You are on page 1of 44

40 / CİNN SURESİ

GİRİŞ

“ ‫قححل اوحححى‬Kul ûhıye” suresi de denilen Cinn suresi, Mekke’de 40. sırada
inmiştir. Adını 1. ayette geçen “ ‫ن‬
ّ ‫الج‬el-cinn” sözcüğünden almıştır.
Surenin ilk bölümünde, Mekke’ye dışarıdan gelen bir grup yabancının Kur’an
dinledikleri, dinledikleri Kur’an’dan etkilendikleri, inanmış olarak yurtlarına
döndükleri, döndükten sonra da Kur’an’dan öğrendikleri gerçekleri ve eski
inançlarının çürüklüğünü kendi halklarına anlattıkları anlatılmaktadır. Surede ayrıca
gaybin bilgisinin sadece Allah’a ait olduğu, tevhit ilkesi ve Kur’an’ın nitelikleri de
yer almaktadır.
Cinn suresinin inmesi ile Mekke dışında da inanmış kişilerin var olduğu
anlaşılmış ve bu kişilerin inananları destekleme kararı aldıkları öğrenilmiştir. Bu
bilgi, başta peygamberimiz olmak üzere tüm inananlara manevî bir güç kaynağı
olmuştur. Cinn suresi, kılavuzu sadece Kur’an olan o günkü inananlara yaptığı bu
yararlı etkiye karşılık, cin sözcüğünün Kur’an’da kullanılan anlamı dışında
değerlendirilmesinden dolayı genellikle yanlış anlaşılmıştır. Bu yanlış anlamanın
nedenleri arasında, cin sözcüğünün Kur’an öncesi zamanlara dayanan halk
arasındaki meşhurlaşmış anlamının öne geçirilmiş olması yatmaktadır. Surenin
doğru anlaşılmasına katkı sağlayacağı düşüncesiyle, ayetlerin tahliline geçmeden
önce “Cinn Kavramı ve Kur’an’da Cinn” adlı incelememiz ile İslâm
Ansiklopedisi’nden alıntıladığımız “Akabe Beyatleri” maddesinin okuyucunun
dikkatine sunulması yararlı görülmüştür.

“CİNN” KAVRAMI ve KUR’AN’DA “CİNN”

“Cinn” kavramı, “şeytan”, “İblis”, “melek” kavramları gibi muhtemelen tarih


öncesinden itibaren insanların yaşamlarına girmiş kavramlardan biri olup bu
kavramlar gibi tüm dinlerde önemli bir yere sahip olmuştur. Ne var ki, bu
kavramların halk kültüründe edindiği yer, ilkel toplumların yaşadıkları ilkel koşullar
içinde zihinlerinde oluşturdukları vehim ve kuruntulara dayalı inançların etkisinden
kurtulamamıştır. Bugün de hâlâ ilkel toplumlardan gelme yanlış anlayış ve inanışlar
devam etmekte ve bu tür inanç ve anlayışlar maalesef dinle ilişkilendirilmeye devam
edilmektedir. Bizi ilgilendiren husus da budur. Biz, dinimizin saf, halis, Allah’a ait
bir din olarak yaşanmasından yana olduğumuz için, bu kavramları içlerine
yuvalanmış batıl inanç ve hurafelerden temizlemeyi önemli bir görev sayıyoruz.
Halk kültürüne göre cin, “insan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil
insanlarca işçi gibi çalıştırılan, olağan üstü güç ve bilgilere sahip, insanları
çarpabilen, istediklerine zarar veren, erdirici yüksek değerler ilham eden gizli
destekçi güç, görünmeyen yaratık”tır.
Bu anlayışın bir sonucu olarak, psikolojik rahatsızlıklara uğrayanlara, yüz felci
geçirenlere halk arasında cin çarpması teşhisi konulmakta, bu tür rahatsızlıkların
ancak mahir kimselerce tedavi edilebileceğine inanılmaktadır. Eski dönemlerde
başarılı ve çalışkan zanaatkârlara, şair ve kâhinlere, hatta peygamberlere bile
“mecnun [cinlenmiş]” denirdi. Bundan maksat, onların delirmiş olduklarını
anlatmak değil, bu kimselerin cinler [görünmez varlıklar] tarafından
desteklendiklerini, onlardan yardım gördüklerini ifade etmekti.

1
Günümüzde “cinn” kavramını doğru olarak öğrenebilmek için öncelikle halk
arasındaki bu yaygın ve kulaktan dolma anlayışın bir tarafa bırakılması zorunludur.

“‫ن‬ ّ ‫الج‬Cinn” sözcüğü “ ّ‫جن‬ َ cenn” kökünden türemiş bir sözcük olup asıl anlamı
“bir şeyi duyulardan saklamak”tır. Kişiye örtülü olan her şey cindir. (Lisanü’l-Arab;
c.2, s.230. cnn mad.) Bu fiil Arapçada “ ‫جّنه الليل‬cennehü’lleylü [gece onu örttü]”, “
‫ اجّنه‬ecennehü [onu örttürdü]”, “ ‫ن عليه‬ ّ ‫ج‬cenne aleyhi [üzerine örttü]” şekillerinde
kullanılır. Nitekim Kur’an’da İbrahim peygamberi konu alan bir pasajda “ ‫ن‬ ّ ‫فلّما ج‬
‫ عليييه الليييل‬felemma cenne aleyhi’lleylü [ne zaman ki gece kendisini sakladı, iyice
karanlık çöktü]” diye yer almıştır (En’âm/76).
Aşağıdaki sözcükler de “cnn” kökünden türemiştir:
‫الجّنة‬Cennet: “Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer” demektir.
‫جّنة‬
ِ ‫ال‬Cinnet: “Aklın, fikrin saklanması, delirmek” demektir.
‫الجنين‬Cenin: Ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
‫جّنة‬
ُ ‫ ال‬Cünnet: Kalkan demektir. Kişiyi oktan, mızraktan sakladığı için bu ad
verilmiştir.
“Cinn” sözcüğü bütün eski ve yeni sözlüklerde “İnsanın beş duyusuyla
kavrayamadığı, algılanamayan; ancak somut veya soyut, varlığı kesin olan güçler”
olarak yer alır.
Sözlüklerdeki bu tarife göre melek ve şeytan terimleri de “cinn” kavramı
kapsamına girmektedir. Yani her melek ve şeytan (algılanamadığı için) “cinn”dir.
Ama her “cinn”in şeytan veya melek olduğu söylenemez.
Kur’an’dan ve eski kaynaklardan yaptığımız tespitlere göre “cinn” sözcüğü
çok kapsamlı olarak kullanılmaktadır. Nitekim Araplar yavaş hareket ettiği için
hareketi gözle izlenemeyen küçük bir yılan türüne “cann” derler. (Lisanü’l-Arab;
c.2, s.234. cann mad.) “Cann” sözcüğü bu anlamıyla Kur’an’da iki yerde; Kasas
suresinin 31. ve Neml suresinin 10. ayetlerinde Musa peygamberin asası ile ilgili
olarak kullanılmıştır. Ayrıca “cinn” sözcüğü Kur’an’da “cinnet” kalıbıyla da yer
almıştır.
“Cinn” sözcüğü, anlam olarak “insan” sözcüğünün karşıtıdır. Bu sebeple
“cinn” sözcüğünü daha iyi anlamak için karşıtı olan “ins, insan” sözcüklerinin de
bilinmesinde yarar vardır.

İNS, İNSAN:

Sözcük anlamı “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki


kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demek olan “insan” sözcüğü, “ ‫فعليا‬
‫ ن‬fi’liyan” kalıbında olup “ ‫انس‬ens” sözcüğünden türemiştir. “İnsan” sözcüğünün
aslı “ ‫إنسيان‬insiyan” sözcüğüdür. (Lisanü’l-Arab; c.1, s.241. ens mad.)
Sözcük, anlam olarak evrendeki tüm görünen [cisimli] varlıkları kapsamasına
rağmen sadece insanlara isim olarak verilmiştir. Bunun nedeni, insanın yaratılış
itibariyle ünsiyete muhtaç, yani sosyal bir varlık olmasıdır.
Bazı müfessirler İbn-i Abbas’ın görüşüne dayanarak “insan” sözcüğünün
“nisyan” sözcüğünden türemiş olduğunu ve insanın verdiği sözleri unuttuğu için bu
isimle isimlenmiş olduğunu söylemiş olsalar da, bu görüş hem dilbilimciler
tarafından itibar görmemiştir, hem de Kur’an’daki kullanıma ters düşmektedir.
Sözcük anlamı itibariyle birbirinin karşıtı olan “cinn” ve “insan”, varlık olarak
da yaradılıştan gelen bir karşıtlık içindedirler. Böyle olduklarını da bize Kur’an
göstermektedir:

2
İNSAN VE “CİNN”İN YARATILIŞI:

Rahman 14–15: O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan [değişken


maddeden] yarattı.
Ve cânnı ateşin dumansızından [enerjiden] yarattı.

Hicr 26, 27: Ve hiç kuşkusuz biz, insanı [görünen, bilinen varlıkları]
çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan [hâlden hâle giren
maddeden] yarattık.
Ve cânnı daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir
esintinin ateşinden [engel tanımayan enerjiden] yaratmıştık.

Ayetler, insanın “pişmiş çamurdan, kuru balçıktan, çınlayan kilden, işlenebilir


çamurdan” yaratıldığını söylemektedir. Bu ifadeler “madde”nin hâlden hâle
girmesini çağrıştırmakta ve insanın genel anlamda maddeden yaratıldığına işaret
etmektedir. “Cânn”ın “ateşin dumansızından, en ince delikten bile geçebilen yakıcı
bir esintinin ateşinden” yaratıldığını söyleyen ifadeler ise, daha ilk bakışta akla
“enerji”yi getirmektedir.
Öyleyse “cânn ateşten yaratılmıştır” demek, “elektrik, manyetik dalgalar, ışın
gibi gözükmez güçler, yani enerjiden yaratılmıştır” demektir. “İnsan topraktan
yaratılmıştır” demek de “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki
kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran bu cisimli varlıklar maddeden
yaratılmıştır” demektir.

KUR’AN’DA “CİNN”

“Cinn” sözcüğü Kur’an’da melekler, İblis ve kendileri görülse de kimlikleri


açıkça belli olmayan kişiler için kullanılmıştır:

1 – “Cinn” sözcüğünün Kur’an’da melekler için kullanılışı:

Saffat 158: Onlar, Allah ile cinnler arasında bir soy bağı [nesep] kurdular.
Oysa ant olsun, cinnler de onların gerçekten hazır
bulundurulacaklarını bilmişlerdir.

En’âm 100: Ve cinnleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır.


Bir de bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O ise
nitelendirdikleri şeylerden yücedir/uzaktır.

Sebe 41: Melekler derler ki: “Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar
değil. Hayır, onlar cinnlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman
etmişlerdi.

Bu üç ayette “cinler” sözcüğü ile kastedilen “melekler”dir. Çünkü Nahl/57,


Necm/21, Saffat/149, 153, Zühruf/16 ve Tur/39 ayetlerinden de anlaşılmaktadır ki,
müşrikler Allah ile melekler arasında soy bağı kurmuşlar, Allah’ın kızları olarak
melekleri görmüşler ve Allah yerine meleklere tapmışlardır. Yani Kur’an, Allah’a
ortak koşulan melekleri Saffat/158, En’âm/100 ve Sebe/41’de “cinn” olarak ifade
etmiştir.

3
2 – Cinn sözcüğünün Kur’an’da İblis için kullanılışı:

Kehf 50: Hani biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis
dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinnlerdendi. Kendi Rabbinin
emrine ters düştü. Şimdi siz, benim astımdan onu ve onun
soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin
düşmanınızken... Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!

“İblis” konusunda ayrı bir çalışmamız olduğu için burada detaya girilmemiştir.

3 – Cinn sözcüğünün Kur’an’da kendileri görülse de kimlikleri açıkça belli


olmayan kişiler için kullanılışı:

Bu başlık altında topladığımız cinnler ya da kişiler için Kur’an’da üç örnek


mevcuttur:

a- Süleyman peygamberin cinleri:

Sebe 12–14: Süleyman için de sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan
rüzgârı boyun eğdirdik; erimiş bakır madenini ona sel gibi
akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir
kısım cinnler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp
sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırırdık.
Ona dilediği şekilde kaleler/mihraplar, heykeller/manzara
resimleri/güzel motifler, havuz büyüklüğünde çanaklar ve
yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi,
şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır.
Böylece onun ölümünü gerçekleştirdiğimiz zaman, ölümünü
onlara asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber
vermedi. Artık o, yere yıkılıp düşünce, açıkça ortaya çıktı ki,
şayet cinnler gaybi [Süleyman’ın öldüğünü] bilmiş olsalardı
böylesine aşağılayıcı bir azap içinde kalıp yaşamazlardı.

Neml 39: Cinnlerden İfrit: “Sen makamından kalkmadan önce ben onu
sana getiririm, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir
bir güce sahibim” dedi.

Görüldüğü gibi bu ayetlerde Süleyman peygamberin emrinde çalışan, ona


zoraki hizmet eden “cinn”lerden bahsedilmekte ve bunların hünerli zanaatkâr
kimseler olduğu açıklanmaktadır.
Süleyman peygamberin emrine verilen bu “cinn”lerin kim olduklarını anlamak
için, eldeki tarihî bilgilerin değerlendirilmesi gerekir. Süleyman peygamber, Yakup
peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrail peygamberi olup Davut peygamberin
oğlu ve ülkesi İsrail’in hükümdarı idi (M.Ö. 10. yy ortaları). Süleyman peygamber
hakkındaki bilgilerin hemen hemen tamamı, Ana Britannica ansiklopedisinin de
belirttiği gibi (Cilt: 28, s: 434), Eski Ahit’ten kaynaklandığı için, bu bilgileri
Tevrat’ın bölümlerinden almayı daha uygun buluyor ve 11. Tarihler bölümünün 11.
Babını aynen aktarıyoruz:

4
1- Ve Süleyman RABB’in ismine bir ev ve kendi krallığı için bir ev yapmaya niyet etti. 2- Ve
Süleyman yük taşıyan yetmiş bin adam ve dağlarda taş kesen seksen bin adam ve onların üzerinde iş
başı olan üç bin altı yüz adam saydı. 3- Ve Süleyman Sur kralı Huram’a gönderip dedi: “Babam
Davud’a yaptığın gibi ve içinde oturmak için kendisine ev yapsın diye ona erz ağaç1arı gönderdiğin
gibi, bana da öyle yap. 4- İste, ben Allah’a tahsis edeyim ve onun önünde hoş kokulu buhur yakayım
diye, Allah’ım RABB’in ismine bir ev yapacağım ve o daimi huzur ekmeği için ve sabah akşam,
Sebtlerde ve ay başlarında ve Allah’ımız RABB’in belli bayramlarında yakılan takdimeler için ola-
caktır. Bunlar İsrail üzerine ebedi kanundur. 5- Ve yapmak üzere olduğum ev büyüktür, çünkü
Allah’ımız bütün ilahlardan büyüktür. 6- Ve kimin kudreti var ki, ona bir ev yapsın? Çünkü gök ve
göklerin göğü onu alamaz. Ve ben kimim ki, ona bir ev yapayım? Ancak onun önünde buhur yakmak
için yapıyorum. 7- Ve şimdi, babam Davud’un hazırlamış olduğu Yahuda’da ve Yeruşalim’de
yanımda bulunan hünerli adamlarla beraber olmak üzere bana bir adam gönder, altın ve gümüş ve
tunç ve demir ve erguvani ve kırmızı ve lacivert işlerinde hünerli olsun ve her türlü oyma işlerini
oyabilsin. 8- Ve bana Libnan’dan erz ağacı ve servi ve sandal ağacı gönder: Çünkü bilirim ki, senin
kulların Libnan’dan kereste kesmeği bilirler. 9- Ve iste. Bana bol kereste hazırlasınlar diye kullarım
senin kullarınla beraber olacaklar: Çünkü yapacağım ev büyük ve şaşılacak bir şey olacaktır. 10- Ve
iste, senin kullarına, kereste kesenlere, yirmi bin ölçek dövülmüş buğday ve yirmi bin ölçek arpa, ve
yirmi bin bata şarap, ve yirmi bin bat zeytin yağı veririm. 11- Ve Sur kralı Huram, Süleyman’a
gönderdiği yazı ile cevap verdi: RABB, kavmini sevdiği için seni onların üzerine kral etti. 12- Ve
Huram dedi: RABB için bir ev ve kendi kra1lığı için bir ev yapacak olan basiret ve anlayış sahibi
akıllı bir oğlu kral Davud’a veren, Göğü ve yeri yaratan RABB, İsrail’in Allah’ı mübarek olsun. 13-
Ve iste, senin hünerli adamlarınla ve baban efendim Davud’un hünerli adamları ile beraber kendisine
bir yer verilsin diye, hüner ve an1ayış sahibi bir adamı, benim Huram Babayı gönderdim. 14- Dan
kızlarından bir kadının oğludur, ve babası Surlu bir adamdı; altın ve gümüş, tunç, demir, taç ve
kereste, erguvani, lacivert ve ince keten ve kırmızı işlemede ve her çeşit oyma işinde ve her çeşit
icatta hünerlidir. 15- Ve efendimin söy1emiş olduğu buğdayı ve arpayı, zeytinyağını ve şarabı
kullarına göndersin; 16- ve sana lazım olduğu kadar Libnan’dan kereste keseriz ve onu sallarla
denizden Yafa’ya kadar sana getiririz ve sen onu Yerüşa1ime çıkarırsın. 17- Ve Süleyman, babası
Davud’un İsrail diyarında olan bütün garipleri saydığı sayıdan sonra onları saydı ve yüz elli üç bin
altı yüz kişi bulundular. 18- Ve onlardan yük taşıyan yetmiş bin ve dağlarda taş kesen seksen bin ve
kavmi işletmek için iş başı olarak üç bin altı yüz kişi koydu.

Yukarıdaki bilgilere göre, Süleyman peygamberin hizmetinde bulunanlar, halk


kültüründeki cinler değil, Süleyman peygamberin babası Davut peygamberin hünerli
zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba
ile emrindeki hünerli kişilerdir.
Yani, burada da görmekteyiz ki, “cinn” sözcüğü başka ülkelerden getirilmiş
hünerli, zanaatkâr yabancı işçiler için kullanılmıştır.

b- Peygamberimizi dinleyen “cinn”ler:

Ahkâf 29–32: Hani cinnlerden birkaçını, Kur’an dinlemek üzere sana


yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler
ki: “Kulak verin”, sonra bitirilince de kendi kavimlerine
uyarıcılar olarak döndüler.
Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa’dan sonra
indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik;
hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iletmektedir.
Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman
edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir
azaptan korusun.”
Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde
Allah’ı âciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka velileri de
yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.

