kavramsal (teorik) bir nitelik olduğunu öne
sürecek ve politikayı verili bir anda ve mekanda açığa çıkan tahakküm ilişkileri
üzerinden tarif edecekken, ikinci yaklaşım, ilerlemenin hem süreç’e hem de an’a,
hem bütün’e hem de parça’ya olgusal düzeyde de niteliğini veren temel anlam ve
amaç olduğunu savunacak ve politikayı tarihin ereksel ilerlemesini eksen alarak tarif
edecektir. Aynı nedenle, birinci yaklaşım, politika yaparken tabi olduğu konjonktürde
yaşanan her türden “iç tahakküm ilişkileri” karşısında ezilenlerden yana tutum almayı
öncelikli görürken, buna mukabil, ikinci yaklaşım, “makro tarihsel ilerleme”yi temel
alarak “dış tahakküm ilişkileri”ne doğru çubuğu bükecektir. “Dış tahakküm ilişkileri”ni
temel alan politik çerçevenin çoğu kez komplo teorilerine doğru uç verdiği ve
görülmüştür.
alacağız. Diğer yandan, Edward Said’in bir “Batılı” olarak geliştirdiği kavrayışında
çomak sokma çabasını hafife almak yanlış olacaktır. Teorik düzeyde tarihsel
alışının eleştirel ve solcu olduğu apaçıktır. Said’in teorik kavrayışının eleştirisi, politik
Konstrüktivist yaklaşım esas olarak, düşünce ile fizikî nesne ya da (öznel) temsil ile
(nesnel) olgu “kartezyen düalizmi”nin yarattığı sorunu aşma iddiasıyla ortaya çıkmış
ve toplumsal gerçekliğin bir inşa olduğunu öne süren bir yaklaşımdır. Söz konusu
paradigma içinde düşünen kimileri “toplumun” inşasından, kimileri ise “toplum
Bu eğilimin bilindik temsilcilerinden John Searle, “bu kağıt parçası, biz öyle
sürecinin önceliğini kaçınılmaz olarak vurgular. Yok eğer, sadık bir Durkheimci olan
Mary Douglas gibi, toplumun veya toplumsal kurumların inşa sürecinin öznesi olduğu
üretilmiş olduğu sonucuna varılır. Düşünce ile fizikî nesnenin, ister bireyin, isterse de
kolektif temsilleri olarak görünüyor olsalar da gerçekte birer temele sahip olduklarını
indirgenemeyeceğini” dile getirirken “inşa” fikrine itiraz eder (Ladurie 1973). Benzeri
biçimde, Althusser de dünyanın düşünce ve fiziki gerçeklik olarak iki ayrı ontolojiden
oluştuğu önermesine karşı çıkar ve düşünce ile varlığın, öznel temsil ile nesnel
varolması anlamında maddi olduğunu dile getirir; aynı biçimde pratiğin de ancak bir
olduğunu söyler (Althusser, 1994). İktidar ilişkilerinin nasıl ortaya çıktığını değil de
üzerinden işleyen iktidar alanını birbiriyle karmaşık ilişkisi içinde ele almak gerektiğini
vurgular (Aktaran Keskin, 1999 : 16). Yine Foucault, iktidar ilişkilerini incelerken,
başkalarının eylemlerine etkide bulunmaya izin veren nesnel farklara (hukukî veya
ortaya çıkan iktisadî farklılıklar, üretim süreci içinde işgal edilen yerdeki farklılıklar,
dilsel ve kültürel farklılıklar, hüner ve istidat farklılıkları vs.) esas almak gerektiğine
vurgu yapar.
söylemin tekabül ettiği, kurumlarda veya aygıtlarda vücut bulan somut bir tahakküm
Frantz Fanon’un dile getirdiği ünlü “ilk kurşun” olayı da bu perspektiften bakıldığında
Bir başka deyişle, ilk kurşunun sıkılmasıyla beraber, esasen o güne kadar tahakküm
ilişkisinin taraflarının üzerinden hareket ettiği söylemsel çerçeve de, kolektif temsil
formları da artık geçerliliğini yitirmiş olur. Fanon’un tespiti, düşünce ile fiziki nesnenin
örneklerden birisidir.
