You are on page 1of 8

19 FİL SURESİ

[FİL]

SURESİ

FİL SURESİNE GİRİŞ

Fil suresi Mekke'de 19. sırada inmiştir. Surenin iniş tarihinin M.S. 615 olduğu tahmin
edilmektedir. Bu sureden önce inen Kâfirun suresi ile arasında fazla bir zaman aralığı
bulunmadığı bilinmektedir. O dönemde Müslümanların sayısı daha 40'ı bile bulmamış, Ömer
ile Hamza henüz Müslüman olmamışlardır. [Ömer ve Hamza, iki Habeşistan hicreti
arasındaki dönemde, M.S. 616 yılında Müslüman olmuşlardır.]
Bu dönem, Müslümanlarla kâfirler arasındaki dengenin kâfirler lehine olduğu,
kâfirlerin varlıklı, güçlü ve üstün oldukları bir dönemdir. Çünkü İslâm'a girenler arasında
temiz vicdanlı zenginler azınlıkta olup Müslüman olanların çoğu dünya malına sahip olmayan
varlıksız kimselerdir. Böyle bir ortamda Kâfirun suresi inmiş ve Müslüman olmayanlara
“Eyyühe’l-kâfirûn” diye hitap edilerek müminlere saflarını onlardan ayırma vaktinin geldiği,
herkesin kendi dinini/düzenini yaşaması gerektiği bildirilmiştir.

Surenin İniş Sebebi

Kâfirun suresi ile yapılan bu bildiriden sonra, kâfirler artık peygamberimizle yapmayı
düşündükleri uzlaşmadan/anlaşmadan tamamen ümitlerini kesmişler ve yeni bir strateji
belirlemeye karar vermişlerdir. Maddeci, ahiret inkârcısı ve ahlâksız kâfirler [Kureyş'in ileri
gelenleri], çıkarları gereği putçuluğu devam ettirmek azminde oldukları için tüm putları
reddeden Müslümanlığı kendi çıkarları açısından tehlikeli bulmuşlar, İslam’ın ilerlemesine
engel olmayı yeni stratejileri olarak benimsemişlerdir.
İlk zamanlar Haşimîlerden çekindikleri için Ebutalib'in himayesinde peygamberimizin
hayatına müdahale edemeyen Kureyşliler, artık sadece “mecnun, kâhin, şair” gibi ifadelerle
yetinmeyip fiziksel saldırılara da başlamışlardı. Bu saldırılarını Ukbe'nin Kâbe'de yaptığı gibi,
peygamberimizi boğma girişiminde bulunacak kadar ileri götürmüşlerdi.
Yeni stratejileri gereği, herkesin gözünü korkutarak Müslümanlığın ilerlemesine engel
olmayı amaç edinen Kureyşliler, kabilesi güçlü olan Müslümanlara dokunamamalarına
karşılık, kimsesizlere, özellikle köle ve cariyelere, sonu ölümlerle biten işkenceler
uygulamışlardır. Giderek artan bu işkenceler karşısında, Müslümanların bir kısmı dinlerini
gizlemek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde peygamberimiz ve beraberindekilerin içinde
bulundukları korku ve çaresizlik, daha sonra Bakara suresinin 214. ayetinde başkalarına örnek
olarak anlatılmıştır.
İşte, peygamberimiz ve Müslümanlar bu sıkıntılar içindeyken gerekli manevî destek
onlara bu sure ile verilmiş; Allah'a inanıp buyruklarını yerine getirenlerin, hakka inanmalarına
rağmen güçsüz oldukları için zalimlere karşı çıkamayanların korkmamaları gerektiği, Allah'ın
onları koruyacağı ve onlara yardım edeceği bildirilmiştir. Ayrıca bu surede, Allah'ın
buyruklarına karşı gelenlerin, inananlara ve zayıflara saldırıda bulunarak zulmedenlerin,
güçleri ne olursa olsun Allah'ın cezalandırması karşısında yok olup gidecekleri de
vurgulanmıştır. Peygamberimiz ve çevresindeki Müslümanları rahatlatan, Allah ve elçileri
tarafında olanların mutlaka galip geleceğini bildiren bu ifadeler, daha sonra Mücadele
suresinde şöyle tekrarlanmıştır:

1
Mücadele; 20, 21: Allah'a ve elçisine kafa tutanlar en aşağılık kişiler
arasındadırlar.
Allah, “Ben ve elçilerim mutlaka galip geleceğiz” diye
yazmıştır.
Allah çok güçlüdür, Aziz'dir.