5
Buradaki anlatım aşağıda göreceğiniz gibi Cinn suresinde de yer almıştır.

Cinn 1–14: De ki, “Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinnlerden bir grup


dinleyip de şöyle demişler: “Doğrusu biz hayranlık veren bir
Kur’an dinledik.
O, gerçeğe ve doğruya yöneltip iletiyor. Bu yüzden biz ona
iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak
koşmayacağız.
Elbette bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir,
ne de bir çocuk.
Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz, Allah’a karşı bir sürü saçma
şeyler söylemişler.
Hâlbuki biz, ins ve cinnin [hiçbir kimsenin] Allah’a karşı asla
yalan söylemeyeceklerini zannediyorduk.
Bir de şu gerçek var: İnsten bazı kimseler cinnden bazı
kimselere sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını artırırlardı.
Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah’ın hiç kimseyi kesin
olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı.
Doğrusu biz göğü yokladık [falcılığı denedik]; fakat onu güçlü
koruyucular ve şihap / ateş alevleri, göz kamaştıran parıltılar,
yakıcı ışınlarla kaplı bulduk.
Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde
otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa hemen kendisini
izleyen bir şihap bulur.
Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü
istendi, yoksa Rabbleri kendileri için bir hayır mı diledi.
Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır ve bunun dışında
olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz.
Biz şüphesiz, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı,
kaçmak suretiyle de onu hiçbir şekilde âciz bırakamayacağımızı
anladık.
Elbette biz, o yol gösterici Kur’an’ı işitince, ona iman ettik.
Artık kim Rabbine iman ederse, o ne eksileceğinden korkar ve
ne de haksızlığa uğrayacağından.
Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de.
İşte Allah’a teslim olanlar, artık onlar gerçeği ve doğruyu
bulmuş olanlardır.”
Bu iki ayet grubunda nefer bir sayıda (üç ile on arası) oldukları bildirilen
cinnler, tüm tefsirlerde ve tarih kitaplarında ittifakla belirtildiği gibi, Nusaybin’den
veya Yesrib’ten (Medine’den), kimliklerini açığa vurmadan peygamberimizin
yanına gizlice gelip Kur’an dinleyen ve imana gelen, sonra da kavimlerini uyarmak
için geri dönen Nusaybin’li veya Yesrib’li (Medine’li) Yahudilerdir. Hatta “Cinn
Gecesi Hadisi” olarak şöhret bulmuş olan bir rivayete göre bu “cinn”ler
peygamberimizle birlikte ateş yakmışlar, yemek yemişlerdir ve peygamberimiz de
bu “cinn”lerin izlerini başkalarına göstermiştir.

c- “Cinn”lerin bahsettiği “cinn”ler:

6
Yukarıda mealini verdiğimiz Cinn suresine ait ayetlerde, peygamberimizi
dinleyen “cinn”lerin memleketlerine dönüp kavimlerine anlattıkları şeyler
peygamberimize Rabbimiz tarafından gayb haberi olarak bildirilmektedir.
Dolayısıyla ayetlerdeki konuşmalar “cinn”lerin konuşmalarıdır. Dikkat edilirse bu
konuşmalar esnasında 6. ayette, konuşan “cinn”, kendilerini “ins” olarak niteleyip
başkalarına “cinn” demektedir.
“İns” sözcüğünün; “tanınıp, bilinen”, “cinn” sözcüğünün de; “tanınmayan,
yabancı” olan anlamlarını yerine koyduğumuzda, ayet, gayet mantıklı, anlaşılır
şekilde şöyle çevrilebilir:

Cinn; 6: … İnsten (bizim tanıyıp bildiklerimizden) bazı kimseler,


cinnden (tanımadığımız yabancılardan) bazı kimselere
sığınırlardı. …

Bu ayette Yesriblilerin [Medinelilerin] sözünü ettiği “cinn”ler, bize göre,


peygamberimiz aleyhinde propaganda yapmak için Yesrib’e gelmiş Mekkeli
ajanlardır.

“İNS VE CİNN” KALIBI:

“Cinn” konusu kapsamı içerisinde, Kur’an’ı doğru anlamak için çok önemli
bulduğumuz bir nokta da “ins” ve “cinn” sözcüklerinin bir arada “ins ve cinn”
şeklinde kullanılışıdır. Bu ifade kalıbı genellikle “İnsanlar ve Cinler” olarak
çevrilmektedir. Hâlbuki bu tür ifade kalıplarında sözcüklerin anlamı farklılaşmakta,
başkalaşmakta ve zenginleşmektedir.
Bu durum Kur’an’dan şu örneklerle açıklanabilir:
- Maşrık [Doğu] ve Mağrib [Batı] sözcükleri, “Doğu, Batı” şeklinde
söylendiğinde anlam sadece iki yönü ifade etmeyip tüm yönleri içine alır. Örnek:
Müzzemmil suresinin 9. ayetindeki “Rabbul’maşrikı vel’mağribi [Doğunun, Batının
Rabbi)” ifadesi sadece doğu ile batıyı değil, tüm yönleri ve mekânları ifade
etmektedir. Yani “Allah her yerin Rabbidir” demektir. Bu sözcükler ile ilgili diğer
örnekler şu ayetlerde görülebilir: Nur/35, Bakara/115, 142, 177, Şuara/28,
Rahman/17.
- Dünya ve ahiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman “her yerde ve her
zaman” anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur’an ayetleri şunlardır:
Bakara/217, 220, Âl-i Imran/22, 45, 56, Nisa/134, Tövbe/69, 74, Yunus/64,
Yusuf/101, Hacc/15, Nur/14, 19, 23 ve Ahzab/57.
- Yaş ve kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman “ her ne varsa, her
şey” anlamını içerir. Örneğin En’âm suresinin 59. ayetindeki “Yaş ve kuru hiçbir
şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın” ifadesi sadece yaşı ve kuruyu ifade
etmeyip “her ne varsa, canlı-cansız hepsini” ifade etmektedir.
- Sabah ve akşam sözcüklerinden oluşan “sabah akşam” kalıbı da Kur’an’da
sıkça yer almakta ve “daima, her zaman” anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile
ilgili Kur’an ayetleri şunlardır: A’râf 205, Ra’d/15, Nur/36, Mümin/46, 55,
En’âm/52, Kehf/28, Meryem/11, 62, Fetih/9, Furkan/5, Ahzab/42, İnsan/25, Âl-i
Imran/41.
İki zıt anlamlı sözcüğün bir arada takım halinde söylenmesiyle takımın yeni bir
anlam kazanması sadece Arapça için değil, diğer diller için de söz konusu olan bir
durumdur.
Türkçede buna birçok örnek verilebilir. Mesela:

7
- Sağ ve sol sözcükleriyle oluşturulan “sağda-solda” kalıbı “her yerde”
anlamına gelir.
- İleri ve geri sözcükleriyle oluşturulan “ileri-geri konuşma, söz söyleme”
kalıbı “yersiz, yakışıksız konuşma, söz söyleme” anlamına gelir.
- Sabah ve akşam sözcükleriyle elde edilen “sabah-akşam” kalıbı, Arapçada
olduğu gibi “daima, her zaman” anlamına gelir.
Bunun Japoncada da örnekleri vardır:
- Doğu ve batı sözcüklerinden oluşturulan “doğu-batı” kalıbı ile kuzey ve
güney sözcüklerinden oluşan “kuzey-güney” kalıbı “bütün ülke, Japonya” anlamına
gelir.
- İyi, kötü sözcüklerinden oluşturulan “iyi-kötü” kalıbı “doğadaki denge”
anlamına gelir.
- Gelmek, gitmek sözcüklerinden oluşturulan “geliş-gidiş” kalıbı “dolaşmak”
anlamına gelir.

Konumuz olan “ins ve cinn” kalıbında da durum aynıdır. “Cinn” ve “ins”


sözcüklerinin her birinin anlamını yukarıda açıklamıştık. Bu sözcüklerin birlikte
oluşturdukları kalıp ise “gördüğünüz, görmediğiniz; bildiğiniz, bilmediğiniz;
tanıdığınız, tanımadığınız herkes” anlamına gelir. Nitekim bu kalıp Kur’an’da da
aynı anlama gelmektedir:

Zariyat 56: Ben, cinn ve insi [herkesi] yalnızca, bana ibadet/ kulluk etsinler
diye yarattım.

İsra 88: De ki: “İns ve cinn [herkes] bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya
koymak için bir araya gelseler ve birbirlerine yardımcı olsalar,
yine de onun benzerini ortaya koyamazlar.”

Cinn 5: “Oysa biz, insanların ve cinnlerin [herkesin] Allah’a karşı asla


yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.”

Rahman 33: Ey cinn ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin


bucaklarından aşıp geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın;
ancak sultan/ üstün bir güç olmadan aşamazsınız.

Rahman 56: Orada daha önce ins ve cinn [hiç kimse] dokunmamış [elle ve
gözle değilmemiş], bakışlarını eşine dikmiş eşler vardır.

Bu konuyla ilgili Kur’an’daki diğer örnekler şunlardır: En’âm/112, 130,


A’râf/38, 179, Fussilet/25, 29, Ahkâf/18, Neml/17, Rahman/39, 74, Nas/6, Hud/119
ve Secde/13.

AKABE BEY'ATLARI

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medine'den gelip ilk müslüman olanlarla 621- 622 yıllarında
Mekke'nin Akabe adı verilen mevkiinde yaptığı iki anlaşma ve ahitleşme.

Mekke'ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkie verilen Akabe
adına bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen
Akabe denince ilk defa bu meşhur ahitleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevki hatıra gelmektedir.

8
İslâm'ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmağa çalışan Resulullah (s.a.s.) özellikle Hacc
mevsiminde Mekke'ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye
uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib [Medine]'den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap
kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları
İslâm'a davet etti. Peygamberliğinin 11. yılında onun bu çağrısına adı geçen kabileden altı kişi icabet
edip büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır Yesrib'teki diğer Arap kabilesiyle
aralarında sürüp gitmekte olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından, bu yeni dinin aralarında bir
barış ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib'e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni
dinlerinden kardeş kabîle Evs'e bahsedip onları da İslâm'a davet edeceklerine ve gelecek yıl yine
Hacc mevsiminde aynı yerde Resulullah'la buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar
Medine'de yaşayan bu iki kabilenin dışında ayrıca üç Yahudi kabilesi daha bulunuyordu.
Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor görüyorlardı.
Yahudiler ellerindeki Tevrat'a, ayrıca âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu
bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe
son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahudilerin bu sözleri Yesribli
Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Akabe'de görüşünce,
Yahudilerden önce davranıp bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk
Müslüman Yesribliler Resulullah'a iman ederek şöyle dediler: "Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç
iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu.
Bu yeni dinin bizleri bir araya getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz."
Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygambere iman eden
Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba
b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi.
(İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, I, 217 vd.).

İslâm'a gönül veren bu ilk Medineli Müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün
güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük
grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec'ten bir çok kimse bunların aracılığıyla
İslâm'a girdi. Özellikle Resulullah'ın dayılarından olan Neccaroğullarına mensup Es'ad b. Zurâre ile
Avf b. Hâris müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm'a davet ettiler.
Gerçekten İslâm akidesi Yesrib’de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu.
Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah'ın rahmeti sayesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler.
Ertesi yıl yani peygamberliğin 12. yılında yine Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen Yesrib'li on iki kişi
Akabe mevkiinde Resulullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl
Müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey'atı adı verilen bu bey'atta bulunan sahabelerden Ubâde b.
es-Sâmit, hadiseyi söyle anlatır:
"Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her
konuda emirlerine itaat edeceğimize, Resulullah'ı kendi nefislerimizden aziz tutup durum ne olursa
olsun ona muhalefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından
korkmayacağımıza, Allah'a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza,
çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye
iftirada bulunmayacağımıza, hiç bir hayırlı işte Resulullah'a muhalefet etmeyeceğimize dair bey'at
ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfatının Allah'a ait
olduğuna ve ona Cennet nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan
dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler
de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah'a kalacağına; Allah'ın dilerse onu
bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına dair Resulullah'ın bize bildirdiği hususlara sadık kalacağımıza
da söz verdik."
Bu birinci Akabe Bey'atına katılan on iki kişiden altısı bir önceki yıl iman eden kimselerdi.
Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde
ve Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Resulullah ile tanışan altı
kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide'nin birinci Akabe Bey'atında bulunduğu
ifade edilir.
Medineliler, hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm'ı öğretmek üzere Resulullah tarafından
tayin edilen Mus'ab b. Umeyr'i götürdüler. Kısa surede Medine-i Münevvere'de İslâmiyet hızla
yayıldı. Mus'ab b. Umeyr, Rasûlullah'ı Medine'deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda
Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri İslâm'ın nuruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir
İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve etkisiyle Yesrib'in ileri
gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm'a

9
girmesiyle İslâm, Medine'de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamberi
şehirlerine davet etmeye karar verdiler.
Birinci Akabe Bey'atından bir yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke'ye geldiler.
İçlerinde ikisi kadın yetmiş beş Müslüman vardı. Allah Resulü’nün bu defa onlarla ilgi kurması
İslâm'ın tebliğinden ibaret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe
mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru,
Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.
Rasûl-i Ekrem Akabe'ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya Müslüman
olmamış, yahut Müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himaye ediyordu. Böylesi bir toplantıda
bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:
“Ey Hazrecliler, Muhammed (s.a.s.)'in aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu
düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdimizde izzet ve
ikram içindedir. Fakat sizinle bir antlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü
tutmak, kendisine muhalefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna
bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız,
bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız.”
Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu:
“Dediklerinizi dinledik. Ey Allah'ın resulü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına
istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız.”
Resulüllah Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetler okuduktan sonra şöyle
buyurdular:
“Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi
veriyorum.”
Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma'rur oldu. O, şöyle dedi:
“Bey'at ettik ya Resulullah, seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk
ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde
yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar mirasıdır.”
Bera'dan sonra söz alan Ebu'l Heysem de:
“Ya Resulallah, dedi. Bizim yahudilerle bir takım bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları
keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah'ın inâyetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi
kavminizin yanına döner misiniz?”
Resulullah (s.a.s.) gülümsediler ve dediler ki:
“Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz" ben sizin
yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım.”
Resulullah (s.a.s.)'in bu sözlerini duyan herkes, bey'at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada
Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi:
“Hazrecliler! Bu zata niçin bey'at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey'atla insanların
kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş
oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız
başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve ahirette rüsva
olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle
karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü dünya ve ahiret hayrı bundadır.”
Hepsi kabul ettiler ve sordular:
“Ey Allah'ın Resulü, buna karşılık bize ne va'd ediyorsunuz?”
Resulullah:
“Cennet!” dedi.
Bey'at kısa zamanda tamamlandı. Hepsi de darlıkta ve genişlikte her halükarda itaate, sözün
ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmamaya söz
verdiler.
Bey'attan sonra Resulullah (s.a.s.), Hazrec'den dokuz, Evs'den üç kişi olmak üzere on iki nakip
seçtiler. Es'ad b. Zurâre de hepsinin başı ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir kabîlenin reisi idiler.
Bunun anlamı, oniki kabilenin İslâmiyeti kabul etmesiydi.
Bey'at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey'atın bitiminde bir
çığlık karanlığın perdesini yırttı:
“Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle döğüşmek için andlaşma
yaptılar!”
Fakat müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde
şöyle dedi:
“Ya Resulallah, seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz
kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız.”

10
Resulullah (s.a.s.) ise şöyle buyurdular:
“Hayır... Bize savaş izni daha verilmiş değildir. Şimdilik hepiniz yerlerinize dönünüz.”
İslâm'a teslim olup Resulullah'a tam anlamıyla bey'at eden bu ilk müslüman kitle için emre
itaat mutlak idi. Akabe'deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli
müşrikler bu bey'attan haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mahiyetini araştırmağa
başladılar. Fakat henüz müslüman olmamış olan Yesribliler'in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir
türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesribli
müslümanlar şehri terk etmişlerdi.
İslâm Devleti'nin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey'atına,
Resulullah'ın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tesbit edildiği ve kararların alındığı bir
bey'at olmasından dolayı, "Bey'atü'l-Harb" adı verilir. İkinci Akabe Bey'atının gerçekleşmesiyle
İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün İslâm Devleti'nin temeli atılmış oluyordu.
(İslam Ansiklopedisi, Akabe Bey’atleri Mad.)

40 / CİNN SURESİ

Rahman Rahîm Allah adına

Ayetlerin meali:

1, 2- De ki: Bana vahyedildi ki şüphesiz cinnden bir grup Kur’an dinleyip de


demişlerdir ki: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir
Kur’an dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir
şeyi asla ortak koşmayacağız.
3- Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yüksektir. O, bir dişi arkadaş [zevce]
ve de bir çocuk edinmemiştir.
4, 5- Ve hiç şüphesiz bizim sefih [aklı ermez], Allah üzerine saçma sapan
şeyler söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve cinnin [bildik, bilmedik her
kişinin] Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk.
6- Gerçekten de insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler,
cinnden [tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlar idi.
Böylece de onların azgınlıklarını artırırlardı.
7- Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah’ın asla kimseyi
peygamber göndermeyeceğine / diriltmeyeceğine inanmışlardı.
8–10- Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak
alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum
almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak
için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. Biz de,
yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir
doğruluk mu diledi bilmiyoruz.
11- Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı salihlerdendir, bizden bazıları da
bunun aşağısındandır. Biz çeşit çeşit yollarda idik.
12, 13- Ve kesinlikle, Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı,
kaçmakla da O’nu asla aciz bırakamayacağımızı iyice anladık. Ve biz o
kılavuzu [Kur’an’ı] dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim
Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa
uğramaktan korkmaz.
14, 15- Ve gerçekten biz [bize gelince, bizim durumumuz ise]; Müslümanlar
bizdendir, zalimler de bizdendir. Ama kimler teslim olduysa [Müslüman
olduysa], işte onlar reşâdı [doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi)

11
arayanlardır. Ama zalimlere gelince, onlar da cehennem için odun
olmuşlardır.”
16, 17- Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara,
kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin
anılmasından / Rabbinin zikrinden [Kur’an’dan] yüz çevirirse, O da onu
gittikçe yükselen bir azaba sokar.
18- Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile
birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.
19- Ve şu bir gerçek ki Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak
ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [“cinn” den bir grup] onun
etrafında neredeyse bir keçe olacaklar [kenetlenecekler].
20- De ki: “Ben kesinlikle Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi de O’na ortak
koşmam.”
21- De ki: “Şüphesiz ben, size bir zarara ve reşâda [iyiliğe, kötülüğe, güzele
doğruya götürmeye] güç yetiremem.”
22, 23- De ki: “Gerçek şu ki Allah’tan beni, Allah’tan tebliğler ve onun elçiliği
görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O’nun
astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah’a ve
onun elçisine karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada
ebediyen kalıcıdırlar.
24- Nihayet tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı
yönünden en zayıf ve sayıca da daha az olduğunu hemen bileceklerdir.
25–28- De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için
uzun bir süre mi kılacak ben bilmiyorum. O (Rabbim), Bütün gaybı
bilendir. Ve de elçilerden seçip memnun olduğu kişi müstesna gaybına
hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini
gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her
tarafından] gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi
kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır.”