“İlk kurşun” olayı gerçekleşmeden önce tahakküm ilişkilerinin nasıl yeniden üretildiği
stratejilerini geliştirirler. Ama söz konusu stratejik tercih, tahakküm ilişkilerinin çeşitli
mümkündür. Öyleyse, bir söylem karşısındaki pozisyon alışının, pozisyon alan kişinin
***
Buraya kadar çizilmeye çalışılan çerçeveden hareketle, a) Batı ile Doğu arasında
farklılığın tarihsel süreç içinde nesnel bir tahakküm ilişkisine dönüştüğünden, c) söz
konusu tahakküm ilişkisinin kendisine tekabül eden bir Şarkiyatçı ideolojiye sahip
olduğundan söz edebiliriz. Aynı nedenle, nasıl ki erkek ile kadın arasında olan
kurtulmak olası değilse, Batı ile Doğu arasındaki tahakküm ilişkisi ortadan
görünmemektedir.
Öyleyse tahakküm ilişkisini içinde barındıran her nesnel farklılığın, damgalayıcı ve
aşağılayıcı bir söylemsel ifadeyi zorunlu olarak gerektirdiğini söylemiş oluyoruz. Türk
diline; Alevi, Laz, Kürt, Yahudi, Ermeni, Rum, Sabetay, Arap, Çingene vb. azınlık
toplulukları ile ilgili olduğu gibi, azınlık olmamalarına karşın kadınlar hakkında ve
aşağılayıcı ve damgalayıcı söylemin yer etmiş olması, tek başına farklılıklarla ilgili
Verili bir ülkede yürürlükte olan her türlü tahakküm ilişkisi içinde ezilenin safında
olmayan politik bir tutumun ise; söz konusu ülkenin diğer ülkelerle arasında olan
tahakküm ilişkisine itiraz etmek suretiyle sol politikayı temsil etmesi mümkün
söylemsel düzeyde devlete karşı konumlanamayan herhangi bir siyasi özne, her ne
kadar devlet dışı bir kurumsallaşmaya sahip olsa da, nesnel olarak “devletlû”
olarak görülmelidir.
Doğucu ideolojinin dayandığı ikinci varsayımıdır. Çünkü ezilen kesimlerin kendi akıl
Bir kadın dinî inançları gereği baş örtüsü takarak kamusal hizmetlerden olan öğrenim
düşünülüverir. Çünkü başörtülü kadın, irade yoksunu ve cahildir. Bir Kürt ana dilde
eğitim hakkını talep ediyorsa, mutlaka bu, AB’nin veya ABD’nin Türkiye’yi kimlikler
ekseninde bölmek için izlediği emperyalist politikaların sonucu dillendirilmiş bir talep
ilan edilir. Çünkü Kürt, aşiret etkisi altında ve eğitimsizdir. Bir Ermeni 1915’te bu
ülkede bir dram yaşandı diye ortaya çıkarsa, bu da emperyalizmin bir oyunu
Ezilen kesimlere karşı geliştirilen Şarkiyatçılık mamulü bakış açısı, konu “dış güçler”e
tahakküm politikalarına yüksek sesle itiraz edilir. Batılı ülkelerin tahakküm politikaları,
ayrıştığı kimi noktalar vardır. Solcu versiyonda, ezilen kimliklerin maruz kaldıkları
tahakküm ilişkilerine karşı itirazları ve talepleri, ulus-devlete olduğu kadar sınıfa karşı
nüanslar yalnızca söylem düzeyinde kalmakta, politik mücadele alanında somut bir
sağ versiyonları arasında –en azından şimdilik- bir fark gözlemlendiği teslim
edilmelidir.
Diğer yandan, Doğucu ideolojinin sol versiyonu yukarıda tasvir edilmeye çalışılan
genel saptamalara ayağını basıyor olsa da, solda giderek artan Doğuculuk eğiliminin
değinilecektir.