19/ FİL [FİL] SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin meali:

1 - Görmedin mi nasıl etti Rabbin ashab-ı file!


2 - Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
3 - Onların üzerlerine öbek öbek uçanlar [bulutlar, boran] göndermedi mi?
4 - Ki onlara pişmiş taşlar ile birlikte büyük taneli yağmur yağdırıyorlardı.
5 - Sonunda onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi.

Ayetlerin Tahlili

1. Ayet:

Görmedin mi nasıl etti Rabbin Ashab-ı Fil’e,

Tarihi kaynaklara göre “Fil olayı”, bu surenin inişinden 45 veya 46 yıl önce meydana
gelmiştir. Böyle olmasına rağmen sure, sanki olay yeni meydana gelmiş ve herkes de görmüş
gibi “‫ الم تر‬görmedin mi?” ifadesi ile başlamıştır. Bunun sebebi, “fil olayı”nı gören, yaşayan
insanların sayısının çok olmasıdır. Rivayetlere göre, surenin iniş yıllarında yaşları 50'nin
üzerinde olup bu olayı hatırlayanlar olduğu gibi, “Ashab-ı Fil”e mensup olup bizzat olayı
yaşamış ve sakatlığı sebebiyle ülkesine geri dönememiş kimseler de vardır.
Bir olayı ne kadar çok insan görmüş ve yaşamışsa, o olayın meydana gelişi hakkındaki
rivayetlerin yalan olma ihtimali o kadar zayıftır. Tevatüren sabit ve kanıtlanmış olaylar için
“duymadın mı” yerine “görmedin mi, görmüyor musun?” gibi ifadeler, Arapçada olduğu gibi
pek çok dilde de kullanılmaktadır. Bu soru tıpkı Mâûn suresindeki gibi cevabı beklenen bir
soru olmayıp teaccüp [hayret] uyandıran bir soru şeklidir. Bir bakıma ayet “Onlardan
korkman, çekinmen şaşılacak şey! Korkma, bak Rabbin Fil Ashabını ne hâle getirdi!
Gerekirse onları da, senin düşmanlarını da yok ediverir” anlamında bir uyarı ifade etmektedir.
Bu ifade tarzının ayrıca geleceğe yönelik mucize bir mesaj olma ihtimali de mevcuttur.
Belki de ilerideki bir tarihte yapılacak arkeolojik araştırmalar sırasında “Ashab-ı Fil”in
yeraltındaki kalıntıları bulunacak, bu kalıntılar firavunun cesedi gibi müzelerde sergilenecek,
bu olayın gerçekliği bir başka yolla daha gün ışığına çıkacaktır.