12
AYETLERİN TAHLİLİ

Surenin 1–15. ayetleri tek bir cümle olduğundan, ayetlerin tek tek tahliline
başlamadan önce bu ayetlerden oluşan orijinal metni tek bir cümle halinde
sunuyoruz:
De ki: Şüphesiz cinnden bir grubun Kur’an dinleyip de “Şüphesiz biz, hayret
verici bir Kur’an dinledik. O rüşde kılavuzluk ediyor. Bundan dolayı, biz ona iman
ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız. Doğrusu, Rabbimizin şanı
çok yüksektir. Ne bir dişi arkadaş [zevce] edinmiştir, ne de bir çocuk. Meğer bizim
sefih [aklı ermez], Allah üzerine saçma şeyler söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve
cinni [bildik bilmedik her kişiyi] Allah’a karşı asla yalan söylemez sanıyorduk.
Doğrusu insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler, cinnden
[tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlardı. Bununla da onların
azgınlıklarını artırırlardı. Ve gerçekten onlar sizin zannettiğiniz gibi, Allah’ın asla
kimseyi peygamber göndermeyeceğini/diriltmeyeceğini sanmışlar. Gerçekten biz
göğe yapıştık, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Hâlbuki
gerçekten biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Hâlbuki her kim
duyum almak için uğraşsa, kendine gözetleyen parlak bir alev buluyor. Doğrusu biz,
yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı diledi
bilmiyoruz. Doğrusu bizler; kimimiz iyi olanlardır, kimimiz de bundan aşağıdadır.
Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız. Doğrusu biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde asla
aciz bırakamayız. Kaçmakla da O’nu asla aciz bırakamayacağız. Ve biz o hidayet
rehberini dinlediğimizde ona gerçekten iman ettik. Kim Rabbine inanırsa, o hakkının
eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan korkmaz. Ve gerçekten biz, kimimiz
Müslümanlardan kimimiz de zalimlerden. Müslüman olanlar ise, işte onlar doğru
yolu aramış olanlardır. Ama zalimlere gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır”
dedikleri bana vahyedildi.

1, 2. Ayetler:

De ki: Bana vahyedildi ki şüphesiz cinnden bir grup Kur’an dinleyip de,
demişlerdir ki: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’an
dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla
ortak koşmayacağız.

13
CİNNLERDEN BİR GRUP

Cinnlerden [yabancılardan] bir grup, ayette “ ‫نفححر‬nefer” sözcüğü ile ifade


edilmiştir. Türkçeye yanlış olarak “bir kişi” anlamında geçmiş olan “nefer” sözcüğü;
“sayıları 3 ilâ 10 kişi arasında erkeklerden oluşan bir grup” demektir. ((Lisanü’l
Arab; c.8, s.645. nfr mad.) Buna göre Kur’an dinleyen bu cinnlerin [yabancıların]
sayısı 3 ilâ 10 kişiden ibarettir.
Mekkeli olmayıp Mekke’ye dışarıdan gelmiş ve dolayısıyla da Mekkelilerin
tanımadıkları yabancılar oldukları için “cinn” denilen bu kişilerden Ahkaf suresinde
de söz edilmiştir:

Ahkaf 29–32: Hani cinnlerden birkaçını Kur’an dinlemek üzere sana


yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman dediler
ki: “Kulak verin” sonra bitirilince de kendi kavimlerine
uyarıcılar olarak döndüler.
Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa’dan sonra
indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik;
hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iletmektedir.
Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman edin;
günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan
korusun.
Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde
Allah’ı âciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka veliyyleri
de yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”

Bu suredeki “cinn”lerle Ahkaf suresindeki “cinn”lerin aynı “cinn”ler olduğu


hususu, klâsik eserlerin ve bu konudaki rivayetlerin tümünde de vardır. Ne var ki,
konuyla ilgili olarak rivayet tefsirlerinde anlatılan ayrıntılar, uydurmacılığın ne
boyutlara ulaştığını göstermektedir. Bunlardan birkaçını ibret-i âlem için kısaltarak
sunuyoruz:

Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır: Birincisi, Said b. Cübeyr demiştir ki; cinler
gök kapılarını dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp kovuldular gökte olan bu olay her halde yerde bir
şeyden dolayı olsa gerektir diye sebebini aramaya gittiler. O sırada Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke
halkının kendisine uymalarından ümitsiz olarak İslâm'a davet için Taif'e çıkmıştı. Mekke'ye dönmek
üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil denilen vadide kalkmış sabah namazında
Kur'ân okuyordu. İşte oraya Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü
İblis onları göğün taşlamalarla korunmasını icab ettiren sebebi öğrenmek üzere göndermişti. Kur'ân'ı
işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar.
İkinci görüş: Allah Teâlâ peygambere cinleri de uyarıp davet etme ve kendilerine Kur'ân
okuma görevini de vermişti. Onun için Allah Teâlâ ona Kur'ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak
üzere bir takım cin göndermişti.
Ebu Hayyan da Bahir'de der ki: Cin kısası iki defa olmuştu, birincisi Taif'ten dönüşündeki.
Siyercilerin anlattıkları kıssaya göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz
kılarken dinlediler, o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların dinlediklerini haber verdi. Diğer bir
defasında da Allah Teâlâ, Peygamber'e cinleri uyarıp onlara Kur'ân okumasını emir buyurmuştu.
Bunun üzerine bana cinlere Kur'ân okumam emredildi, arkamdan kim gelecek dedi, bunu üç kere
söyledi, Abdullah b. Mesud'dan başkası ses çıkarmamış önlerine bakmışlardı.

Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: Cin gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik.
Hacun'daki dağ yoluna vardığımızda bana bir hat çizdi, ben gelinceye kadar bundan çıkma dedi,
sonra Kur'ân okumaya başladı. Ben şiddetli bir gürültü işittim hatta Resulullah'a bir şey olmasından
korktum, onu birçok karartılar kapladı, onunla benim arama engel oldu hatta sesini işitmez oldum,

14
sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar, sonra bana bir şey gördün mü dedi. Evet, beyaz elbiselere
bürünmüş siyah adamlar gördüm, dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu.
Taberi tefsirinde der ki: Allah Teâlâ "Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik"
buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi,
dedi. Bu cümleden olarak İbnü Abbas'tan İkrime rivayet ederek demiştir ki Nusaybin halkından yedi
kişi idiler. Resulullah onları kavimlerine elçi yaptı, diğer bazıları da dokuz kişi idi, dediler. Bunlardan
Zirr b. Hubeyş demiştir ki Hz. Peygamber (s.a.v) Nahle vadisinde iken "onun huzuruna vardıkları
zaman" âyeti indirildi. Dokuz idiler, birisi Zevbaa idi. ‫ صرفنا‬sarafna sözü yani Allah'ın Resulüne
yönelttiği cin grupları peygamberin huzuruna vardıklarında demektir.
Alûsî de şunları kaydetmiştir. İbnü Ebi Hatim'in Mücahid'den rivayetine göre yedi kişi idiler.
Üçü Harran'dan, dördü Nüsaybin'den, isimleri de Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, el-
Ahkam yahut el-Ahkab idi.
Taberânî Evsat'ta ve İbnü Merduyye cinnin Resulullah'a iki kere gönderildiğini
nakletmişlerdir. Hafaci'nin Şihab'ında Kâdi haşiyesinde Cin Sûresi'nin tefsirinde denilmiştir ki
hadisler cinnin gönderilmesi altı kere olduğuna delalet etmektedir. Rivayetlerde gerek adet ve gerek
diğer hususta görülen ihtilaf da bununla bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki:
Nüsaybin halkından dokuz kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve fulan ve fulan ve'l-
Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak vardılar, sonra da çıktılar. Resulullah'a heyet
halinde yetkili delege olarak geldiler üç yüz kişi idiler. Hacun'a kadar geldiler el-Ahkab geldi
Resulullah (s.a.v)'a selam verdi ve kavmimiz seninle görüşmek üzere Hacun'da hazır bulunuyorlar
dedi. Resulullah da Hacun'da geceden bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime'den bu âyette
onların Musul ceziresinden on iki bin olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi Keşşaf'ta da hikâye eder.
Resulullah'ın onlara okuduğu sûre yani Alak Sûresi idi. Bununla beraber Bahir'de İbnü Ömer ve
Cabir b. Abdullah (r.a)'dan nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a.v) onlara (Rahman) sûresini okudu.
"Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz." dedikçe, hayır Rabbimizin âyetlerinden hiçbir şey
yalanlamayız "Ey Rabbimiz sana hamd olsun" derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil'de Resulullah'a
cinlerin gelişinin, peygamberliğin on birinci senesinde olduğunu rivayet etmiştir. Bu kıssanın
hicretten üç sene önce olduğunun söylenmesi de bu mânâdadır.” (RAZİ ve diğerleri.)

Bu konudaki asılsız, dayanaksız rivayetlere ne yazık ki peygamberimizin eşi


Ayşe’den başlayıp saf din için Abdullah b. Mübarek ile birlikte mücadele vermiş
olan saygın kişilerden Ömer b. Abdülaziz’e kadar pek çok kişi malzeme yapılmıştır.
Meselâ bu kişilere dayandırılan ve bazı saf insanların yılanların “cinn” olduğuna
inanmalarına sebep olan bir rivayette, pek çok yılanın bu “cinn”lerden biri oldukları
gerekçesiyle kefenlenip namazı kılınmak suretiyle defnedildiğinden söz
edilmektedir. Maalesef bu rivayet binlerce “yılan–cinn” öyküsünün uydurulmasına
da kaynak teşkil etmiştir.
Rivayetlerde ayrıca bu “cinn”lerin ancak 12 yaşındaki bir çocuk kadar akıllı
oldukları, insan atıklarıyla beslendikleri, içlerinde Habil’in Kabil’i öldürdüğünü
görenlerin bulunduğu gibi ilginç ayrıntılar da yer almaktadır. Bazı rivayetlerde ise
bunların nereli ve kim oldukları hakkında malûmat verilmektedir. Meselâ
Katade’nin “Bu cinnler Ninova halkından idiler” demesine karşılık, bunların aslında
Diyarbekir tarafından Nusaybin cinnleri olduğunu ama onlara Ninovalı da
denildiğini ileri süren rivayetler de vardır. İkrime’ye göre Musul yarımadasından
olan bu cinnler, İbn-i Abbas’a göre Nasibin cinnlerinden olup 7 kişidirler ve
peygamberimiz tarafından kendi kavimlerine elçi tayin edilmişlerdir. İbn-i
Düreyd’in bunların isimlerini Şasir, Masir, Menşi, Maşi ve Ahkab olarak vermesine
karşılık Mücahid’e göre bunlar Harran halkından idiler ve isimleri de Hişi, Misi,
Minşi, Masır, Erd, Enyan ve Ahkam’dır. (Kurtubi, Ahkaf; 29. ayet açıklamaları)
Birbiriyle çelişki içinde olan ve bir sürü saçma senaryo içeren bu hikâyelerin
bir kısmı başka nakiller tarafından da çürütülmüştür. Meselâ Darukutni’nin
tespitlerine göre İbn-i Mes’ud cinn gecesinde bulunmamıştır. Çünkü Alkame b.
Kays ve Ebu Ubeyde b. Abdillah’ın naklettiklerine göre İbn-i Mes’ud “Ben cinn
gecesinde bulunmadım” demiştir. Ayrıca nakledildiğine göre Amr b. Murre de
Abdullah b. Mes’ud’un cinn gecesinde hazır bulunup bulunmadığını Ebu Ubeyde’ye

15
sormuş ve “hayır” cevabı almıştır. (Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud; Cinn gecesi
hadisleri)
Bu uydurma rivayetlerin bir kısmı tarihî gerçeklerle de çelişmektedir. Meselâ
söz konusu olay İbn-i Abbas’ın doğduğu yılda gerçekleşmiş olmasına rağmen, olayı
İbn-i Abbas’ın görgü şahitliğiyle anlatan birçok rivayet vardır. Ayrıca,
peygamberimizin o tarihte henüz inmemiş olan Rahman, Nebe’ ve En’âm surelerini
okuduğunun rivayet edilmesi de çok ilginçtir. Hatta İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki
abdest alma sahnesi, abdest ayetinin Medine’de son dönemde indiği dikkate
alındığında, tam bir garabeti yansıtmaktadır.
Aslında ayrıntılar bir tarafa bırakılıp da bu konudaki rivayetler “Giriş”
bölümünde verdiğimiz “Akabe Beyatleri” alıntısı ile karşılaştırıldığında, rivayetlerin
bu alıntıda anlatılanlara tamamen ters olduğu görülmektedir. Çünkü rivayetlerin
aksine “Akabe Beyatleri” alıntısı, bu cinnlerin Yesrib’li insanlar olduklarını
bildirmektedir. Yesribli heyettekilerin “cinn” olarak nitelenmeleri, yukarıda da
belirtildiği gibi, hem Mekke’nin ve peygamberimizin yabancısı olmaları, hem de
Mekkeli müşriklerin muhtemel saldırılarına maruz kalmamaları için güvenlikleri
sebebiyledir. Söz konusu “cinn”lerin hayalî yaratıklar olduğu iddiasındakilerin bu
meseleye getirdikleri yorum ve yaklaşımlar isabetli değildir.
“Cinn”lerin başka boyuttan varlıklar olarak düşünülmesi Kur’an’a da
uymamaktadır. Çünkü onlarca ayette vurgulandığı gibi, peygamberimiz bir beşerdir,
beşere elçi olmuştur ve “sizden, içinizden biri” olarak nitelenmiştir. Yani o bizden
biridir ve başka boyuttaki varlıklara değil, bize elçi gönderilmiştir. Eğer bu “cinn”ler
başka boyuttan varlıklar olsa idiler, zaten sünnetullah gereği onlara gönderilen
elçinin de kendi cinslerinden olması gerekmektedir:

İsra 95: De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, Biz de


elbette, onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”

HAYRET VERİCİ KUR’AN

Ayette geçen “ ‫عجبًا‬acaben” sözcüğü, kalıp olarak mübalâğa anlamı ifade eder.
Dolayısıyla buradaki “cinn”lerin “Biz hayret verici bir Kur’an dinledik” ifadesi,
“Biz öyle bir Kur’an dinledik ki, dil ve konu itibariyle şahane, emsali yok,
alışılmışın dışında, diğer kitaplardan çok farklı” anlamına gelmektedir. Nitekim
dinleyenler Kur’an’ın ilâhî bir mesaj olduğunu hemen anlamışlar, kılavuzluğunu
kabullenmişler ve hemen iman etmişlerdir.

KUR’AN, RÜŞDE KILAVUZLUK ETMEKTEDİR

Kur’an’ı dinleyen “cinn”lerin [yabancıların] kendi toplumlarının insanlarına


anlattıkları kılavuz öyle bir şeydir ki, “cinn”ler ondan hemen etkilenip imana
gelmişler ve artık Rabblerine ortak koşmamaya karar vermişlerdir. Buradan, bu
“cinn”lerin daha önce şirk içinde oldukları ve Kur’an’daki uyarılar sayesinde
akıllarını başlarına alıp şirkten kurtuldukları anlaşılmaktadır. Kur’an’dan bu şekilde
etkilenmeleri onların Kur’an’ın özelliklerini iyi tanımış olmalarını gerektirmektedir.
Kur’an’ı peygamberimizden Arapça dinleyip anlamaları ise bu “cinn”lerin Arapçaya
iyice vakıf olan birileri olduklarını göstermektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da kılavuz olarak elçinin değil,
Kur’an’ın gösterilmesidir. Gerçekten de Kur’an iyi tetkik edildiğinde, gerçeklere

16
kılavuzluk edenlerin elçiler değil, “vahiy”ler olduğu görülmektedir. Kılavuzluğun
rüşde yönelik olması ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.

‫الِرشد‬RÜŞD

Bakara/186, 256, A’râf/146, Nisa/6, Kehf/10, 17, 24, 66, Enbiya/51, Cinn/10,
14, 21, Mümin/29, 38, Hucurat/7, Hud/78, 87, 97 ve bu ayette olmak üzere farklı
türevleriyle Kur’an’da 19 kez yer alan “rüşd” sözcüğü, “doğru ve eğriyi ayırt etme
bilinci, zihinsel olgunluk, doğru yolu bulup ona girmek, iyi ve doğru olan şeyleri
yapabilme olgunluğuna ulaşmak” anlamlarına gelir. ((Lisanü’l Arab; c.4, s.148-149.
rşd mad.)
“Reşit olma”, “rüşdüne erme”, “irşat etme”, “mürşit” gibi türevleri Türkçede
de kullanılan “rüşd” sözcüğünün Kur’an ayetlerindeki manasını da kısaca “İslâm’ın
öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek mümkündür.
Buna göre “rüşde kılavuzluk eden Kur’an” ifadesi, “Kur’an’ın insanları
akıllarını kullandırarak bilinçlendirdiği, olgunluğa ulaştırdığı, bir başka ifade ile
kimseyi büyülemediği, kimsenin beynini yıkamadığı” anlamına gelmektedir.

3. Ayet:

Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yüksektir. O, bir dişi arkadaş [zevce] ve de
bir çocuk edinmemiştir.