kapalılık olarak ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bu durum yalnızca sol içindeki Doğucu
eğilime indirgenebilecek bir tutum değildir. Ancak, söz konusu eğilimin içinde,
“Marksizmin Batı’da doğduğu doğrudur, o anlamda Batı gerçekliğini daha çok ele
aldığı (...) doğrudur, ama buradan bakarak Marksizmi Batı aydınlarının tekelinde
görmek gerekmiyor. (...) o zaman bizim bakışımızın, Batı Marksizmin alanından,
Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum yazarı Akın Erensoy ise Batı Marksizmi’ne
bağlanmayarak onun dışına düşen “Batı Marksizmi” ekolü, akademik bir çizgi olarak
20’inci yüzyılın başlarından itibaren tanımlı hale gelen Batı Marksizmi’nin politik
pratiğiyle değil de teorik pratiğiyle anılması da yanlış bir vargı değildir. Ancak tüm bu
Batı’da ikamet eden Doğulu aydınların tekelinde olduğu tartışma götürmez bir nesnel
olgudur. Buna itiraz etmenin de anlaşılır bir tarafı bulunmamaktadır. Çünkü uzunca
bir dönem için, Kahire neden teori (bilim ve felsefe) üretiminin merkezi idiyse, 19’uncu
yüzyıldan bu yana da Batının teori merkezi olması aynı nedenledir. Tarih boyunca,
iki isim de teorik pratiklerini hep Batı’yla etkileşim içinde sürdürmüşler, her ikisi de
yaşamlarının bir kısmını Batı’da geçirmişlerdir. Zaten özellikle Lenin’in çağdaşı diğer
Marksistler karşısında öne çıkmasını sağlayan etmen, onun teorik pratiği olmamış,
politik pratik içinde bir Doğulu –bir Rusyalı- gibi düşünmesi ve eylemesi olmuştur.
Kuşkusuz buradan yola çıkarak, Doğu’da ikamet eden bir kimsenin teori
Bağımlılık Okulu mensupları veya Türkiye’de teorik pratik yapmaya uğraşan Hikmet
Kıvılcımlı gibi isimlerin hepsi de en az bir Batı dilini iyi bilen ve orada gerçekleştirilen,
Marksist olsun olmasın, güncel teorik çalışmaları yakından takip edebilen kişilerdir.
Çünkü teorik yani bilimsel ve/veya felsefi üretim, ancak başka teorik üretimlerle ilişki
İşte tam da bu nedenle, teori alanında, dar anlamda Batı Marksizmi’ne geniş
anlamda ise Batı’da üretilen tüm felsefi-bilimsel çalışmalara kapıları kapatmak, genel
açılmasıyla yeniden gün yüzüne çıkan bir ideoloji olan Avrasyacılıkla ilişkilenmek
isteyen sol, bunu yaparken Sultan Galiyev’in fikirlerini ve 1920 Bakü Doğu Halkları
olan politika yapma sahasını sol hareket açısından yeniden imkânlı hale getireceğini
Aynı görüşün önemli sözcülerinden olan H. Basri Gürses ise aynı konuda şunları
Sol hareketteki Avrasyacı eğilim, Türk-Müslüman bir coğrafyada siyaset yapacak bir
çalışmaktadır. Hedef ise bir Doğu halkları enternasyonali oluşturmaktır. Söz konusu
eğilim, AB’ye ve Türkiye’deki AB’ci sol eğilimlere karşı tutum geliştirmekte, aynı
Sol hareketteki Avrasyacı eğilimin temel açmazlarından birisi, sanki ülke içinde politik
bir kudrete sahipmiş gibi düşünerek bir enternasyonal kurma hedefini önüne
varsayımına dayanmasıdır.
İkinci ve daha önemli olan açmaz ise Türkiye’deki ezilen kesimlerin hâlihazırdaki
sıkıntılarından bir an önce kurtulabilme beklentisiyle -ve somut başka bir alternatif
izlenen “dış politika” belirlenimli siyaset tarzının izlerini taşıdığını söylemek yanlış
olmayacaktır. İki kutuplu dünya ortadan kalkınca, Avrasyacı çizgi kendine yeni bir
dünyasal kutup yaratarak oluşan boşluğu doldurmaya çalışmaktadır. Avrasyacı sol,
ülke içinde hangi siyasal çizgiyi tutturacağına karar vermeden veya belirlediği çizgi
etmeyi öncelemekte, sanki bir devlet politikası oluşturma çabasındaymış gibi hareket
mümkündür.