2
Ashab-ı Fil

“Ashab-ı fil” tamlamasının sözcük anlamı “fil arkadaşları”dır. Fil Ashabı, Kur'an'a
göre, kötü plânları sebebiyle Allah tarafından helâk edilmiş bir topluluktur. Arap ve İslâm
kaynaklarından olan İbn İshak'ın es-Siret; İbn Hişam'ın es-Siret; Taberi'nin Tarihü’l-Ümem
ve’l-Mülük gibi eserlerine göre “Ashab-ı Fil”, Habeşistan'ın Yemen valisi Ebrehe'nin komuta
ettiği, heybetini arttırmak için önünde Habeşistan'dan getirilmiş bir filin yürütüldüğü orduya
verilen isimdir.
Tarihî kaynaklara göre VI. yüzyılın ortalarında Habeşistan'ın Yemen valisi olan
Ebrehe, Arapların Kâbe'ye olan saygılarını görmüş, dinî, siyasî ve ekonomik amaçlarla San'â
şehrinde “el-Kulleys” adında gösterişli bir kilise yaptırmış ve yayınladığı bir bildiri ile
Arapları bu kiliseyi ziyarete çağırmıştır. Bu davet Araplar tarafından kabul görmediği gibi
Ebrehe'nin kilisesi de bir Arap tarafından hakaret maksadıyla kirletilmiştir. Buna çok
öfkelenen Ebrehe, Kâbe'yi yıkmak amacıyla ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürümüştür.
Ordunun başında yürüyen fil dolayısıyla bu olaya “Fil Olayı”, olayın vuku bulduğu seneye de
“Fil Senesi” denmiştir.
Bakara suresinin 127. ayetinden öğrendiğimize göre, oğlu İsmail ile birlikte İbrahim
peygamber tarafından inşa edilen tavansız, küçük ve dört köşe olduğu için Kâbe diye
adlandırılan Beytullah, yine Kur'an'dan öğrendiğimize göre Allah'ın İbrahim peygambere
vahyi doğrultusunda, insanların ziyaret yeri olarak ilân edilmiştir (Hacc; 27). Kur'an'da “‫بيتى‬
Beytî [Evim], Beytullah [Allah’ın Evi], (Bakara 125, Hacc 26), “‫ بيت العتيق‬Beytü'l-Atik” [Eski
Ev] gibi isimler verilen Kâbe, içinde bulunduğu kent olan Mekke'ye de “‫ اّم القراء‬Ümmü'l-
Kurâ” [Kentlerin Anası, Anakent], (En'âm 92), “Beledü'l-Emin” [Güvenli Kent] (Tin 3) gibi
nitelikler kazandırmıştır.
Yaptırdığı kilisenin bir Arap tarafından kirletilmesine son derece öfkelenen Ebrehe,
karşılık olarak Araplar arasında “Allah'ın evi” denilen ve emin bir yer olduğu inancı yaygın
olan Kâbe'yi yıkmaya karar vermiştir. Saldırı öncesinde Abdülmuttalib'in o güne kadar
Kâbe'ye hiç kimsenin saldırmadığı ve kendisinin de saldırmaması gerektiği yolundaki
uyarılarına karşı, Kâbe'yi yıkarak onun “emin ev” olma özelliğini de yıkacağını söyleyen
Ebrehe, Kâbe'yi Allah'ın bile elinden alamayacağını da sözlerine ekleyerek büyüklenmiştir.
O tarihte Arabistan yarımadasının ortasında, kendi aralarında bitmek bilmeyen
savaşlar süren bedevi Arap kabileleri yaşamaktaydı. Birbirlerine bile üstünlük sağlayamamış
bu kabileler, kutsal saydıkları evlerinin yıkılmasını önlemek için münferit karşı koyma
hareketlerine girişmişlerse de, Ebrehe'nin güçlü ordusu karşısında yenilip dağılmışlardır.
Böylece, ancak küçük direnişlerle karşılaşan ve onları kolaylıkla bertaraf eden Ebrehe, Mekke
yakınlarına gelmiştir. Kâbe'nin yıkılmasına halkın direniş göstermemesi hâlinde kimseye
dokunmayacağını vadeden, aksi takdirde bütün şehri yıkacağı ihtarında bulunan Ebrehe,
ikazına uyan halkın şehri boşaltmasına izin vermiştir.
Ertesi sabah Mekke'ye girmek üzere hareket eden Ebrehe'nin ordusu, Müzdelife ile
Mina arasındaki Mahasab vadisi yakınında, Muassıb denilen yerde iken, ayetlerde anlatıldığı
gibi müthiş bir afet ile helâk olmuştur. Ebrehe ve ordusunun helâk olması her yerde
duyulmuş, bu olay nedeniyle Kureyş itibar kazanmış ve Kureyş'in kervanları gittikleri her
yerde âdeta dokunulmazlık elde etmiştir.
Tarihi kaynaklara göre M.S. 571 yılında cereyan eden bu olay üzerine, müşrik
Mekkeliler on yıl kadar sadece “Tek Allah'a” iman edip putlarını Kâbe'den kaldırmışlar fakat
daha sonra yine eski âdetlerine dönmüşlerdir.

2. Ayet:

3
Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?