Kur’an’dan öğrendiklerini kendi toplumuna aktarmaya devam eden cinn


[yabancı], bu ayette çok önemli iki hususu, Allah’ın şanının yüceliğini ve O’nun eş
ve çocuk edinmemiş olduğunu dile getirmiştir.
Eş ve çocuk, yaratılış özellikleri gereği insanların basit hayatta duydukları bir
takım gereksinmelerine cevap vermektedir. Fiziksel dürtüler insanı bir eşe; neslini
devam ettirip gelecekte yalnız kalmama, daha güçlü ve daha güvende olma endişesi
de çocuk sahibi olmaya yöneltmektedir. Ancak Yüce Allah her türlü noksanlıklardan
arınık olduğu için basit hayatın bu zaaflarından münezzehtir. Zaten Allah’ın bir dişi
arkadaş ve çocuk edinmediğini bildiren ifade de, Rabbimizin eş ve çocuk edindiği
yolunda yapılan yakıştırmaların ve batıl inançların kesinlikle reddedilmesi
gerektiğini bildiren bir ifadedir. Buradan da, söz konusu “cinn”lerin [yabancıların]
Yahudi ve Hıristiyanların bu konudaki sapkın inançlarını bildikleri, dinledikleri
Kur’an sayesinde de gerçekleri öğrendikleri anlaşılmaktadır.

4, 5. Ayetler:

Ve hiç şüphesiz bizim sefih [aklı ermez], Allah üzerine saçma sapan şeyler
söylüyormuş. Doğrusu biz ins ve cinnin [bildik, bilmedik her kişinin] Allah’a
karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk.

Klâsik anlayış sahipleri, bu ayetteki “bizim sefih” ifadesinden İblis’i anlamış


ve tüm kabahati İblis’e yüklemişlerdir. Oysa biz, “bizim sefih” ifadesi ile kastedilen
kişinin “cinn”lerin [yabancıların] kendi imamları [toplumsal önderleri] olduğu
kanaatindeyiz.
Anlaşıldığına göre, o toplumda değer verilen, saygı gösterilen bu önder,
toplumunu Allah hakkında yalan yanlış bir sürü saçmalıklarla kandırmıştır. Zira
gözünü maddî ve manevî hırslar bürümüş inançsızların Allah hakkında yalan

17
düzmeleri sık karşılaşılan bir durumdur. Bu sebeple Rabbimiz Kur’an’da “sizi
kandıran Allah ile kandırmasın” diye uyarıda bulunmaktadır:

Tövbe 34: Ey inanmış olan kişiler! Kesinlikle hahamlardan, rahiplerden


birçoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah
yolundan saptırırlar. Ve kesinlikle altın ve gümüşü yığıp da
onları Allah yolunda harcamayanlar; hemen onlara acıklı bir
azabı müjdele!

Fatır 5: Ey insanlar! Kesinlikle Allah’ın vaadi haktır. O nedenle sakın


bu basit yaşam sizi aldatmasın. Sakın o aldatıcı da sizi, Allah ile
aldatmasın.

Aynı uyarılar Lokman/33 ve Hadid 14’te de vardır.


Ayette geçen “cinn ve ins” terkibi, ayrıntısını “Giriş” bölümündeki “Cinn
Kavramı ve Kur’an’daki Cinn” başlıklı incelememizde açıkladığımız gibi, “bildik
bilmedik, herkes” anlamına gelmektedir.

‫شططًا‬ŞATAT

“Saçma sapan şeyler” olarak kapsamlı bir anlamla çevirdiğimiz “ ‫شطط‬şatat”


sözcüğü “aşırılık, küfürde aşırıya gitme, aşırı yalan, anlamsız şey, hakktan uzak
olma” (Lisanü’l Arab; c.5,s.113. ştt Mad.) demektir. Ayetteki “saçma şeyler”
ifadesiyle kastedilenler, Allah’a eş, çocuk edinmişlik yakıştırma, meleklerin Allah’ın
kızları olduğunu iddia etme, Yahudilerin Allah’ın seçkin kulları olduğunu zannetme
gibi davranışlardır.

6. Ayet:

Gerçekten de insten [çok iyi tanıdığımız kimselerden] bazı kimseler, cinnden


[tanımadığımız yabancı kimselerden] bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de
onların azgınlıklarını artırırlardı.

Dikkat edilirse “ins” ve cinn” sözcükleri bu ayette “ins-cin” kalıbında


kullanılmamıştır. Bu sebeple her iki sözcük de kendi özgün anlamlarıyla, yani “ins”
sözcüğü “çok iyi tanıdığımız kimseler” ve “cinn” sözcüğü de “tanımadığımız
yabancı kimseler” olarak çevrilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, surenin kahramanı olan
“cinn”lerin [yabancıların] kendilerini “ins” olarak, tanımadıkları ve kentlerinde ajan
olarak dolaşan yabancıları da “cinn” olarak nitelemeleridir. Anlaşıldığına göre,
surenin kahramanı olan “cinn” [yabancı] grubunun tanıyıp bildiği insten bazı kişiler,
bu grubun tanımadığı [cinnden] bazı kişilere sığınmakta ve onlardan yardım
görmekte, akıl almaktadırlar.

RİCAL

“ ‫رجججال‬Rical” lügatte “kişiler, kimseler” demektir. Bazıları buradaki “rical”


sözcüğünü özelleştirip sözcükle “vadinin sahibi cinnler”in kastedildiğini iddia

18
etmişlerdir. Nitekim bu ayetlerle ilgili olarak klâsik kaynaklardaki açıklamaların
başında, İbn-i Abbas’a atfedilen hayli mantıksız bir bilgi verilmekte ve “cinne
sığınma” eylemi bu mantıksız bilgi ile ilişkilendirilmektedir. Verilen bilgi, Cahiliye
döneminde Arapların ıssız ve ürkütücü yerlerden geçerken veya böyle yerlerde
konaklama yaparken “Bu vadinin sahibi olan cinne sığınıyoruz” dedikleri (Razi;
Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) ve bu sayede başlarına
gelebilecek kötülüklerden korunduklarına inandıkları yönündedir.
Bize göre cahil Arapların bu inanç ve davranışlarının konumuzla bir alâkası
yoktur. Çünkü ayette, kendisine sığınılan cinnin bu sığınanları etkileyip
sapıklıklarını arttırdığından bahsedilmektedir. Nitekim 7. ayette de görüleceği gibi,
cinn kendisine uyanların inançlarını bozmakta, Allah’ın kimseyi peygamber
göndermeyeceğine veya kimseyi ölümünden sonra diriltmeyeceğine inandırmak
suretiyle onların sapıklıklarını arttırmaktadır. Dolayısıyla ayette bahsi geçen
“sapıklık arttıran cinn” ile cahil Arapların korku ile sığındıkları “metruk harabelerin
var olmayan cinni” arasında herhangi bir ilişki kurmak çok yanlıştır.
Biz, ayette bildirilen bu “inanç bozan cinn”in, Ebucehil, Velid b. Muğıyre gibi
Mekke ileri gelenleri tarafından peygamberimizi etkisiz kılabilmek için çevredeki
kentlere, toplumlara gönderilen ajanlar olabileceği kanaatindeyiz.

7. Ayet:

Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah’ın asla kimseyi peygamber


göndermeyeceğine / diriltmeyeceğine inanmışlardı.

Bu ayetteki “ ‫ن‬ّ ‫ظ‬zann” sözcüğü, Arapçanın klâsik kuralı gereği “yakin [kesin
bilgi]” anlamındadır. (“Zann” konusu için Bkz: İşte Kur’an; c:2, s:457)
Ayette, insanı rüşde kılavuzlayan Kur’an’ı dinleyerek hakikati kavramış olan
cinnler [yabancılar], kendilerine yabancı olan ama içlerinde faaliyet gösteren
karanlık kişilerin neler yaptıklarını, sürekli saçma şeyler ortaya atarak halkı nasıl
yanlışa yönelttiklerini açıklamaktadırlar.
Ayette geçen “ ‫يبعحححث اححححدّا‬yeb’ase ehaden” ifadesini iki farklı anlamda
değerlendirmek mümkündür. Çünkü “ ‫بعث‬beas” sözcüğü “öldükten sonra diriltme”
anlamına geldiği gibi, “ölmüş toplumu peygamber göndererek canlandırma”
anlamında da kullanılır. Buna göre ifadenin:
* “Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine inanmışlardı” veya
* “Allah’ın asla kimseyi diriltmeyeceğine inanmışlardı” şeklinde çevrilmesi ve
anlaşılması yanlış olmaz. Ancak, Kur’an’da toplam olarak 68 yerde geçen “beas”
sözcüğü çoğu yerde “elçi gönderme” anlamına gelmektedir.

Bakara 213: İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar
olmak üzere peygamberler gönderdi ve ...

A’râf 103: Sonra onların [o elçilerin / o toplumların] arkasından Musa’yı


ayetlerimizle [mucizelerimizle] Firavun’a ve ileri gelenlerine
gönderdik. Tuttular o ayetlere [mucizelere] zalimlik ettiler. Hele
bir bak, o bozguncuların akıbetleri nasıl oldu!

Yusuf 75: Dediler ki: “Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, o kendisi
onun cezasıdır [o, köle olarak alıkonur]. Biz zalimlere işte böyle
ceza veririz.”

19
İsra 94: Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine
engel olan sebep sadece: “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?”
demeleridir.

8–10. Ayetler:

Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle


doldurulmuş bulduk. Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan
yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine,
gözetleyen parlak bir alev buluyor. Biz de, yeryüzündekilere kötülük mü murat
edildi, yoksa Rabbleri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.

Bu ayetlerdeki ifadeden anlaşıldığına göre, Kur’an dinleyerek gerçekleri


görmüş ve imana gelmiş olan yabancılar, özeleştiri yaparak Kur’an ile tanışmadan
önceki durumlarını dile getirmektedirler. Çünkü konuşmacı olan cinn, daha önce
müneccimlik yaptıklarını, umutlarını yıldızlardan alacakları bilgilere bağladıklarını,
bu amaçla sürekli rasathanelere oturup beklediklerini, ama göklerin yıldızlarla ve
meteorlarla dolu olduğunu, bunlara bakarak istedikleri bilgileri elde edemediklerini,
sonuç olarak da hiç kimse için yarının ne getireceğini öğrenemediklerini sayıp
dökmektedir.
İşin aslı bu olmasına rağmen bu ayet gurubu hakkında mantık dışı açıklamalar
yapılmıştır:
Süheyli’nin naklettiğine göre, Şeytan daha önce yedi kat semaya girip
çıkıyordu. İsa’nın doğumuyla ona üç tanesi yasaklandı. Muhammed’in doğumuyla
da yedisinin tamamı yasaklandı. Başka rivayetlere göre de Muhammed elçi olunca
büyük bir meteor yağmuru meydana geldi. Bu, Taif sakinlerini korkuttu. Ama
onların kabile reislerinden biri dedi ki: Eğer bunlar, gecenin karanlığında
kendilerine bakarak yolumuzu bulduğumuz yıldızlar ise, bu dünyanın sonu demektir.
Aksi halde korkmamız gereken, başka bazı şeyler olmaktadır ve Allah bir şey irade
etmiştir. (M. Hamidullah; Aziz Kur’an, Cinn Suresi, 9. ayetin dipnotundan)
Razi de şunları kaydetmektedir:

Cinlerin Göğü Yoklamaları

Yedinci Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik, fakat onu sert
bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak bulduk" (Cinn/8) ayetinin beyan ettiği husustur.
‫(لمس‬lems), mess anlamında olup "tecessüs etti, araştırdı, yokladı" manasında istiare yoluyla
kullanılmıştır. Çünkü dokunan kimse, arayan ve tanımak isteyen kimsedir. Nitekim Arapçada
"Dokundu; dokundu, araştırdı..." denilir. Ki, bunun bir benzeri de “cess” köküdür. Nitekim Arapça'da
"Onu gözleriyle takip ettiler; onun hakkında tecessüste bulundular” denir. Buna göre ayetin manası,
"Biz, semaya çıkıp da oradakilerin sözlerini dinlemek istedik" şeklinde olur. Hares (‫)الحرس‬, tıpkı
Hadem (‫ )الخدم‬kelimesinin hizmetçiler anlamına gelmesi gibi, manasında tekil bir isimdir. İşte bundan
dolayı müfret olan “ ‫شديدا‬şediden” kelimesiyle nitelenmiştir. Şayet bunun anlamı gözetilmiş olsaydı,
o zaman “ ‫ شدادا‬şidaden” denilirdi.

Gökten Kovulmaları
Sekizinci Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki, hakikaten biz, dinlemek için, göğün bazı
kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat şimdi, kim dinleyecek olursa, kendisini
gözetip duran bir şihabın karşısında bulur" (Cinn/9) ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ifade, "Biz
dinliyorduk, ama şu anda her ne zaman dinlemek istesek şihablarla kovuluyor ve taşlanıyoruz"
demektir.

20
Şihab

Ayetteki “ ‫ شهابا رصدا‬şihaben rasaden” tabiri hususunda şu izahlar yapılabilir:


a- Mukâtil, "Şihabların taşlaması, meleklerin de gözetmesi ile karşılaşırız"
manasını vermiştir.
b- Mananın böyle olması halinde kelamın takdirinin “ ‫ شححهابا رصححدا‬şihaben
rasaden” şeklinde olması gerekir. Çünkü “gözetleyiciler” ‫شهابا‬şihaben'den başka
birşey olup ‫ راصد‬râsıd [gözetleyen] kelimesinin çoğuludur.
c- Ferrâ da "Kendisini taşlamak için, gözetleyen bir şihab" anlamını vermiştir
ki, buna göre “ ‫ رصدا‬rasaden” kelimesi “ ‫ شهابا‬şihaben” kelimesinin sıfatı olup mef'ûl
anlamında bir masdardır.
d- “ ‫ رصدا‬rasaden” kelimesinin ism-i fail anlamında “ ‫ راصدا‬rasıd” olması da
mümkündür. Çünkü o cinler için hazırlanmış olunca, sanki onları gözetleyen ve
bekleyen gibi olmuş olur. Bil ki biz, bu meseleyi, Mülk/5. ayetinin tefsirinde
tafsilatlı bir biçimde ele almıştık.

Şihablar bi'setten önce yok muydu?


Buna göre şayet, "Şuhûblar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesinden
önce de vardı. Delili ise şunlardır:
1- Eski felsefecilerin tamamı, şuhublann akmasının sebepleri hususunda pek çok şey
söylemişlerdir. Bu, bunların Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinden önce de mevcut olduğunu
gösterir.
2- Mülk Suresi’nin 5. ayeti. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrede yıldızların yaratılması hususunda
iki gayeden, yani tezyîn ve şeytanların taşlanmasından bahsetmiştir.
3- Bu akma batma işi cahiliye şiirinde de yer almıştır. Nitekim Evs b. Hicr "Derken, peşinden,
yağmuru sicim sicim eleyen bir birikintisi gelen bir inci gibi kayıverdi, akıverdi" derken, Avf b. el-
Hır o da, "Kervan bize, sevgilisiz geliyor. Ya da, kendisini kanın izlediği bir inci gibi burcun
(batımı)" beytinde yine şihabdan bahsetmiştir.
Zührî de, Ali İbn Hüseyin'in İbn Abbas'tan şunu rivayet ettiğini söylemektedir: "Bir gün
Allah'ın Resulü, Ensâr'dan olan bir topluluk içinde oturuyordu. Derken, bir yıldız aktı da etrafı
aydınlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Sizler bu gibi şeyler hakkında cahiliyye döneminde
ne derdiniz?" diye sorunca, onlar da, "Bizler, (herhalde şu anda), "Büyük bir zat doğdu veya öldü"
derdik" dediler. Biz bu hadisi, Cenâb-ı Hakk'ın Mülk 5. ayetinin tefsirinde sonuna kadar yazıp ele
almıştık.
Bunlar sözlerine devamla şöyle demektedirler: "Bütün bu sebeplerle, ‘şuhub’un Hz.
Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilmeden önce de mevcut olduğu sabit olmuştur.
Binaenaleyh, bu hadisenin Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesine tahsis
edilmesinin manası ve hikmeti nedir denilirse, buna şu iki mukaddime ile cevap verebiliriz:
Birinci Mukaddime: Bu şihablar Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesinden
önce mevcut değildi. Bu, İbn Abbas (r.a) ile Ubeyy İbn Ka'b'ın görüşüdür. Ibn Abbas'ın şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Cinler göğe çıkıyor ve vahyi dinliyorlardı. Fakat onlar (gökten) bir kelime
duyduklarında, ona dokuz tane de ilavede bulunuyorlardı. O tek kelime doğru ve haktı. Ama ilaveler,
bâtıl [yalan] idi. Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, o şeytanlar [cinler] gökte
oturup vahiy dinledikleri o yerlerden kovuldular. Bundan önce ise, o yıldız (kaymaları)
görülmüyordu. Bunun üzerine İblis, onlara, "Bu ancak yeryüzünde meydana gelen (önemli) bir
hadiseden dolayı olmuştur" dedi ve askerlerini, araştırmak için dört bir tarafa gönderdi. Derken onlar,
Resûlüllah (s.a.s), ayakta namaz kılıyorken buldular gördüler..."
Ubeyy b. Ka'b (r.a) da şöyle demiştir: "Hz. İsa (a.s) göğe kaldırıldığından beri, hiç yıldızla
taşlama olmadı. Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, yıldızlarla taşlama başladı.
Böylece Kureyş, daha evvel görmediği bir hadiseyi görmeye başladı. Dolayısıyla da, "Artık dünyanın
sonudur" zannıyla, hayvanlarını salıvermeye, kölelerini azad etmeye başladı. Bu durum, onların
büyüklerinden birine ulaştı ve o, "Bunu niçin yaptınız?" deyince, onlar da, "Yıldızlar atıldı [kaydı] ve
onları gökte birbiriyle çarpışıyor olarak gördük" dediler. Bunun üzerine o, "Sabredin. Eğer bu bilinen
bir yıldız ise, zaman insanların yok edileceği zamandır. Yok, eğer bilinmeyen bir yıldız ise, ortada
yeni meydana gelen bir hadise vardır" dedi. Onlar da araştırmaya başladılar ve (koyan-çarpan) o
yıldızın, tanınmayan bir yıldız olduğunu anladılar. Durumu o adama haber verdiler. Bunun üzerine o,
"Hüküm vermekte acele etmeyin. Böyle bir şey, yeni bir peygamber geldiğinde olabilecek bir şeydir"

21
dedi. Aradan çok geçmeden Ebû Süfyan, mallarının başında olarak geldi ve o topluluğa, Muhammed
b. Abdullah (a.s)'ın ortaya çıkıp kendisinin peygamber olarak gönderildiğini [vazifelendirildiğini]
iddia ettiğini haber verdi."
Belki de bu kimseler, evvelki semavî kitapların tahrif edildiğini söylemişler; şeytanları
yıldızlarla taşlama mucizesini, sonrakilerin bu kitaplara kattıklarını iddia etmişlerdir. Keza cahiliyye
devrine ait nakledilen şiirlerin ise uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Şihabların Artırılması

İkinci Mukaddime: Doğruya en yakın görüşe göre, bu şihablar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den önce
de mevcuttu. Fakat o, peygamber olarak gönderildikten sonra iyice artırılmış ve en mükemmel, en
güçlü hale gelmiştir. İşte bu, ayetin lafzının kendisine delalet ettiği görüştür. Çünkü ayette, "Fakat
onu, sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak buldular" buyrulmuştur ki, bu, sonradan
meydana gelen hususun doldurma ve çoğaltma olduğunu gösterir. Ayetteki, "Halbuki hakikaten biz,
dinlemek için onun bazı kısımlarında, oturacak yerler bulup oturuyorduk" cümlesi de aynı manayı
ifade etmekte olup "Biz orada, bazı oturma yerlerini, bekçilerden ve şihablardan boş olarak
buluyorduk. Ama şu anda bütün oturma yerleri doldu" demektir. Buna göre, cinleri belde belde
dolaşıp bu hadisenin sebebini araştırmaya sevkeden şey, şihablarla püskürtmenin iyice artması ve
kendilerinin kulak hırsızlığından tamamen menedilişleridir.
Dokuzuncu Nev (çeşit): Hak Teâlâ'nın şu ayetinin beyan ettiği şeydir:
"Doğrusu biz, yerdekiler için bir şer mi murad ediliyor, yoksa Rableri onlar için bir hayır mı
murad ediyor, bilmiyoruz" (Cin, 10).
(Razi; Mefatihu’l-Gayb)

LEMS

“ ‫لمس‬Lems” sözcüğü “dokunmak, elle yoklamak” ((Lisanü’l Arab; c.8,s.125


lms mad.) demektir. Dokunmak eylemi genellikle bilgi almak, bir nesnenin sertlik,
yumuşaklık, sıcaklık, soğukluk yönünden niteliğini öğrenmek amacıyla yapıldığı
için, sözcük burada mecazen “bilgi almak maksadıyla gökteki yıldızlarla kurulan
temas”ı, yani yıldızların incelemeye alınmasını ifade etmektedir.