dayanmaktadır. Sol hareket içinde silahlı mücadeleyi başlatma kararı alan gençlik
hareketi önderlerinin önemli bir kesimi değişen sürelerde askerî eğitim amaçlı olarak
Filistin’de bulunmuştur. FKÖ saflarında İsrail’e karşı savaşan Türkiyeli devrimci sayısı
bilinmektedir. Ancak anti-siyonist Ortadoğucu eğilimin, bir ana politika ekseni olarak
sol içinde belirginlik kazanması, sol güçlerin bölgede fiilen bulunduğu 70’lerde değil,
bölgede artık bulunmadığı 1990 sonrası döneme rastlamaktadır. Dikkat çekici olan
Politik pratik içindeyken “iç tahakküm ilişkileri”ni esas alan bir özne her zaman
ezilenlerin yanında yer alır. “Dış tahakküm ilişkileri”ni esas alma çabası ise
düşman ne kadar uzaktaysa, o kadar sanal bir karakter kazanır. Giderek bir şeytan
tasvirine dönüşür. Irkçı ve faşist siyasal hareketlerin, kitle tabanı yaratmak için hep
dışarıdaki, temas mesafesinde olmayan düşmana işaret etmesi de bunun çok risksiz
üzerinden yükselen aşırı milliyetçi akımların daha fazla güç kazandığı bölgelerin, en
az göç alan, dolayısıyla göçmenle temasın en az düzeyde bölgeler olması da bir
getirilmesini de kolaylaştırır.
yana gelme sonucunu doğuran bu eğilim, Türkiye’de yeteri sayıda “siyonist Yahudi”
Söz konusu eğilim, görüşlerini Marksizmle ilişkilendirme sorununu da, genç Marx’ın
bezirgânlık” kavramını ödünç almaktadır. Kapitalizmi, bir üretim tarzı olarak bütün
olarak değerlendirmek yerine, sanayi sermayesi (üretim) ile malî sermaye (para)
Futbol tribünlerinde polisin taşkınlık yapan seyirciye saldırmasından sonra atılan “Burası Türkiye, İsrail değil”
sloganı popüler milliyetçi söylemde İsrail düşmanlığının ne denli benimsendiğini gözler önüne sermektedir.
Dahası “Yahudi Komplosu” içerikli kitapların, hem de hiç kitapsever olmayan Türkiye toplumunda bestseller
hâline gelmesi başka türlü izah edilemez.
arasında bir ayrım koymakta ve sanayi sermayesini “ilerici”, tefeci-bezirgânlığı “gerici”
idealist bir konum alışa denk düşmektedir. Ne düşünce maddeden, ne de para üretim
Cahun, Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi Yahudilerin yanı sıra, Rus zulmünden
(Gökdemir, 2005). Burada soru şudur: Marksist olma iddiasındaki bir kişi, neden
Türkçülüğün somut pratikleri üzerine değil de, Türkçülerin “ırksal”, “dini” vb.
Yalçın Küçük, Soner Yalçın ve Orhan Gökdemir’in çalışmalarındaki gibi “ırk” temelli
bir ifşa yaklaşımını paylaşmıyor olsa da, Suat Parlar’ın Ortadoğu – Vaadedilmiş
topluluklara, her türlü Hristiyan mezhebe yer verilirken bölgede yaşayan Yahudi
topluluklarla ilgili herhangi bir malûmat sunulmaması akla gelen ilk örnektir. Ancak
kitaptaki daha çarpıcı eksiklik, Filistin’deki direniş hareketine özel ve geniş bir yer
dinamiklerinden olan, farklı ülke sınırları içinde şekillenmiş birçok politik grubu da
içeren Kürt hareketlerine hiç yer verilmemiş olmasıdır. Bu eksikliği ancak, kitabın ana
kişinin, sosyalizmle yakından uzaktan ilişkisi olmayan bir takım gerici ulus-devletlerin
Görüldüğü üzere, anti-siyonist Ortadoğuculuk olan ortaya çıkan sol eğilimin, İsrail’in
uyguladığı zulme karşı Filistin halkıyla dayanışma içinde olmanın ötesine uzanan
imkânsızlaştırmaktadır.
Sonuç olarak ya da Doğulu bir sol politika mümkün mü?
Türkiye bir Doğu ülkesidir. Bu, yazının başında aktardığım anekdotta kendisinden
bahsetmiş olduğum Eric Aragon öyle düşündüğü için değil, nesnel bir gerçeklik
Solun ideoloji alanında ihtiyacı olan doğru yönelim, “yerel” olmak, “otantik” olmaktır.