Yani; “Tıpkı yolunu şaşırıp aradığına ulaşamayan insan gibi, onların düzenlerinin
yönünü şaşırtmadı mı? Hedefinden ve amacından saptırmadı mı?”
Burada Kureyş'e, güçlü olan Ashab-ı Fil’e karşı âciz kaldıkları bir sırada Kâbe'yi
koruyup himaye eden Allah'ın bu nimeti hatırlatılmaktadır. Başka bir ifade ile; daha önce
kendi evine saldırmak isteyenleri ezip geçen Allah'ın, elçisine ve inanmış azınlığa karşı kendi
güçleri ile gururlananları da ezip geçeceği ihtar edilmektedir.

3. Ayet:

Rabbin onların üzerlerine grup grup uçanlar [bulutlar]


göndermedi mi?

Ayette geçen “‫ طير‬tayr”, “‫ طائر‬tâir” sözcüğünün çoğuludur. “‫ طائر‬Tâir”, sözlüklerde


“havada kanatla uçan varlık” olarak bildirilmiştir. Yani sözcüğün vazı' [ilk] anlamında
“kanatla uçmak” söz konusu olup kanatsız uçma anlamı içermiyor demektir. Eski müfessirler
bu anlama itibar ederek ayete “Üzerlerine sürü halinde kuşlar göndermedi mi?” manası
vermişlerdir. Buna bağlı olarak da sure ile ilgili yüzeysel yorumlar yapılmıştır:
Kimileri “Bu sure mucez [az öz ifadeli] bir suredir, olayla ilgili fazla detay yoktur,
çünkü surenin ana teması olaydaki detay değil olayın sonucudur, yani o günün süper dev
gücünün hakka zarar verme teşebbüsünün sonuçsuz bırakılması ve yok olmasıdır” demişler ve
ayetlerin tamamını anlamayı gereksiz görerek “Ayetlerin bu kadarını anlayıp tamamını
anlamasak da olur” deyip işin içinden çıkmışlardır.
Kimileri de Allah'ın “Ashab-ı Kehf” kıssasında mağara arkadaşlarının sayısını kapalı
bıraktığı gibi bu konuyu da kapalı bıraktığını, konu hakkında fikir yürütmenin
gayba/karanlığa taş atma anlamına geleceğini [boş, kanıtsız sözlerden başka bir şey
olmayacağını] ileri sürmüşler ve her iki konunun kapalı bırakılmasında hikmetler olacağını
beyan edip ayetleri anlamaya gayret göstermemişlerdir.
Muhammed Abduh ve arkadaşları ise, 3. ayetteki “‫ طير‬tayr [uçanlar]” sözcüğünün,
mikrop taşıyan sivrisinekler olduğunu ve bu küçük canlıların Habeşli askerler üzerine mikrop
saçmış olabileceklerini ileri sürmüşlerdir. Bu kanaatlerine sağ kalan askerler arasında çiçek ve
veba gibi hastalıkların baş göstermiş olduğunu kaydeden tarihi belgeleri delil olarak
göstermişlerdir. [İbn Hişam, bu olaydan sonra ilk defa bu bölgede çiçek ve kızamık
hastalıklarının görüldüğünü nakleder. İbn Hişam, es-Sîratü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I-II,
43-62]
Hamidüddin Ferahi ise, 4. ayetteki “termîhim” fiilinin failinin “gördün mü" ifadesi ile
muhatap alınan Mekkeliler ve diğer Araplar olduğunu söylemiş, kuşlar hakkında da onların
taş atmadıklarını, aslında Fil Ashabının cesetlerini yemek için geldiklerini belirtmiştir. Ona
göre “Abdulmuttalib'in Ebrehe'nin yanına giderek Kâbe hakkında konuşmak yerine develerini
talep etmesi” ve “Kureyşliler ile hacc için gelmiş diğer Arapların Ebrehe'nin hücumuna karşı
koymayarak Kâbe'yi Allah'ın takdirine bırakıp dağlara çekilmeleri” hakkındaki rivayetler
kabule şayan değildir. Bu olayın gerçek seyri ona göre şöyledir: Araplar Ebrehe'nin
askerlerini taşlamışlar, Allah da tufan göndererek taşlar yağdırmış ve Ebrehe'nin askerlerini
helâk etmiştir. Allah daha sonra da askerlerin cesetlerini yemeleri için kuşlar göndermiştir.
Hemen fark edileceği gibi bu açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Zira bu
açıklamaya göre surenin ayet diziminin şöyle olması gerekirdi: “Onlara pişirilmiş taşlar
atmıştınız. Sonra Allah onları yenilmiş ekin gibi yapmıştı ve üzerlerine kuş sürüleri
göndermişti.” Ama görülmektedir ki, Allah önce kuş sürülerini zikretmiş, hemen sonra