EL’AN (ŞİMDİ)

Bu sözcük gökyüzü için değil, “cinn”ler [yabancılar] için kullanılmış olup


onların iman etmiş hâllerini ifade etmektedir. Yani, eskiden, gerçek imana ermeden,
Allah’ı tanımadan, tevhidi öğrenmeden önce, yıldızlara bakarak bir takım hesaplarla
gaybe ait bilgileri öğrendiklerini iddia eden kâhinler tarafından kandırılan bu grup,
şimdi, dinledikleri Kur’an sayesinde hem Allah’ı tanımışlar hem de kâhinlerin
yıldızlardan bir şey öğrenemediklerini ve onların sadece yalan söylediklerini
anlamışlardır. Çünkü kâhinlerin (şimdiye kadar) herkesi, Allah’ın gökte melekleri ile
sohbet ettiği, yarının [geleceğin] kimin için iyi, kimin için kötü olacağını konuştuğu,
onlarla beraber plan program yaptığı masallarıyla uyuttukları ve gökte yapılan bu
plânların emirleri altındaki cinnler tarafından kulak hırsızlığı yapılarak, yani
kimseye çaktırmadan dinlenerek kendilerine aktarıldığı palavrasıyla sömürdükleri,
Kur’an sayesinde ortaya çıkmıştır. Şimdi artık Kur’an dinleyenler bilmektedirler ki,
gayb bilgisi sadece Allah’a mahsustur ve bu bilginin Allah’ın izni dışında
öğrenilmesi asla mümkün değildir.
Gizlice dinlemek suretiyle gaybden haber alındığı yalanıyla yapılan sahtekârlık
Hicr suresinin 16–18. ve Saffat suresinin 6–10. ayetleri içinde de söz konusu
edilmiştir. Gerçi Hicr ve Saffat surelerindeki kulak hırsızları Kur’an’da “Şeytan-ı
Racim [İblis] ve “şeytan-ı marid” olarak nitelenmiştir ama, konuyu suistimal edenler
bunları da duyum almak için oturulan yerlere oturan cinnlerle aynı telâkki

22
etmişlerdir. Bu sebeple, aslında Hicr suresinin 16–18. ayetleri hakkında yaptığımız
açıklamaları içeren bir yazımızı burada dikkatlerinize sunuyoruz:

KULAK HIRSIZLIĞI YAPAN ŞEYTANLAR

Bu konu Kur’an’da Hicr suresinin 16–18. ayetleri ile Saffat suresinin 6–10.
ayetlerinde yer almaktadır. Mevcut meal ve tefsirlerin hemen hepsi konuyu aşağı
yukarı aynı anlam doğrultusunda açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi bu
ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih sayılmaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu
müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş hikâyelere ters düşmesin diye bazı
dilbilgisi kurallarını ihmal etmeye veya bilerek yanlış kullanmaya artık gerek
kalmamıştır.
Yukarıda sure ve numaraları verilen ayetler, eski tefsircilere göre müteşabih
sayıldığı için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl dışı, hatta din dışı
açıklamalar ve inançlar ortaya çıkmıştır. Yanlışların görülmesi bakımından bu
inançların kısaca özetlenmesi yararlı olacaktır:
Güya Kur’an inmeye başlamadan önce şeytanlar diledikleri gibi göklerde
dolaşır, meleklerin arasına sızarak onların Allah’tan öğrendikleri geleceğe/gaybe ait
bilgileri kapar, bu bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere aktarırlarmış.
Kâhinler de şeytanlardan aldıkları bu bilgileri halka anlatırmış. Böylece
peygamberler ile şeytanlar arasında bir sürtüşmedir gidermiş. Bazılarına göre o
zamanlar gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre ise yıldızlar varmış ama
kovalamaca işi yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve şeytanlar gökyüzüne
sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler
öğrenmek için onların aralarına sızmaya çalışırmış. Meleklerin arasına sızmaya
çalışan bu şeytanlara yıldız fırlatılırmış ve alev topu halinde üzerilerine gelen yıldızı
gören şeytanlar gerisingeri dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış. Yalnız bu inançta
net olmayan bir nokta varmış: “Acaba yıldızlar yeni mi yaratılmış yoksa eskiden
beri varmış da şeytanlara karşı silâh olarak yeni kullanılmaya mı başlanmış?”
İbn-i Abbas’a göre, şeytanlar önceleri göğe çıkmaktan menedilmemişti.
Bundan dolayı göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve bu
haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Kâhinler de aldıklarına dokuz daha katarak
bunları yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Anlattıkları kelimelerin dokuzu batıl birisi
hak idi. İsa peygamber doğunca, onlar üç kat gökten menedildiler. Peygamberimiz
doğunca da bütün göklerden menedildiler. Dolayısıyla bu şeytanlar, kulak hırsızlığı
yapmak istediklerinde, ateş parçaları ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar. (Hicr
Suresi tefsiri, Mefatih ul Gayb, İmam Razi ve Kurtubi,)
Bu konu en teferruatlı biçimiyle Kurtubi’de yer almıştır.
Yukarıda özetlediğimiz inançlar ve özellikle İbn-i Abbas referanslı açıklamalar
doğrultusunda konuyla ilgili ayetlerin Türkçeye nasıl çevrildiğinin tipik örneği,
Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır’ın mealidir:

Hicr 16–18: Andolsun biz, gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için
onu süsledik.
Ve göğü taşlanan bütün şeytanlardan koruduk.
Ancak kulak hırsızlığı eden şeytan hariç, onu apaçık bir alev
sütunu takip eder.

23
Saffat 6–10: Gerçekten biz dünya göğünü [o yakın göğü] bir ziynetle,
yıldızlarla süsledik.
Onu her inatçı şeytandan koruduk.
Onlar yüksek [melekler] topluluğunu dinleyemezler. Her
taraftan kovulup atılırlar.
Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azap vardır.
Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Onu da yakıcı bir alev
takip eder.

Bizim bu ayetler hakkındaki görüşümüz ve yaptığımız çeviri ise aşağıdadır:

Hicr 16–18: Hiç kuşkusuz, gökte burçlar oluşturduk ve seyredenler için onu
süsledik.
Ve onu Şeytan-ı Racim’in hepsinden koruduk;
az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alev takip
edenler hariç.

18. ayetin, 17. ayetin devamı olması münasebetiyle iki ayeti tek bir cümle
hâlinde ifade dersek cümle şöyle şekillenir:
“Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip
ettiklerinin haricindeki tüm Şeytan-ı Racim’lerden koruduk.”
Yani sema “azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip
edenlerin dışındaki tüm Şeytan-ı Racim’lere” kapalıdır. Az da olsa vahye kulak
kabartanlara açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.

Saffat 6–10: Gerçekten biz en alt semayı ziynetlerle; yıldızlarla süsledik.


Asi inatçı şeytanın tümünden koruduk;
onlar mele-i a’lâya hiç kulak vermezler ve her taraftan
taşlanırlar,
kovulmak için… Ve onlara sürekli azap vardır,
ancak bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip eden
hariç.

7–10. ayetler tek bir cümle olduğu için, onlar da tek cümle hâlinde şöyle ifade
edilebilir:
“Biz semayı, mele-i a’lâdan bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip
edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-
i a’lâya hiç kulak vermeyen ‘şeytan-ı marid’in tümünden koruduk.”
Ayetin özetini alırsak; gökyüzü ‘şeytanı marid’e kapalı olup mele-i a’lâdan
azıcık bilgi kırıntısı sağlayan ve kendini delici alevin takip ettiklerine açıktır.
Ayetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, ayetlerde yer alan bazı sözcüklerin
açılımları gerekmektedir:

BÜRUC:

Ayette geçen “‫ بروج‬büruc” sözcüğü, “‫ برج‬burç” sözcüğünün çoğuludur. “Burç”


yüksek köşk demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de “burç” adı verilmiştir.
((Lisanü’l Arab; c.1,s.369, 370. brc mad.) Ayette çoğul olarak kullanılmış
olduğundan gökyüzünde birçok burcun olduğu anlaşılır. Bazı tefsirciler on iki
burcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova… burçları olarak

24
adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji [evrenbilim] ve astronomi [gökbilim] tam
kemale ermediğinden, burçların sayısını kesin ifade etmenin doğru olmayacağı
kanaatindeyiz.

ŞEYTAN-I RACİM VE ŞEYTAN-I MARİD

RACİM

“‫ رجيم‬Racim” sözcüğünün mastarı “‫ رجم‬recm” olup bu sözcüğün ilk anlamı “


‫ قتججججل‬öldürmek” demektir. Öldürmeye “recm” denmesinin sebebi, Arapların
öldürecekleri kimseyi taşlamak suretiyle öldürmeleridir. Sonraları her öldürme işine
“recm” denilir olmuştur. Kur'an'da yeri olmamasına rağmen zina suçlularına verilen
cezanın adı da buradan gelmektedir. Ne var ki, “Recm” ve türevleri Kur'an'da 14 kez
yer almasına rağmen hiçbir yerde bu anlamda kullanılmamıştır.
“Öldürmek” anlamı dışında “recm” sözcüğü şu anlamlarda da kullanılır
olmuştur: “Taş atmak”, “lânet etmek”, “sövmek, yermek”, “hicran”, “tart etmek,
kovmak”, “zan ve zanna dayalı söz söylemek.” (Lisanü’l-Arab, Cilt 4, s.90).
Bu anlamların hepsi de uygun görülerek Şeytan’a -İsm-i Mef'ul anlamıyla-
“taşlanmış şeytan”, “lânetlenmiş şeytan”, “kovulmuş şeytan”, “sövülmüş şeytan”
denilmiştir.

MÂRİD

“‫ مارد‬Mârid” sözcüğü, “azgın, karşı çıkan, inat ve isyanda benzerlerinden çok


ileri giden” demektir. Sözcüğün mübalâğa kalıbına sokulmuş olan “‫ مريججد‬merid”
şeklindeki bir başka türevi “şeytan-ı merid” olarak Hacc suresinin 3. ve Nisa suresinin
117. ayetlerinde geçmektedir. Sözcüğün geçmiş zaman kipiyle farklı bir kullanımı da “
‫ مججردوا علججى الّنفججاق‬Meredû ale’n-nifakı [Münafıklık üzerine inatlarını sürdürdüler]”
şeklinde Tövbe suresinin 101. ayetinde yer almıştır. “Marid” sözcüğünün mastarı olan
“‫ مججرد‬merd” sözcüğünün türevleri, kendi öz anlamı ekseninde olmak üzere, farklı
kalıplarda değişik anlamlar kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi, “‫ معججّرى‬soymak,
soyunmuşluk” anlamıdır. Araplar, yapraktan soyunmuş, yaprağı olmayan ağaca “‫شجر‬
‫ امرد‬şecerün emred”, bitki bitmeyen kumluklara “‫ رملة مرداء‬remletin merdai”, sakalı
bitmeyen köseye de “‫ امرد‬emred” derler. (Lisanü’l- Arab, cilt 8, s. 247-250). “‫تمّرد‬
Temerrüt [uzun bir süre inat etme]” sözcüğü de aynı kökten türemedir.
“Marid” sözcüğü “soymak, soyunmuşluk, çıplaklık” anlamıyla
değerlendirildiğinde “şeytan-ı marid”; ism-i mef'ul anlamıyla “hayırlardan,
güzelliklerden soyunmuş şeytan”; ism-i fail anlamıyla da “hayırlardan, güzelliklerden
soyan şeytan” demek olur. Bu anlam A'râf suresinin 27. ayetinde farklı bir üslûp ile
kullanılmıştır.
“Marid” sözcüğü ile İblis'e yakıştırılan “inat ve isyanda çok ileri gitme” sıfatı,
Kur'an'da anlatılan olaylardaki İblis'in [Şeytan-ı Racim'in] davranışları ile birebir
örtüşmektedir. “İblis'e ‘Âdem'e secde et! [boyun eğ!]” denildiğinde secde etmeyerek
isyan etmiş, kendisine yapma denileni yapmış, yap denileni yapmamış, Âdem'i
yaklaşılması yasaklanan ağaca yaklaştırmıştır.

ŞİHAB-I MÜBİN VE ŞİHAB-I SAKIP:

“‫ شججهاب‬Şihap” sözcüğü, bildiğimiz odun ve ot alevidir (Lisanü’l-Arab; c:5,


s:213,214) Sözcük Hıcr suresinde “‫ شججهلب مججبين‬şihab-ı mübin [açık, parlak alev]”

25
şeklinde, Saffat suresinde ise “‫ شججهلب ثججاقب‬şihab-ı sakıp [delici alev]” şeklinde
kullanılmıştır. Her iki kullanış şekli birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerde sözü
edilen alevin “delici ve parlak” olduğu anlaşılmaktadır.
Bu delici, parlak alev; bize göre, bu ifadelerin geçtiği ayetlerdeki “‫فججأتبعه‬
feetbeahü [kendisini izler, kendisinin arkasından gelir]” fiilinin de ipucu olmasıyla
bir uzay roketinin arkasındaki alevdir.
Geçmiş zaman tefsircileri ayetlerdeki bu ifadeleri “yıldız kayması”, “meteor
düşmesi” olarak açıklamışlar ve yıldızlar ile meteorların, ne olduğunu
anlayamadıkları şeytanların arkasından bir top mermisi gibi fırlatıldığına
inanmışlardır. Ama bu bombardımanın sonucuyla ilgili olarak şeytanların bu parlak,
delici alevlerden kurtulup kurtulamadıklarına, ölüp ölmediklerine dair bir yorum
yapamamışlardır.

AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERME [KULAK HIRSIZLIĞI]:

Hıcr suresinin 18. ayetindeki “‫ استرق‬isteraka” fiili, genellikle “kulak hırsızlığı


yapan” diye çevrilmiştir. Bu fiil Kur’an’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli
hali olan “‫ سرق‬seraka”nın anlamı “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş
harfli kalıptan anlamı ise “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı,
çaktırmadan gözüyle izledi” demektir (Lisanü’l-Arab c:4. s:565). Yani “‫إسججتراق‬
istirak” hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek demektir.
Bu fiil konumuz olan ayette “‫سمع‬
ّ ‫ من استرق ال‬Men isteraka’s-sem’a [sem’a kulak
kabartan]” cümlesi içinde yer almıştır. Burada “‫ سمع‬sem’” sözcüğü tümleç yapılmış
olduğundan, “‫ اسججترق‬isteraka” fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse)
“dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen” demektir.
Diğer taraftan cümlede geçen “sem’a” sözcüğü vahyi yani Kur’an’ı işaret
etmektedir. Bu yargıya ise aşağıdaki ayetler delâlet etmektedir:

Mülk 10: Ve yine derler ki: “Eğer kulak vermiş olsaydık veya akletmiş
olsaydık, sair / cehennem halkı arasında olmazdık.”

Furkan 44: Yoksa onların çoğunu vahye kulak verir veya akleder mi
sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibidirler, hatta gidişatça daha
sapıktırlar.

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca şu ayetler de tetkik edilebilir: A’râf/100,


Yunus/67, Nahl/65–69, Rum/21–24, Secde/26, Enfal/21, 22, Kehf/101, Kaf/37.
Hıcr suresinin 18. ayetindeki “‫ استرق‬isteraka” fiili, Saffat suresinin 10. ayetinde
“‫ من خطف الخطفة‬men hatıfe’l-hatfete [bir kırıntı kapan]” diye açıklanmıştır.

MELE-İ A’LÂ:

“Dolmak” anlamına gelen “‫ ملججؤ‬mil” sözcüğünden türemiş olan “‫ مل‬mele”


sözcüğünün ilk anlamı “dolu olan [depo]” demektir. Sonraları reisler, başkanlar, bir
toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri için de “mele” denilir olmuştur.
Bunlara “‫ مل‬mele” denilmesinin sebebi, kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim
ve anlayışla dolu olmalarıdır. Sözcük bu anlamıyla Kur’an’da 28 kez geçmektedir.
Araplar ayrıca “ahlâk”a da “mele” demektedirler (Lisanül Arab c:8 s:344-346).
Eski tefsirciler “mele” sözcüğünün “reisler, ileri gelenler [konsey], erdemliler”
demek olan mecaz anlamını esas almışlar ve sözcüğün “‫ أعلى‬a’lâ [yüce]” sıfatıyla

26
birlikte kullanıldığı “‫ المل العلى‬el-melei’l-a’lâ” deyimine “yüce konsey” demişlerdir.
Ancak bu “yüce konsey”in ne olduğu ve kimlerden oluştuğu konusunda sağlam bir
kanıt olmadığı için, bunun “göklerdeki melekler”, “mukarrebûn [Allah’a en yakın
olan melekler]” olduğunu söylemişlerdir. Böyle olunca da, ayetlerde kulak hırsızlığı
yapmaya çalışan şeytanların bu meleklerin konuşmalarını dinlemek için göklere
çıkmaya kalkıştıkları ve kayan yıldızlarla bombardımana tabi tutularak oradan
kovuldukları yorumuna gitmişlerdir.
Bize göre, sözlük anlamı “yüce dolular [yüce depo]” olan “mele-i a’lâ”
sözcüğü “vahiy”dir, Kur’an ayetleridir. Çünkü Kur’an, insanlığa lazım olabilecek
her şeyi içermektedir, insanoğlunun ihtiyaç duyacağı tüm bilgilerle dopdoludur.
Kur’an’ın içindekiler önemsiz şeyler olmayıp en değerli ve yüce şeylerdir.
“Mele-i a’lâ” ifadesi Kur’an’da bu ayetten başka bir de Sad suresinin 69.
ayetinde geçmektedir. Bu ayetin iyi anlaşılabilmesi için önünü ve arkasını birlikte
ele almak gerekir:

Sad 65–70: De ki: “Ben sadece bir uyarıcıyım. O Vahid ve Kahhar


Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbidir O. Aziz ve
Gaffardır…”
De ki: “Büyük bir haberdir o [Kur’an].
Yüz çevirip duruyorsunuz ondan.
Tartışıp durdukları mele-i a’lâya dair benim hiçbir bilgim
yoktu.
Bana sadece açık bir uyarıcı olduğum vahyediliyor.”