“Yerel” veya “otantik” olunduğunda, Türkiye ne kadar Doğulu ise o kadar Doğulu, ne
kadar Batılıysa o kadar Batılı olmak mümkün hale gelecektir. Solun yerelleşmesi,
Türkiye ne kadar Sünnî ise o kadar Sünnî, ne kadar Alevî ise o kadar Alevî, ne kadar
Hristiyan ise o kadar Hristiyan, ne kadar Yahudi ise o kadar Yahudi olmayı
başarmaktır. Tam da aynı nedenle, Avrasya’dan veya Orta Doğu’dan “kimlik” ithal
Solun teori alanında ihtiyacı olan doğru yönelim “evrensel” olana temas etmek,
onunla etkileşim içinde olmaktır. Bilimde ve felsefede üretilen tüm yeni bilgileri, hangi
yegâne yöntemdir.
Solun politik pratikte ihtiyacı olan doğru yönelim ise “ezilenden” yana tutum almayı
ilke haline getirmektir. Bu yönelim, bir yandan İsrail karşısında Filistin halkının
mücadelesine destek olmak, ama aynı zamanda yükselme ihtimali olan anti-semitik
saldırılara karşı Türkiye’de yaşayan Yahudi toplumunun kılına zarar gelmesine izin
vermemektir. Bu yönelim, bir yandan Sünnî kadınların baş örtüsüyle okuma hakkının
gasp edilmesine karşı çıkmak, ama bir yandan da Alevî inancının Sünnî inancı
ilişkisi, bir tahakküm, bir ezen-ezilen ilişkisidir. Doğulu olmak, metaforik olarak şartsız
Kaynakça
CORCUFF, Philippe (2002) Les nouvelles sociologies, Ed. Nathan, 2. Baskı, 126 s.
ERENSOY, Akın (2004) “Devrimci Marksist Teorinin Yeniden Üretimi /2”, Marksist
Tutum, http://www.marksist.com/akin_erensoy/devrimci_marksist_teorinin_yeniden_uretimi_2.htm
FANON, Frantz (1968) Les damnés de la terre, Librairie François Maspéro, Paris,
233 s.
GÜRSES, Hasan Basri (2005) “TKP, I. Doğu halkları kurultayı, komintern...”, Bilinç ve
Eylem, no 4, s. 102-122
HILL, Michael (2000) “'Asian Values' as reverse Orientalism: Singapore”, Asia Pacific
Viewpoint, V. 41, no 2, s. 177-190
İSMAİL, Tarık (2006) Arap Dünyasında Komünist hareket, Kapı Yayınları, çev. Kemal
Sarısözen, İstanbul, 339 s.
PARMAKSIZ, Bülent (2005) “Bakü-Ceyhan’ı bir başka biçimde okumak: Enver Paşa,
S. Galiyev, M. Suphi”, Bilinç ve Eylem, no 4, s. 55-69
Özet
Doğu-Batı ikilemi Marxism açısından hem teorik hem de ideo-politik ayrımlara yol açan bir
mesele olmuştur. Edward Said’in Şarkiyatçılık isimli ünlü kitabının yanımlanmasından bu
yana Doğu-Batı ikileminin insan aklının tasavvuruna dayanan bir kurgu olduğu konusunda
genel bir mutabakat oluştu. Ancak materyalist bir bakış açısından Doğu ve Batı’nın kurgusal
olmadığı, ve Doğu-Batı ikilemini insanlar bu ikilem yokmuş gibi düşünmeye başladıklarında
ortadan kalkmayacağı açıktır. Türkiye sol hareketinin bazı kısımlarının eklemlendiği temel
olarak Batı karşıtlığı söylemine dayanan Doğuculuk/Ortadoğu’culuk ideo-politik eğilimi bu
çerçeveden tartışmaya açılmalıdır. Bugün ihtiyacımız olan ‘doğucu’ olmayan ancak ‘doğulu’
olan bir sol ideolojidir.
Within the Marxist debate, East-West dilemma has been a theoretical and ideo-political
breaking point. Since the famous book of Edward Said- ‘Orientalism’- was published, a
general agreement was reached on the fact that the East-West dilemma was a construction
based upon the imagination of human mind. However, from a materialist point of view, it is
clear that the East-West dilemma is not constructed and it will not disappear when people start
to think that this duality does not exist. Pro-East and pro-Middle East ideo-political
tendencies, which are heavily based on an anti-West discourse, and which some parts of
Turkish leftist movement have articulated, should be debated in this framework. What we
need today is an “Eastern” left ideology, not a “Pro-East” one.