4
üzerlerine pişirilmiş taş yağdırıldığını belirtmiş, daha sonra da onların yenilmiş ekin haline
döndüklerini açıklamıştır.
Kimilerine göre de Ebrehe'nin ordusunun yanı başında yanardağ patlaması olmuştur.
Yanardağdan üzerlerine lâvlar yağmış, bu lavlar onları yakıp yok etmiştir.
Bizim bu sure hakkındaki görüşümüz şudur: Yakın geçmişte cereyan etmiş bir olayı
anlatan bu sure müteşabih ayet içermemekte ve herhangi bir tevile ihtiyaç göstermemektedir.
Çünkü o gün için Mekke'de gerek Fil Ashabına mensup olanlardan ve gerekse Mekkelilerden
olayın canlı tanığı olan kimseler vardır. Dolayısıyla bu ayetlerin müteşabihliği söz konusu
değildir. Sure, peygamberimiz, arkadaşları ve o günün tüm insanları tarafından gayet iyi ve
net bir şekilde anlaşılmıştır.
Bu ayetin müteşabih kabul edilerek üzerinde fazla durulmaması veya yapılan
açıklamaların tutarsız ve yanlış oluşu, “‫ طير‬tayr” sözcüğünün “kuşlar” olarak anlaşılmasından
kaynaklanmaktadır. Buna benzer bir yanlış da ileride Neml suresinde “hüdhüd” sözcüğünün
“kuş” olarak değerlendirilmesi şeklinde karşımıza çıkacaktır.
“‫ طييير‬Tayr” sözcüğüne “iki kanatla uçmak” anlamının verilmesi aslında Kur'an'a
uymamaktadır. Çünkü En'âm suresinin 38. ayetinde “Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki
kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi de sizin gibi birer ümmettir”
denilmektedir. Bu ayette geçen “‫ يطيييير‬Yetıru” fiili sadece “uçar” anlamında olup
“kanatlarıyla/iki kanadıyla” uçtuğu anlamı verilmek için ayrıca “‫ بجنيياحين‬bi cenahayni”
sözcüğü ilave edilmiştir. Eğer “‫ طير‬tayr” sözcüğü “kanatlarıyla uçar” anlamında olsaydı, “
‫ بجناحين‬bi cenahayni” sözcüğüne gerek kalmaz, “iki kanadıyla” ifadesi ayette zikredilmezdi.
Bu durumda “‫ طير‬tayr” sözcüğünden “iki kanatla uçan kuşlar” anlamı çıkarmak yanlıştır.
Arapça'da bazı sözcükler özel anlamlar ifade eder. Örnek olarak “isra” sözcüğü, “gece
yürüyüşü” demektir, sadece “yürümek” anlamına gelmez. “Tayr” sözcüğü de iddia edildiği
gibi “iki kanatla uçmak” anlamına gelmez, En'âm suresinin 38. ayetinin gösterdiği gibi sadece
“uçmak” anlamına gelir.
Sözcüğün Kur'an'a uygun olan bu anlamı esas alındığında, Nahl suresinin 79. ayetinde
de geçen “tayr” sözcüğünü “kuşlar” anlamında değil, “bulutlar” anlamında kabul etmek daha
isabetli olacaktır.

Nahl 79: Gök boşluğunda, bir emre boyun eğdirilmiş olan uçanlara
[kuşlara, bulutlara] bakmadılar mı? Onları Allah'tan başkası
tutmuyor. Bunda, inanan bir kavim/halk için elbette ki ayetler
[açık kanıtlar] vardır.

Yine Mülk suresinin 19. ayetindeki “‫ صّفات‬saffat” ve “‫ يقبضن‬yagbidne” sözcüklerine


gerçek anlamları verilirse bu konu daha iyi anlaşılacaktır. Bugüne kadar tefsirciler ve
dilbilimciler tarafından “sürüler, topluluklar, öbek öbek, gruplar” şeklinde çevrilen “ebabil”
sözcüğü için de bu anlam kabul edilebilir.