Görüldüğü gibi, “mele-i a’lâ” ifadesi bu ayette de Kur’an anlamında


kullanılmıştır. Zira tartışılan Kur’an’dır ve kendisine vahiy gelene kadar
peygamberimizin Kur’an hakkında hiçbir bilgisi yoktur.
Yukarıdaki bilgiler ışığında her iki surenin ayetleri birlikte
değerlendirildiğinde, “Sem’a kulak kabartmak, Mele-i a’lâdan bir kırıntı kapmak,
Kur’an’dan azıcık da olsa istifade edebilmektir” denebilir.
Mele-i a’lâdan bir parça koparmakla [vahye kulak kabartmakla] elde edilenin
ne olduğuna gelince: Kur’an’da kozmolojiye ve astronomiye ait birçok ayet vardır.
Çağımızda bunlar eski çağlara göre binlerce kat daha iyi anlaşılmakta ve bu
ayetlerin her biri günümüzde taze birer mucize olmaktadır. Bu ayetlerden bir tanesi
de şudur:

Rahman 33: Ey ins ve cinn topluluğu! Göklerin ve yeryüzünün çaplarından


aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa hemen aşın geçin. Ancak üstün
bir güç [sultan] ile geçebilirsiniz.

Ayette konu edilen “sultan [üstün güç]” bilim ve teknolojidir. Şihab-ı sakıp,
mübin/delici parlak alev ise sultanın bir göstergesi, işaretidir. Böyle bakıldığında,
ayetteki delici/parlak alevin bir roket alevi olduğu, bu teknolojik güçle gökyüzüne
çıkılabileceği yorumu yapılabilir. Bu ayet, istisnalı bir cümledir ve devamı olan
ayette “Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” diye sorulmak
suretiyle insanlara “Gidin görün bakalım! O gördükleriniz karşısında Rabbinizin
hangi nimetini yalanlayabileceksiniz?” denilmektedir. Ayetin bu ifadesi insanlara
acziyetlerini hatırlatan bir meydan okuma olduğu kadar, “Bu üstün güce sahip

27
olursanız semavat ve arzın çaplarından çıkabilirsiniz, ama bu üstün güce sahip
olmazsanız bunu başaramazsınız” diyen bir yol göstermedir de...

“İLLA” İSTİSNA EDATI

Konumuz olan pasajlardaki ayetler [Hıcr/18 ve Saffat/10], “illa” istisna


edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisna edatından sonraki bölüm, daha evvelki
yargıdan dışlanmış olmaktadır. Ayetleri birlikte değerlendirirsek, anlam da
“semayı… şeytandan koruduk; ancak vahye kulak veren [mele-i a’lâdan bir parça
alan] ve kendisini şihabın takip ettiği kişilerden korumadık” demek olur.
Üzülerek belirtmek gerekir ki, mevcut meal ve tefsirlerde bu inceliğe dikkat
edilmemiştir. Ayetlerdeki “illâ” edatı yokmuş gibi davranılmış ve “‫ من‬men” ism-i
mevsulü şart edatı kabul edilerek cümleye şart cümlesi anlamı verilmiştir: “Kim
kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir.”
Aslında eski tefsircilerin bu istisna cümlesinin gerçek anlamını havsalalarına
sığdıramamış olmaları da güçlü bir ihtimaldir. O dönemlerde bir insanın gökyüzüne
çıkılabileceğini ama bunun ancak arkasında parlak ve delici alevi olan bir makineyle
başarılabileceğini algılaması mümkün değildi. Çünkü o günkü bilgi ve teknoloji
buna imkân vermemekteydi.
Sonuç olarak bizim düşüncemiz şudur: Ham fikir, uzay ile ilgili bir şey
üretemez. Ama insan Kur’an’dan bir şeyler kaparak ham fikri tefekkür boyutuna
ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu yani roket yapabilir ve onunla
semaya gidebilir. Ona artık gökyüzü açıktır.

11. Ayet:

Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı salihlerdendir, bizden bazıları da bunun


aşağısındandır. Biz çeşit çeşit yollarda idik.

Kur’an’ı dinlemiş ve inanmış olan cinn [yabancı] gurubunun özeleştirisi bu


ayette de devam etmektedir. Toplumda “düzgün” nitelikte olanların da, bu nitelikten
mahrum olanların da var olduğu belirtilerek toplumun kendi içinde bir takım yollara,
mezheplere, meşreplere ayrılmış olduğu, aralarında birlik beraberlik olmadığı itiraf
edilmektedir.
Toplumda her zaman kötülerin arasında düzgün kişilerin de olacağı, A’râf
suresinde de bildirilmişti:

A’râf; 168: Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. Onlardan bir


kısmı salihlerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve onları Biz,
iyiliklerle ve kötülüklerle belâlandırdık [imtihan ettik] ki belki
dönerler.

KIDED

“ ‫قججددًا‬Kıded” sözcüğünün esas anlamı “köseleden yapılan sicim” ((Lisanü’l


Arab; c.7, s.259 kdd mad.) demektir. Bu sözcükle ayette “birbirine karışmayan,
bulaşmayan, birbiriyle uzlaşmayan fırkalar, guruplar, hizipler, klikler”
kastedilmiştir.

12, 13. Ayetler:

28
Ve kesinlikle, Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı, kaçmakla da
O’nu asla aciz bırakamayacağımızı iyice anladık. Ve biz o kılavuzu [Kur’an’ı]
dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının
eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan korkmaz.

Buradaki “zann” sözcüğü de tıpkı 7. ayetteki gibi, Arapçanın klâsik kuralı


gereği “yakin [kesin bilgi]” anlamındadır.
Bu ayetlerden, Kur’an dinlemiş olan yabancı grubun Kur’an’ı iyice
özümsediği, Allah’tan kaçmanın imkânsızlığını ve mutlaka O’na dönüleceğini
kavradığı, Allah’a teslim olanın mutlaka bahtiyar olacağına ve haksızlığa
uğratılmayacağına kesinlikle inandığı anlaşılmaktadır.
Düzgün kimselerin haksızlığa uğratılmaması “Sünnetullah”ın gereğidir. Bu
durum Kur’an’da çeşitli vesilelerle ifade edilmiş, Ta Ha suresinde de bağımsız bir
ayet olarak bildirilmiştir:

Ta Ha 112: Ve her kim mümin olarak salihattan işlerse, artık o, bir


haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.

Yukarıdaki ayetlerin içeriğinden anlaşılmaktadır ki, söz konusu cinn


[yabancılar] grubunun peygamberimizden dinlediği ayetler, rivayetçilerin ileri
sürdükleri gibi sadece namaz kıldırırken okuduğu Fatiha suresinden ibaret değildir.
“Anladık, inandık” demeleri, onların o güne kadar inmiş ayetlerin hepsini ya da pek
çoğunu dinlediklerini göstermektedir. Aksi hâlde bu derece bir bilince ermeleri
mümkün değildir.

14, 15. Ayetler:

Ve gerçekten biz [bize gelince, bizim durumumuz ise]; Müslümanlar bizdendir,


zalimler de bizdendir. Ama kimler teslim olduysa [Müslüman olduysa], işte
onlar rüşdü [doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi] arayanlardır. Ama
zalimlere gelince, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.

KIST

14. ve 15. ayetlerde “zalimler” olarak çevirdiğimiz “ ‫القاسطون‬qâsitûn” sözcüğü


adalet ve zulüm için de kullanılabilen bir sözcüktür. Zıt anlamlara gelebilen bu tür
sözcüklere Arapçada “ezdâd” denir. Bu özelliğinden dolayı “qâsitûn” sözcüğünün
“adil olanlar” anlamında çevrilmesi de mümkündür. Bu sözcüğün hangi yerde hangi
anlamda olduğu, içinde geçtiği konudan anlaşılır. Sözcüğün burada “zalimler”
olarak çevrilmesi, 14. ayette “Müslümanlar” sözcüğünün karşıtı olarak yer alması
sebebiyledir. Sözcüğün bu özelliğine örnek olması bakımından, klâsik eserlerde yer
alan bir metni, Razi’nin anlatımıyla dikkatlerinize sunuyoruz:

Saîd b. Cübeyr İle Haccac:

Sa'îd b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, Haccâc, öldürmek istediği zaman


ona, "Benim hakkımda ne dersin?" demiş. Sa'îd de, "Sen kâsıt ve âdilsin" demiş.
Bunun üzerine oradakiler, Sa'îd b. Cübeyr'in onu âdil ve insaflı olarak nitelediğini
sanarak "Ne güzel söyledi!" deyince, Haccâc, "Ey cahiller, o beni zâlim ve müşrik

29
diye tavsif etti" demiş. Zalim olma ile ilgili olarak da Hak Teâlâ'nın müşrik olma ile
ilgili olarak "Hem sonra o kafirler rablerinden udûl ederler, dönerler" (En'âm, 1)
ayetini okumuştur. (Razi; Mefatihu’l-Gayb)
Ayrıca “udl” sözcüğünün de “kıst” sözcüğü gibi “ezdad”dan olduğunu
belirtmek gerekir. Adalet ve kıst sözcükleri ile ilgili detay, Yunus Suresinin 4.
ayetinin tahlilinde verilmiştir.
14. ve 15. ayetlerde, söz konusu yabancı gurubun kendi memleketlerindeki
arkadaşlarına yaptıkları konuşmanın son bölümü anlatılmaktadır. Bu konuşma
dikkatle incelendiğinde, Kur’an’ın rüşde; iyiye, doğruya, güzele ne ölçüde
kılavuzladığı iyice anlaşılmaktadır.
Bu konuşmada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da konuşmayı
yapanların peygamberden hiç bahsetmeyişleridir. Bu konuşmanın yer aldığı pasaj
tamamen Kur’an eksenlidir ve konuşmayı yapanlar da Kur’an’dan başka kılavuz
olmadığını, olamayacağını öğrenmişler ve Hüda’ya, gerçek kılavuza yönelmişlerdir.
Konuşmanın sonunda geçen “zalimler” sözcüğü ile öncelikle şirk koşanlar
kastedilmektedir. Çünkü zulüm, pek çok ayette “şirk koşmak” olarak açıklanmıştır.

CEHENNEME ODUN OLMAK

Bu ifadeden, müşriklerin cehennemde bizzat yanmakla kalmayıp başkalarını


yakacak ısının da kaynağı olacakları anlaşılmaktadır.

Bakara 24: Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız;


öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar
olan Ateş’ten korunun.

Tahrim 6: Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı],


yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun. Onun
üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri
yapan çetin ve kaba melekler vardır.

Klâsik eserlerde “cinn zaten ateşten yaratılmıştı, ateş ateşi yakar mı?” sorusuna
cevap aranmış ve olmadık zorlama açıklamalara yer verilmiştir. Ancak bize göre
surede bahsedilen “cinn”, Mekkelilere yabancı olan insanlar olup ateşten yaratılmış
olan “cann” değildir. Bu nedenledir ki, söz konusu zorlama yorumların naklini
gereksiz görüyoruz.

16, 17. Ayetler:

Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara,


kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin
anılmasından / Rabbinin zikrinden [Kur’an’dan] yüz çevirirse O da onu,
gittikçe yükselen bir azaba sokar.

Kur’an dinleyen “cinn” gurubunun yaptığı konuşma, yukarıda da belirttiğimiz


gibi, 15. ayetle son bulmuştur. Ancak 16. ayetin başındaki “ ‫و‬vav” bağlacı, 1.
ayetteki “ ‫اّنه استمع‬ ennehü’stemea...” üzerine atfedilmek suretiyle bu ayetlerin de
ilk on beş ayetlik pasajın devamı olduğu kabul edilmiştir. Ancak biz bu görüşe
katılmıyoruz. Dikkat edilirse 16. ayette “eğer onlar” diye üçüncü şahıs zamiri
kullanılmış, açık isimler verilmemiştir. O halde öncelikle “onlar” zamiri ile

30
kastedilenlerin kim olduklarını bulmak gerekir. Kanaatimiz “onlar”ın surenin 1–15.
ayetlerindeki konuşmayı yapan “cinn” grubu olmadığıdır. Çünkü söz konusu edilen
“cinn” grubu Kur’an dinleyerek imana gelmiş ve doğru yolu bulmuş kimselerdir.
Oysa bu ayetlerde konu edilen “onlar”, henüz doğru yolu bulamamışlardır.
Bize göre bu ayetler Cinn suresinden bir önceki sure olan A’râf suresindeki
179–188. ayetlerden oluşan paragrafın devamıdır. Bu ayetlerin A’râf suresindeki
paragrafa eklenmesi hâlinde söz akışı aşağıdaki gibi olmaktadır:

Ve ant olsun ki, cinnden ve insten birçoğunu cehennem için yarattık; onların
kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları
vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da
sapıktırlar. İşte onlar gafillerin [duyarsızların] ta kendileridir.
Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun
isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını
yakında görecekler.
Yine Bizim yarattıklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti
uygulayan bir ümmet vardır.
Ve ayetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri yönden derece derece [yavaş
yavaş] helâke yaklaştıracağız.
Ben onlara mühlet de veririm. Muhakkak ki Benim plânım pek çetindir.
Ve onlar arkadaşlarında hiç bir deliliğin / cinlenmişliğin bulunmadığını hiç
düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.
Ve onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına, Allah’ın yaratmış olduğu herhangi
bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı?
Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar?
Allah kimi saptırırsa, artık ona kılavuz diye bir şey yoktur. Ve O, bunları
taşkınlıkları içinde şaşkın bir hâlde bırakır.
Sana, Saat’ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi
yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz.
Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi
biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır.
Fakat insanların çoğu bilmezler.”
De ki: “Ben kendi kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde
etmeye, ne de bir zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim, elbette
ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak
bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.”
Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara,
kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından /
Rabbinin zikrinden [Kur’an’dan] yüz çevirirse, O da onu gittikçe yükselen bir azaba
sokar.

16. ayetteki “Eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette
onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik” ifadesinden, aslında
insanların cennete girmelerinin istendiği ve doğru yola girdikleri takdirde
kendilerine büyük fırsatlar verilerek yardım edileceği anlaşılmaktadır. Kur’an’da bu
tarz özendirme mesajları veren birçok ayet vardır:

31
Maide 65, 66: Ve hiç kuşkusuz eğer kitap ehli iman etmiş ve takva sahibi
olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle
nimeti bol olan cennetlere koyardık.
Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i, ve kendilerine
Rabblerinden indirileni [Kur’an’ı] ayakta tutsalardı, elbette
üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi
[besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı aşırı olmayan bir
ümmettir. Onlardan çoğunun da yapmakta oldukları ne kötüdür!

Talak 2, 3: … İşte bununla, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt


verilir. Kim Allah’tan saygıyla sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış
yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızklandırır.
Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah,
kendi emrini yerine getirip, gerçekleştirendir. Allah, her şey için
bir ölçü kılmıştır [koymuştur, belirlemiştir].

Nuh 10–12: Sonra dedim ki: “Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin.


Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur
yağdırsın, size mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin
için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın.”

A’râf 96: Ve eğer o kentlerin ehli [halkı] inansalardı ve takva sahibi


olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları
açardık; Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları kazanmakta
oldukları şeyler sebebiyle [yaptıklarına karşılık] yakalayıverdik.

Ayetteki “bol bir su verirdik” ifadesi “bolluk, bereket verirdik” anlamındadır.


Toprağın yetiştirdiği tüm ürünler için su her şeyin başında geldiğinden, “dünya malı,
dünya nimeti” “bol bol su” ifadesi ile anlatılmıştır. Çünkü Arabistan gibi sıcak
yörelerde, insanların geçimleri büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayalıdır ve
böyle coğrafyaların insanı için “su”, nimetlerin en önemlisidir. “Bol bol su” ifadesi
ayrıca cennet ırmaklarından da kinayedir.
Ayette “kendilerini saf hâle getirmek için” diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali
“ ‫ليفتنهم‬liyeftinehüm [onları fitnelendirelim diye]” şeklindedir. “Fitne” sözcüğünün
“kıymetli bir madeni potada eritmek suretiyle cürufundan ayırıp saf hâle getirmek”
demek olması sebebiyle, ifade bu şekilde çevrilmiştir. Sâd Suresinin sonunda Fitne
sözcüğü ile ilgili bir inceleme yazımız mevcuttur. (Bakınız: Tebyînü’l-Kur’an, c:2,
s:452)
Burada “bol su” şeklinde ifade edilen dünya nimetlerinin insanlar için bir fitne;
arınma, saf hâle gelme aracı olduğu başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Enfal 28: Ve biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız kesinlikle fitnedir.


Kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir vardır.

Teğabün 15: Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir.


Allah ise, büyük ecir kendi katında olandır.

Ta Ha; 131: Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak,


onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere

32
[mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle
bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir.

Bakara 155, 156: Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle ve
mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile
belâlandıracağız [imtihan edeceğiz].
Başlarına bir musibet geldiği zaman “Biz şüphesiz Allah’a aidiz
ve yalnız O’na döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele!

Âl-i Imran 186: Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda


belâlanacaksınız [imtihan olunacaksınız]. Hiç kuşkusuz sizden
önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak
koşanlardan birçok eza da işiteceksiniz. Eğer sabreder ve
Allah’a takvalı davranırsanız, şüphesiz, işte bu azmi gerektiren
işlerdendir.