4. Ayet:

Ki onlara pişmiş taşlar ile birlikte büyük taneli yağmur


yağdırıyorlardı.

Tefsirlerin tümünde “‫ ترميهم‬termîhim” fiili, “‫ رمى‬remyün” mastarından türetilen “fiili


müzari, müfred, müennes” bir kalıp olarak alınmıştır. Fiilin kök anlamı “atmak”tır. Taş
atmak, ok atmak gibi işler “remy” ile ifade edildiği gibi, “‫ مرمى‬mermi” sözcüğü de bu kökten
türetilmiştir. “Remy” ayrıca istiare yoluyla “sövmek” ve “iftira atmak” anlamlarında da
kullanılmaktadır (Nur 4, 6, 23).

5
“‫ ترميهم‬Termîhim” fiilinin kökü “‫ رمى‬remyün” olarak kabul edilince, doğal olarak
ayet “Ki bunlar onlara ateşte pişmiş taşlar atıyorlardı” şeklinde açıklanmakta, bu açıklama da
atılan şeylerin ne olduğu hakkında yorumculara “atmak” fiili ile ilgili hayalî çağrışımlar
yaptırmaktadır.
Mukatil'e göre; “Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere üç taş atıyordu.
Öldürecekleri kişinin isimleri üzerinde yazılı olan bu taşlar o adamı öldürüyordu. Taşlar
düştüğü yeri delip öte taraftan çıkıyordu. Mesela; eğer bir kimsenin başına düşmüşse, onun
makatından çıkıyordu.”
İkrime, İbn Abbas'tan: “O taşlar herhangi birinin üzerine düştüğünde orada bir
kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana
geliyordu. Bu taşların en küçüğü mercimek, en büyüğü ise nohut kadardı” (Râzî).
Biz bu olayın tefsirlerdeki bildik açıklamalardan farklı cereyan ettiği görüşündeyiz.
Bunu izah etmeden önce ayetteki şu üç hususun öncelikle incelenmesi gerekir:
Birinci husus “‫ ترميهييم‬termîhim” fiilinin hangi kökten türediğidir. Arapça lügat
kitaplarına göre “termîhim” fiilinin yine “‫ ر م ى‬r-m-y” harflerinden oluşan fakat mim harfi
esre olarak okunan “remiyün” sözcüğünden de türemiş olması mümkündür. İsim olarak
“yağmuru iri ve yere sert inen bulut” anlamına gelen bu sözcük filleştirilirse, “bulut iri ve yere
sert inen yağmuru yağdırıyor” demek olur. Ayrıca “rmy” sözcüğünü “atmak” anlamında alıp
bulutların taş atmalarını mecaz olarak “Taş yağdırmak” anlamıyla anlamanın da herhangi bir
sakıncası yoktur.
İkinci husus, “‫ بحجييارة‬bi hicaretin” ifadesinin başındaki “‫ ب‬be” harf-i cerrinin,
cümleye kattığı anlamdır. Nahv ilminde “harf-i cer” denilen “be” edatı [bağlandığı sözcükte
“bi” olarak okunur], cümleye “ilsak, teaddiye, sebebiyye, istiane, musahabe, bedel, mükabele,
kasem, tefdiye” anlamları katar. Bu ayeti yorumlayanlar ve çevirenler bugüne kadar “be”
edatının cümleye “ilsak [mecazi]” anlam kattığını kabul etmişler ve ifadeyi “pişmiş taşları”
olarak manalandırmışlardır. Bize göre ise bu edat cümleye “‫ مصياحبة‬musahabe [yoldaşlık,
birliktelik]” anlamı katmakta olup “pişmiş taşlar ile birlikte” şeklinde manalandırılmalıdır.
Üçüncü husus “‫جيل‬ ّ ‫ س ي‬siccil” sözcüğünün Kur'an'daki kullanımlarıdır. Biz, “Siccil”
sözcüğünün eski Farsça'dan [Pehlevîce] Arapça'ya geçmiş bir sözcük olduğu ve aslının da
“seng-i gil [kilden, topraktan yapılmış pişmiş taş]” anlamına geldiği hakkında bir itirazda
bulunmuyoruz. Sadece bu sözcüğün Kur'an'ın başka ayetlerindeki kullanımına da dikkat
çekmek istiyoruz. “Siccil” sözcüğü, konumuz olan bu ayet dışında Kur'an'da iki yerde daha
geçmektedir:

Hud 82: Nihayet emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve


üzerlerine, istif edilmiş, pişmiş çamurdan taşlar yağdırdık.