Rabbimizin peygamberler dâhil tüm insanları niçin fitnelendirdiği ise şu


ayetlerde açıklanmıştır:

Ankebut 2, 3: İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle


bırakılıvereceklerini mi sandılar?
Ant olsun ki, Biz onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Ki
elbette Allah, doğru kimseleri bilmektedir ve elbette yalancıları
da mutlaka bilmektedir.

Furkan 20: Biz senden evvel de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen
elçilerden gönderdik. Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne yaptık
ki, bakalım sabredecek misiniz ve Rabbin çok iyi görendir.

En’âm 53: Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler


diye, onlardan bazısını bazısı ile fitnelendirdik. Allah,
şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

Muhammed 31: Kesinlikle Biz, içinizden cihat edenleri ve sabredenleri


bilinceye kadar sizi belâlandıracağız. Haberlerinizi de
belâlandıracağız.

En’âm 165: Ve O sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi


belâlandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine
derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk
olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.

Kehf 7: Biz yeryüzündeki, ona süs olan şeyleri onların hangisinin daha
güzel amel edeceğini belâlandırmamız [sınamamız] için yaptık.

Mülk; 2: O ki, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı belâlandırmak


[sınamak] için ölümü ve hayatı yarattı. O, çok üstündür ve çok
bağışlayandır.

33
16. ayette geçen “ ‫طريقة‬ّ ‫ال‬et-tarikate [o yol]” sözcüğü marife [belirtili nesne]
olduğundan bu sözcüğü “Hakk yol, doğru yol” olarak değerlendirmek gerekir.
Ayette geçen “ ‫صججعود‬saud” sözcüğü “yavaş yavaş artan şiddet, zorluk”
(Lisanü’l-Arab; c:5, s:331-333) demektir. Bu sözcük, Allah’ın zikrinden uzak
olanların sıkıntılarının sürekli, yavaş yavaş artırılacağını belirtmektedir. Burada
konu edilen sıkıntıları sadece ahiret sıkıntısı olarak değil, dünyadaki sıkıntılar olarak
da görmek gerekir. Nitekim aynı mesajı veren başka ayetlerden de bu sıkıntıların
dünya sıkıntılarını da kapsadığı anlaşılmaktadır:

A’raf 40, 41: Şu, ayetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenenlere, işte
onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve [veya halat] iğne
deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz
suçluları işte böyle cezalandırırız.
Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır.
Ve Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.

Ta Ha 124: Kim Benim anılmamdan [Beni anmaktan] yüz çevirirse hiç


şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim vardır. Kıyamet günü de
onu kör olarak haşrederiz.

A’râf 165, 166: Ne zaman ki onlar kendisiyle hatırlatma yapılan şeyleri


umursamadılar, Biz o kötülükten sakındıranları kurtardık, o
zalimleri de fasıklık etmelerinden dolayı şiddetli / fakir düşüren
bir azapla yakaladık.
Ne zaman ki onlar kendisiyle yasaklandıkları şeyler konusunda
büyüklendiler, Biz de onlara, “aşağılık maymunlar olun” dedik.

18. Ayet:

Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte


herhangi kimseye yalvarmayın.

Bu ayet de, surenin başındaki ( ‫اوحى‬uhıye) meçhul fiilinin naib-i failidir [sözde
öznesidir]. Buna göre cümle şöyle takdir edilmelidir:
“De ki: Bana vahyolundu ki: Şüphesiz ki mescitler Allah içindir. O nedenle
Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.”
Burada Rabbimiz, insanlar tevhit ilkesinden sapmasınlar diye mescitlerde nasıl
şirke bulaşabileceklerine işaret etmekte ve herkesi bu davranıştan men etmektedir.

MESCİTLER

“‫ المساجد‬mesacid [mescitler]” sözcüğü “secde etme yeri” anlamındaki “mescid”


sözcüğünün çoğuludur. Sözcük burada sadece Müslüman cami ve mescitlerini değil,
Hıristiyan kiliseleri ve Yahudi havraları da dâhil, Allah’a ibadet edilen tüm ibadet
yerlerini kapsamaktadır. Aslında evrenin tamamı secde yeri kılındığı için sözcükle
tüm evrenin kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Çünkü Rabbimiz hiçbir yerde
şirk koşulmasını istememektedir. Ancak özellikle Müslümanların secdegâhı olan
cami ve mescitlerimizde Rabbimizin bizleri men ettiği şirk konusuna daha da dikkat
edilmesi gerekmektedir.

34
Mescitler Allah içindir

Mescitlerin Allah için olduğu, Hacc suresinde farklı bir ifade ile bildirilmiştir:

Hacc 26: Bir zamanlar Kâbe’nin yerini İbrahim’e, “Sakın Bana hiçbir
şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyam edenler [zulme baş
kaldıranlar], secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi
sağlayan hanifler] için evimi tertemiz et!” diye hazırlamıştık.

Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın!

Ayetin açık ve net hükmü gereği, mescitlerde sadece Allah’a dua edilmeli,
sadece Allah’tan yardım dilenmeli, yönelmek şöyle dursun, bir başkasının adı bile
kesinlikle anılmamalıdır.
Gelenekçiler çoğunlukla bu ayetin Yahudi ve Hıristiyanların Allah ile birlikte
Musa’ya, İsa’ya, Meryem’e de dua etmelerine yönelik olduğunu söylemişler ve
ayetteki mesajı kendi üzerlerine hiç almamışlardır. Bunlar, başta peygamberimizin
türbeleşmiş kabrinin Medine’de, dünyanın ikinci büyüklükteki mescidinin içinde
bulunduğunu; Eyüp Sultan, Hacı Bayram gibi birçok kişinin türbeleşmiş
mezarlarının camilerde olduğunu; bu kişilerin camilerde gömülü olmalarından
etkilenen saf kimselerin de bu kişilerin mezar taşlarına yüz sürüp onlardan medet
umduklarını hep görmezden gelmişlerdir. Ayrıca camilerin içinde, hem de Kıble
yönünde asılı olan Muhammed (as), Ebubekir, Ömer, Ali, Osman yazılı tabloların ne
gereğinin olduğuna da hiç bakmamışlardır. Biz, yaygın bir davranış hâline gelmiş
olmasına rağmen Rabbimizin “Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın!”
talimatı ile uyuşmadığını düşündüğümüz iki konuya burada değinmeyi bir görev
addediyoruz. Bu iki konu, tahiyyat ve türbe konularıdır.

TEŞEHHÜD / TAHİYYAT

“ ‫تش جّهد‬Teşehhüd” sözcüğünün sözlük anlamı “şahadet getirmek” demektir.


Şehadetten maksat, “kelime-i şahadet” denilen “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü
enne muhammeden abdühü ve rasülühü” cümlesinin söylenmesidir.
Terim olarak “teşehhüd”, namaz kılarken “ka’de” denilen oturma
bölümlerinde, içerisinde “kelime-i şahadet” cümlesinin de bulunduğu “Ettehıyyatü
lillahi vessalavatü vettayyibatü …” cümlelerinin okunmasıdır.
Üzerinde durulması gereken konu, “Ettahiyyatü lillahi ve-s salavatü …” diye
başlayıp devam eden ve içerisinde “kelime-i şahadet” bulunan bu cümlelerin ne
anlama geldiğidir.
“Tahiyyat” denilen metnin anlamı şudur:
“Tahiyyat [Dil ile yapılan kulluklar] ve salâvat [beden ile yapılan kulluklar] ve
tayyibat [mal ile yapılan kulluklar] Allah içindir. Ey peygamber! Selâm, Allah’ın
rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun! Selâm, bizim ve Allah’ın salih kulları
üzerine olsun. Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şahadet ederim ki
Muhammed Allah’ın resulüdür.”
Bu noktada bir de “namaz”ın ne olduğunu hatırlamak gerekmektedir: Namaz;
yalnız ve yalnız Allah’a yönelerek yapılan, sadece O’na niyaz edilen, bu niyazın da
gönülden ve bedenle huşu içinde ifade edildiği bir ibadettir. Dolayısıyla namaz ve
niyazda Allah’ın yanında başka hiç bir şeye dua edilmez. Allah’tan başka hiçbir şey
ve hiçbir kimse muhatap alınmaz. Tekbirden selâma kadar namaz içinde muhatap

35
sadece Allah’tır. Peygamber de olsa namaz içinde hiç kimse muhatap alınamaz, ona
seslenilemez. Bütün bunlar, namazın yerine getirilmesi zorunlu olan
gereklerindendir. Zaten Rabbimiz de konumuz olan 18. ayetteki “Allah ile birlikte
bir başkasına yakarmayın!” talimatı ile çok açık ve net olarak bunları emretmiştir.
İşin gerçeği ve olması lâzım geleni bu olmasına rağmen, namazlarında
yukarıdaki “tahiyyat” metnini okuyan Müslümanlar, ‫ى‬ ّ ‫سلم عليك لّيها الّنب‬
ّ ‫ ال‬Es-selâmü
aleyke eyyühe’nnebiyyü [Sana selâm olsun ey peygamber!] demek suretiyle
namazlarının içinde peygamberimizi muhatap almakta, sanki peygamberimiz
karşılarındaymış gibi ona selâm vermektedirler. Allah her yerde ve her zaman hazır
ve nazır olduğu için, her yerde ve her zaman O’nu anmamız normaldir. Ama ya
peygamber? Ayrıca Allah ile sanki yüz yüze imiş gibi yapılan bir diyalogda
peygamberin işi nedir?
Her Müslüman’ın Allah’a en yakın olduğu bir anda, namazda iken en çok
dikkat etmesi gereken şey; ağzından çıkanı kulağının duymasıdır, ne dediğini ne
okuduğunu bilmesidir. Bu kural Arapça bilen için geçerli olduğu gibi, bilmeyen için
de geçerlidir.
Bugünkü kitaplarda yer alan “tahiyyat” metni, hadis kitaplarına İbn-i Mes’ud
kanalıyla geçen metindir. Bu metin, bazı ilâveler ve değişmelerle birlikte daha
birçok rivayette yer almıştır. Ama maalesef hepsinde de “Esselâmü aleyke (Selâm
sana ey peygamber!)” ibaresi vardır. Bu ibare, bu rivayetleri nakleden râvîlerin hiç
birinin konuya tevhit ve namazın anlamı açısından yaklaşmadıklarını ve konunun
dirayet eleştirisini yapmadıklarını göstermektedir.
Bazı yerlerde (meselâ Sünen-i Ebu Davud’da) bu ifade sözcük farklılıklarıyla
Es-selâmü alennebiyyi [Peygambere selâm olsun!] şeklinde; peygamberimizin
muhatap olarak değil de üçüncü şahıs olarak anıldığı bir ibareyle aktarılmıştır. Hadis
kitaplarını şerh edenler, İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki hitabın peygamber öldükten
sonra değiştirildiğini, artık “Selâm sana” diyerek peygambere yönelinmediğini,
“Allah Peygambere selâmet versin” dendiğini yazmışlardır. Ne var ki, bu da özrü
kabahatinden büyük denebilecek bir açıklamadır. Çünkü namazda “tahiyyat” denilen
ibarenin küçük değişikliklerle de olsa mutlaka okunduğu ifade edilirken aslında
herkese namazı öğreten peygamberimizin de böyle namaz kıldığı iddia edilmiş
olmaktadır. Bu görüş sahipleri, namaz kendisine farz olan ve en doğru namazı
kıldığından kimsenin kuşku duymadığı peygamberimizin namazlarında
“peygambere selâm olsun” veya “Allah peygambere selâmet versin” dediğini kabul
etmekte ve bu mantıksızlığı herkesin de kabul etmesini istemektedirler. Oysa bu
hadis kitaplarının hepsinde “Rasülullah teşehhüdü gizli okurdu” diye yazmaktadır.
Bu da demektir ki, hiç kimse peygamberimizin namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu
duymamıştır. Ama bu kaynaklar bu açmazlarını bir başka rivayetle aşmaya
çalışmışlardır. Bu kaynaklara göre, konumuz olan teşehhüd o kişilere güya
peygamberimiz tarafından, namaz dışında öğretilmiştir.
Bazıları da “Ettehiyyatü” metnine bir başka rivayetle kutsallık vermeye
çalışmışlardır. Bu uydurma rivayete göre “Miraç” olayında Allah ile peygamberimiz
arasında şu konuşma geçmiştir:
Peygamberimiz, Allah’ın huzuruna varınca selâm verir:
- Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü
Allah da peygamberimize:
- Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatühü
Peygamberimiz sadece kendisinin esenlikte olmasına pek razı olmaz:
- Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin
Bu manzarayı izleyen Cebrail ve Melekler de:

36
- Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü,
derler. (Dipnot: İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen
daha sonraları, -başta tarikatlar tarafından olmak üzere- malumat adı altında dilden
dile dolaşan yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde
de yer almıştır. Örneğin: Said Nursi, Şualar, 6. Şua; Muhammed Hamidullah, İslam
Peygamberi, Miraç ile ilgili ayrıntılar, 253. paragraf; İsmail Hakkı Bursevi,
Ruhu’l_Beyan, c:5, s:121)
Müslümanların bu hatası sadece namazdaki tahiyyatta kalmamıştır. Cuma
günleri öğleyin, kandil gecelerinde ve cenaze ilânlarında okunan “salâ”da da aynı
hatalar tekrarlanmaktadır. Her salâda “Essalâtü ve’sselâmü aleyke ya Rasülellah
[Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın Elçisi!]” demek suretiyle, asırlarca
evvel bu dünyadan göçüp gitmiş olan peygamberimize sanki sağ ve yanımızda
hazırmış gibi seslenilmektedir. Böyle yapmakla peygamberimize beşer olmasının
ötesinde bir sıfat yakıştırılıp yakıştırılmadığı, bu durumun insanı şirke sürükleyip
sürüklemediği çok iyi düşünülmelidir.
Sonuç olarak; bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd / tahiyyat okumak
yanlıştır ve günahtır. Eğer bu sözler mutlaka okunacaksa, “esselâmü aleyke
eyyühennebiyyü” bölümü “esselâmü alennebiyyi” şeklinde değiştirilerek
okunmalıdır. Bu konuda tüm Müslümanların maalesef hata içinde olan atalarının
arkasına sığınmaktan vazgeçerek birbirlerini ağızlarından çıkanları kulaklarının
duyması konusunda uyarmaları ve bu bilince davet etmeleri gerekmektedir.

TÜRBELER

İnsanın bu dünyadaki esas varlığı ölümü ile biter ve geriye sadece toz-toprak
olacak cesedi kalır. Toprak olacak cesedinin ve çürüyerek toprağa karışacak vücut
maddelerinin hiçbir değeri yoktur. Zaten insan bedeni de yeryüzündeki kıymeti
olmayan değişik maddelerin birleşmesinden oluşmuştur. Ölüm ile bedendeki can son
bulunca, geriye kalan ceset de çirkinleşir. Nitekim Maide suresinin 31. ayetinde
cansız beden [ceset] için “sev’at [çirkinlik]” sözcüğü kullanılmıştır. Dolayısıyla bu
çirkinliğin kokuşup çevreye zarar vermeden ortadan kaldırılması gerekir. İşte,
cesedin gömülmesi bu sebepledir.
Ölüm sonrası geride kalan cesedin maddî ve manevî herhangi bir değeri
olmayınca, doğal olarak cesedin içine konulduğu kabrin de herhangi bir değerinin
veya kutsiyetinin olması söz konusu değildir. Çünkü İslâm dini dirileri uyarmak için
vardır, Kur’an dirileri uyarmak için inmiştir:

Ya Sin 69, 70: Ona şiir öğretmedik, zaten bu, ona gerekmez de. Bu, bir öğüt ve
apaçık bir Kur’an’dır.
Diri olan kimseyi uyarsın ve söz inkârcıların zararına
gerçekleşsin diye.

İslâm’da işin aslı bu iken ne yazık ki Müslümanlar, tıpkı İslâm öncesi cahil
müşrik kitleler gibi bazı kimselerin kabirlerine kutsallık vermişler, bu kabirleri
mabetlerin içinde, bitişiğinde veya başka yerlerde türbeleştirmişlerdir.
Müslümanların böyle bir davranış içine girmelerinin sebebi, yukarıda da sözünü
ettiğimiz gibi, hadis kitaplarında yer alan ve peygamberimizin uygulamaları olduğu
iddia edilen bazı rivayetlerdir. Oysa aynı hadis kitaplarında, peygamberimizin kabir
ziyaretlerini önce yasakladığı ve bu yasağı ancak toplumda tevhit bilincinin
geliştiğini gördüğü zaman, insanların dünyaya olan bağlılığını kıracağı ve onlara

37
ölüm sonrasını hatırlatacağı düşüncesiyle kaldırdığı da yazılıdır. Bu durumda, süslü
kabir meraklısı olan ve bu eğilimlerini peygamberimize isnat edilen rivayetlerden
aldıklarını söyleyenlerin, peygamberimizin koyduğu kabir ziyareti yasağını hangi
gerekçe ile kaldırdığını anlatan rivayetlerden haberi olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Çünkü bu rivayetlerde, kabir ziyareti yasağının kalkması bu ziyaretlerin insanlara
ibret olup ders vermesi özelliğine dayandırılmıştır. Buna göre, bütün mezarların
yasağın kalkma gerekçesine uygun olarak ibret verici bir yapıda olmaları
gerekmektedir. Kabirlerin bu amaca hizmet edebilmesi ancak sade ve harap
görünmeleri ile mümkündür. Beton ve mermerden yapılmış şatafatlı kabirler
insanlara ders ve ibret duygusu vermediklerinden, bize göre çirkin/mekruh
sayılmalıdırlar.
Kur’an dışı bir konuda tevhit ilkesine aykırı davranışları peygamberimize isnat
edilen rivayetlerle açıklayan; buna karşılık yukarıda sözünü ettiğimiz kabir yasağı ve
bu yasağın kaldırılmasına dair rivayetleri ise görmezden gelen bazıları, bu yanlışlığı
zaman içinde aşırılık boyutuna vardırmışlardır. Memleketimizin dört bir yanında
olduğu gibi, diğer ülkelerde de yüzlerce örnek sergileyen bu zihniyet, binlerce sene
evvel yaşamış kimselere kabirler tahsis etmiş, bu kabirlerin yanına mescitler/camiler
inşa etmek suretiyle bu kişileri ve mezarlarını kutsallaştırmış, hatta bazı kabirleri
altınla kaplamıştır. Bazı kişiler ise mescit/cami içine veya kenarına gömülerek
“evliya” diye vasıflandırılmıştır. Ne yazık ki, cahil kitleler bu mezarlarda yattığı
kabul edilen kişileri Allah ile aralarında şefaatçi yapmak suretiyle o mezarlara yüz
sürmekte, orada yatanlardan medet ummakta, böylece imanlarını kirletmektedirler.
Bu çirkin davranışlarda bulunanlar ve bu davranışları onaylayanlar kendilerine
dayanak olarak yine uydurulmuş hadisleri göstermekte, bu hadisler arasında yer alan
ve peygamberimizin kabirleri kendilerine mescit edinen Yahudi ve Hıristiyanlara
lânet ettiğine dair olan bir hadisi ise hiç dikkate almamaktadırlar. Bu hadis, Sahih-i
Buhari’de, Kitabü’l-Libas, 19. Bab, 33 numaralı; Kitabü’l-Cenaiz, 61. Bab 86
numaralı ve 96. Bab 144 numaralı hadistir. Dikkate alanlar ise hadisi ana konusunda
değil, peygamberimizin hastalığı anında üzerindeki battaniyeyi yüzüne bir örtüp bir
açması sebebiyle battaniye örtmenin bir sakıncası olmayacağına mesnet olarak ele
almışlardır.
Bize göre, dinle hiç alâkası olmayan uygulamalara din kisvesi giydirenlerin
dikkate almaları gereken bir diğer hadis de, Sahih-i Buhari, Kitabü-s Salat, 48.
Bab’ta yer alan 74 numaralı hadistir. Çünkü hadise göre peygamberimiz,
Habeşistan’da, içinde tasvirler bulunan bir kilise ile ilgili olarak şöyle demiştir: “İşte
onlar kıyamet gününde Allah katında halkın en şerlileridir.” Ama manzaraya
bakıldığında, Allah’ın gönderdiği kılavuz yerine hadis adıyla uydurulmuş rivayetlere
sarılanların, işlerine gelmediği zaman bu rivayetlere de kulak asmadıkları
görülmektedir.
Biz, mescit/cami içlerinde veya kenarlarında bulunan kabir ve türbelerin
tevhidi zedeleyici davranışlara sebep olduğu görüşündeyiz. Gerek peygamberimizin
kabrini, gerekse halk arasında “evliya” olarak şöhret bulmuş Eyüp Sultan, Mevlâna,
Telli Baba ve benzeri kişilerin mezarlarını ziyaret ederek Allah’tan bu kişiler
hürmetine yardım istemek, bu kişilerin şefaatini ummak, İslâm’a göre şirk olan
davranışlardır. Bu sebeple ya mescitlerin kabirlerden uzaklaştırılması, ya da
kabirlerin mescit kenarlarından uzaklara taşınması gerekmektedir.
Her konuda olduğu gibi kabirler ve ölüler konusunda da bizi felâketten
[şirkten] kurtaracak bilgiler Rabbimiz tarafından Kur’an’da verilmiştir:

38
Nahl 20, 21: Allah dışında yakardıklarınız hiçbir şey yaratamazlar. Onların
kendileri yaratılmaktadır.
Hayat bulmaz ölülerdir onlar. Ne zaman diriltileceklerini bile
bilmezler.

Fatır 13, 14: Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine
sokar. Güneş’i ve Ay’ı buyruk altına almıştır. Her biri
belirlenen bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte Rabbiniz Allah bu,
mülk ve yönetim O’nundur. Onun dışında yakardıklarınız ise
bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.
Onlara çağırsanız, çağrınızı duymazlar. Duysalar da size cevap
veremezler. Kıyamet günü de sizin onları ortak koştuğunuzu
inkâr ederler. Hiç kimse sana, Habir olan Allah’ın verdiği gibi
haber veremez.

Fatır 22: Diriler de eşit olmaz, ölüler de. Allah dilediğine işittirir. Ama
sen, kabirdekilere işittiremezsin.

19. Ayet:

Ve şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak ayaklandığı


[harekete geçtiği] zaman onlar [“cinn”den bir grup] onun etrafında
neredeyse bir keçe olacaklar [kenetlenecekler].

Bir önceki ayet gibi bu ayet de surenin başındaki “uhıye” fiilinin naib-i faili
olup cümle şöyle takdir edilmelidir:
De ki: “Bana vahyolundu ki: Şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu [Peygamber]
O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [cinnden bir grup] onun
etrafında neredeyse bir keçe olacaklar [kenetlenecekler].”
Bu ayeti doğru anlamak, “ ‫كححاد يكونححون‬kade yekününe [neredeyse olacaklar]”
ifadesi ile bildirilen davranışı kimin yaptığını doğru tespit etmeye bağlıdır. Bize göre
bu fiilin gizli öznesi, surenin başında zikredilmiş olan “cinnden bir gurup”tur. Bu
durumda ayetten peygamberimize şu bilginin vahyedildiği anlaşılmaktadır: Kur’an’ı
dinlemiş, anlamış ve iman etmiş olarak memleketlerine dönen “cinn” [yabancılar]
grubu, bu vahyi kendilerine tebliğ eden peygamberimizin Allah’a davet ederek
harekete geçmesi durumunda onun çevresinde keçe gibi kenetlenecekler ve ona
yardım edeceklerdir. Nitekim ayette bildirilenler aynen gerçekleşmiş ve bu bir avuç
yabancı daha sonra Ensar diye anılan saygın sahabeler olmuşlardır.
Ayette geçen ve öznesi peygamberimiz olan “ ‫قججام‬kame” fiili “kalkmak”
demektir. Ama bu kalkış “otururken ayağa kalkma” veya “namazda ayakta durma”
manasında olmayıp “kıyam etme, haksızlığa baş kaldırma” anlamındadır. Gerçekte
de peygamberimiz ayetteki “kame” sözcüğünün “kıyam” anlamına uygun bir tarzda
haksızlığa baş kaldırmış ve Kâbe’yi haksızlığa baş kaldırma merkezi yapmıştır.
Bu “başkaldırma” ifadesi “Ashab-ı Kehf” için de kullanılmıştır:

Kehf 14: Ve Biz onlar ayaklanıp da: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin
Rabbidir. Biz, O’nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa
kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz” dediklerinde onların
kalplerini sağlamlaştırdık.

39
20, 21. Ayetler:

De ki: “Ben kesinlikle Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi de O’na ortak
koşmam.”
De ki: “Şüphesiz ben, size bir zarara ve reşâda [iyiliğe, kötülüğe, güzele,
doğruya götürmeye] güç yetiremem.”

Bu ayetlerle insanlara bir tevhit dersi verilmektedir. Şöyle ki:


Peygamberimizin kimseye bir zarara veya reşada güç yetiremeyeceği, yani kişilerin
zarara uğramalarında yahut iyilik bulmalarında peygamberimizin bir rolünün
olmadığı, bizzat peygamberimizin ağzından duyurulmaktadır. Görüldüğü gibi,
insanları doğruya kılavuzlamak elçiye ait bir görev değildir. Bu görev elçinin
getirdiği mesaja aittir.

22, 23. Ayetler:

De ki: “Gerçek şu ki Allah’tan beni, Allah’tan tebliğler ve onun elçiliği


görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O’nun
astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah’a ve onun
elçisine karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyen
kalıcıdırlar.

Klâsik kaynakların hepsi de Mekkeli kodamanların tevhit çağrısı yapan


peygamberimize geldikleri ve ona “Sen büyük ve riskli bir işe soyundun, böylece
herkesin düşmanlığını kazandın. Gel bu işten vazgeç! Biz sana hem yardım ederiz,
hem de seni koruruz” dediklerini kaydetmişlerdir. Yukarıdaki ayetler Mekke
müşriklerinin bu teklifleri üzerine inmiştir.
Peygamberimizin elçilik [tebliğ ve tebyîn] görevlerini yerine getirmekten
başka bir rolünün olmadığı ve ancak bu görevi yaptığı takdirde kendisini
kurtarabileceği yönündeki ifade, peygamberimizin kimseye zarar ve reşada güç
yetiremeyeceğini bildiren 21. ayetteki ifadenin teyidi mahiyetindedir.
23. ayette Allah’ın astlarından bir sığınak bulunamayacağı bildirilerek tevhit
ilkesi vurgulandıktan sonra, Allah ve elçisine karşı çıkanların ebediyen kalmak üzere
cehenneme gönderilecekleri bildirilmiştir. “Allah’a ve elçisine karşı çıkmak”
ifadesinden “ ‫لمجججم‬lemem” denilen basit hatalar ve bilmeden işlenmiş suçlar
anlaşılmamalıdır. Bu ifade ile kastedilen, “Allah’a ve elçisine savaş açmak”tır. Zaten
Allah’a ve elçisine karşı çıkmaya uygun görülen ceza da, affedilmeyeceği bildirilen
şirk ve küfür suçlarına verilecek ceza ile aynıdır. Bu ceza “cehennem ateşi” ve
“cehennemde ebediyen kalmak”tır.

24. Ayet:

Nihayet tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı yönünden en


zayıf ve sayıca da daha az olduğunu hemen bileceklerdir.

Bu ayet, Allah’ın elçisine “Gel bu davadan vazgeç!” şeklinde üstü kapalı


tehditler savuran Mekke kodamanlarına bir uyarı mesajıdır. Tehdit edildikleri şeyi
gördükleri zaman, yardımcı yönünden kimin en zayıf ve sayıca daha az olduğunu
hemen bilecekler ama iş işten geçmiş olacaktır. Malları, askerleri ve çevreleri hiçbir
işe yaramayacaktır.

40
Burada müşriklerin sadece ahiretteki ceza ile tehdit edildiklerini düşünmek
bize göre mesajın eksik anlaşılması demektir. Onların bu dünyada karşılaşacakları
hezimetler, rezillikler de bu tehdit kapsamındadır. Nitekim bu inkarcılar Bedir
Savaşında sayıları ve imkânları itibariyle kendilerinden kat kat az olan Müslümanlar
karşısında perişan olmuşlardır.

25–28. Ayetler:

De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir
süre mi kılacak ben bilmiyorum. (Rabbim) Bütün gaybi bilendir. Ve de
elçilerden seçip memnun olduğu kişi müstesna, gaybine hiçbir kimseyi muttali
kılmaz. Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini
bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar. O,
onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır.”

Bu ayet grubunda tevhit ilkeleri ön plânda olmak üzere Allah-elçi-vahy


ilişkisine değinilmiş, ayrıca gaybe ait bilgilerin Allah katında olduğu, Allah’ın bu
bilgilerden bazılarını ancak kendi seçtiği ve hoşnut olduğu elçilerine vahyederek
öğrettiği, bunun dışında kimsenin gaybe dair bir şey bilemeyeceği ve Allah’ın hem
vahyini hem de elçilerini koruduğu açıklanmıştır.
Ayrı bir necm olan bu ayet grubu, “De ki” ifadesiyle başladığı için, o tarihte
yaşanmış bir olaya cevap niteliğindedir. Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre, söz
konusu olay, 22. ve 23. ayetlerin tebliğinden sonra Mekke ileri gelenlerinden Nadr
b. El-Haris’in peygamberimize gelerek küstahça “Bu bizi tehdit ettiğin şey ne zaman
gelecek?” diye sormasıdır. Nadr, yönelttiği soruyla bu tehditlere inanmadığını ve
inanmayacağını belirterek bir bakıma vahye kafa tutmaya kalkışmıştır. Bu ayet
gurubunun “O tehdit olunduğunuz …” diye başlamasının sebebi, klâsik kaynaklarda
bu olayla açıklanmıştır.
Bu ayetin bir benzeri de Enbiya suresinde yer almıştır:

Enbiya 109: Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse, de ki: “Size dosdoğru
açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı
bilmiyorum.”

ALLAH’IN RAZI OLDUĞU PEYGAMBERLERE “GAYB”İ BİLDİRMESİ:

Rabbimizin bazı gayb haberlerini, seçtiği ve kendilerinden razı olduğu elçilere


bildireceği bu ayetlerden başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Âl-i Imran 179: Allah, murdar olanı temiz olandan ayırt edinceye kadar
müminleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde
[durumda] bırakacak değildir. Allah sizleri gayb üzerine muttali
kılacak da değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer.
Öyleyse siz de Allah’a ve elçisine iman edin. Eğer iman eder ve
takvalı davranırsanız, sizin için büyük bir ecir vardır.

Yusuf 86: Dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a
arz ederim. Ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah’tan biliyorum.

41
Yüce Allah Medine’de geçen konuşmaları nasıl bu surede peygamberimize
vahyederek bildirmiş ise, dilediği bazı gayb haberlerini de elçilerine o şekilde
vahyederek bildirmiştir. Rabbimizin bildirdiği bu haberler, elçilerin daha önce
bilmediği haberlerdir. Elçiler de görevleri gereği, kendilerine vahyedilen haberleri
Allah’ın mesajı olarak insanlığa iletirler. Bunun böyle olduğunu gösteren Kur’an’da
daha birçok ayet vardır:

Âl-i Imran 44: Bunlar [Imran ailesi, Meryem ve Zekeriyya ile ilgili
anlatılanlar] gayb haberlerindendir. Bunları sana vahyediyoruz.
Çünkü onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye
kalemlerini atarlarken [kur’a çekerlerken] sen yanlarında
değildin. Onlar çekişirlerken de sen yanlarında değildin.

Hud 49: Bunlar [Nuh ile ilgili anlatılanlar], sana vahyettiğimiz gayb
haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce
bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz akıbet, takvalı
davrananlarındır.

Yusuf 102: İşte bunlar [Yusuf ile ilgili anlatılanlar] sana vahyettiğimiz
gayb haberlerindendir. Onlar işlerine birlikte karar verip tuzak
kurarlarken sen yanlarında değildin.

Kasas 44–46: Biz Musa’ya o emri yerine getirttiğimizde, sen batı tarafında
değildin. Sen tanıklardan da değildin.
Ancak Biz birçok nesiller inşa ettik de onların üzerine ömürler
uzayıp geçti. Ve sen Medyen içinde yaşayıp da ayetlerimizi
onlardan okuyarak öğrenmiş değilsin. Ancak gönderen Biziz.
Seslendiğimiz zaman da sen Tur’un yanında değildin. Ancak
Rabbinden bir rahmet olmak üzere senden önce kendilerine bir
uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için. Umulur ki, öğüt
alıp düşünürler diye.

Âl-i Imran 49: Ve onu İsrailoğullarına bir elçi yapacak: “Şu bir gerçek ki, ben
size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben, çamurdan kuş
görünümünde bir şey yapar, ona üflerim de Allah’ın izniyle o
kuş oluverir. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, ölüleri Allah’ın
izniyle diriltirim. Evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi
size haber veririm. Eğer inananlarsanız bunda sizin için
kesinlikle bir mucize vardır. Tevrat’tan önümde bulunanı
doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest
edeceğim. Rabbinizden bir mucize de getirdim size. Artık
Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin.”

Allah’ın, razı olduğu elçilerine gelecekteki olayların görüntülerini görme ve bu


görüntüleri tevil etme ayrıcalığı tanımak suretiyle gaybi bildirdiğine dair de örnekler
vardır. Meselâ Yüce Allah Yusuf peygambere “Ehadisin tevilini” öğretmiş, Yusuf
peygamber de bu sayede zindan arkadaşlarının gördükleri görüntüleri ve hükümdarın
gördüğü görüntüyü doğru açıklamıştır. Başka bir ifade ile Yusuf peygamber, Allah’ın
kendisine öğrettikleri ile geleceğe ait görüntüleri tevil etmiş ve o görüntülerin neleri
ifade ettiğini bilmiştir. Bu olayların ayrıntıları Yusuf suresinin 36-49. ayetlerindedir.

42
Allah’ın geleceğe ait görüntüleri göstermek suretiyle gaybten bilgi vermesinin bir
örneği de peygamberimizle ilgilidir. Fetih suresinin 27. ayetinden anlaşıldığına göre,
Rabbimiz, Mekke’yi fethedeceğinin görüntülerini peygamberimize önceden
göstermiştir. Böylece peygamberimiz, gayb haberi mahiyetinde olan bu görüntüler
sayesinde fethi önceden bilmiştir:

Fetih 27: Ant olsun ki Allah, elçisine o görüntüyü hakk ile doğru çıkardı.
Siz, Allah dilerse kesinlikle, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş
ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a
gireceksiniz. Öyleyse O [Allah], sizin bilmediğinizi bilir. Sonra
da bundan önce size yakın bir fetih verdi.

Allah’ın Kur’an’daki bu açıklamalarına rağmen bazı gafiller peygamberimizin


“gayb”i bildiğine dair kitaplar yazmışlar, bazıları da yazılan kitaplardan derlemeler
yapmışlardır. Ama yukarıdaki ayetlerle de sabittir ki, Kur’an’da bildirilenler
haricinde peygamberimize izafe edilen “gayb”i bilme haberlerinin tümü yalan ve
uydurmadır.
Allah’ın mesajında yer alan bunca ayete rağmen hâlâ peygamberimizin gaybi
bildiğini iddia eden ve bu asılsız iddiaya inanan insanlar, bize göre ya Kur’an
okumamışlardır veya okudukları hâlde yukarıdaki ayetlere itibar etmemektedirler.
Bu insanlar Allah’ın bahşettiği ve insan olma ayrıcalığının yegâne göstergesi olan
akıllarını biraz işletseler Allah’ın cehennem vaadine muhatap olmaktan kolayca
kurtulabilirler.
Peygamberimizin gaybi bilmediğine dair geniş açıklama ve örnekler içeren bir
incelememiz, A’raf Suresinin sonunda “Gaybe Dair” başlığıyla ek olarak verilmiştir.
Bu yazımızın tekrar okunmasında yarar görüyoruz.
25-28. ayetler grubundaki “Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi
tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından]
gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı
ile saymıştır” ifadesiyle, Allah’ın emir ve vahiyleri kuşattığı, O’nun ilminin dışında
bir şeyin olmadığı açıklanmıştır. Bu husus En’âm suresinde daha ayrıntılı olarak
verilmiştir:

En’âm 59: Ve gaybin anahtarları yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka


hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O.
O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki
bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta
bulunmasın.

Allah’ın vahyini ve elçisini koruduğu hususu ise farklı zamanlarda farklı


ifadelerle tekrarlanmıştır:

Hicr 9: Hiç kuşkusuz Biz, o “Zikr”i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz
onun için koruyucularız.

Maide 67: Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu
yapmazsan O’nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine
getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır.
Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.

43
Hakkah 44–47: Eğer o [elçi; Muhammed] bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak
ortaya sürseydi,
Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık [tüm gücünü alırdık].
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.

Hacc 52: Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik
ki, o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler
atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın attığı şeyleri
giderir. Sonra da Allah, ayetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve
Allah Alim’dir [her şeyi en iyi bilendir], Hakim’dir [yasalar
koyan, güçlendirendir].

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

44

You might also like