Hıcr 74: O kentin üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine pişmiş


çamurdan taşlar yağdırdık.”

“Yerin üstünün altına getirildiği”ni anlatan bu ifadelerin, Hıcr suresinin 73. ayetinde
geçen “Sonra, şafakla birlikte çığlık/uğultu onları yakalayıverdi” ifadesi ile birlikte
düşünülmesi hâlinde, ayetlerde anlatılanın bir volkan patlaması ve onunla eşzamanlı bir
deprem olduğu kanaati oluşmaktadır. Nitekim Hud suresinin 82. ayetinde “‫ منضود‬mendudin
[istiflenmiş]” sözcüğü ile nitelenen “pişmiş çamurdan yapılan taşlar” ifadesi, âdeta bir
yanardağın püskürttüğü lâvların [cüruf] yığınlar oluşturduğunu anlatmaktadır. Şu hâlde,
Kur'an'ın yukarıdaki ayetlerde “siccilden taşlar” ifadesini “lâv [cüruf]” anlamında
kullanmasından yola çıkarak “siccilden taşlar”ın bu ayette de aynı anlamda kullanıldığını
çıkarsamak mümkündür. Bu durumda, bir yanardağ ifrazatı olan “siccil taşları”nın rüzgâr

6
yardımı ile taşınıp şiddetli bir yağmur ile birlikte “Fil Ashabı”nın üzerine yağmış olması
ihtimal dâhiline girmektedir.
Yukarıdaki hususlar dikkate alınarak 3. ve 4. ayetleri şu şekilde ifade etmemiz
mümkün olmaktadır:

Fil 3 4: Ki [gönderilen öbek öbek bulutlar] onlara lâvlar [cüruf, pişmiş


taşlar] ile birlikte büyük taneli, sert yağmur yağdırıyorlardı.

Özetle, bu iki ayetten şu anlaşılmaktadır: Rabbimiz “Fil Ashabı”nın üzerine iri taneli,
sert yağmur yağdıran bulutlar yollamıştır. Bu bulut, “boran”dır. Kur’an’daki açıklamalara
göre, yağmur ve fırtına Allah'ın ordularındandır. Müminler birçok savaşta bu orduların
yardımı ile zafer kazanmışlardır. Boran, olay yerine ulaşırken yol boyunca volkanik dağlardan
toparladığı “siccilden taşları [pişmiş taşları, cürufları]” olay mahallinde yağmuruyla,
dolusuyla birlikte “Fil Ashabı”nın üzerine yağdırmıştır.
Boran denen afet, yıldırım, çakım, gök gürültüsü, kuvvetli rüzgâr, sağanak hâlinde
yağmur veya dolu ile birlikte beliren şiddetli bir atmosfer olayıdır. Genellikle de sıcak
ülkelerde görülmektedir.
Görüldüğü gibi, sözcükler bizim verdiğimiz gibi manalandırılırsa, kesinlikle zorlama
yorumlara ve tutarsız söylentilere gerek kalmamaktadır. Ayetler ve sure gayet net olarak
anlaşılmaktadır.
Eski kaynaklarda yer alan bazı açıklamalar ve coğrafî belgeler de bizim verdiğimiz
anlamları desteklemektedir. Şöyle ki: Gerek Hicaz bölgesinin küçük ölçekli haritalarında ve
gerekse uzaydan çekilen uydu haritalarında, olayın vuku bulduğu bölgede krater çukurları
görülmektedir. Ayrıca olay mahalline yakın yerlerde oluşmuş bu volkanik dağlar ve tepeler
bugün de mevcut bulunmaktadır.
İbn-i İshak'ın “Siretü İbn İshak” adlı eserinde belirttiğine göre, “Fil Olayının meydana
geldiği yerde bir süre ot bile yetişmemiştir. Daha sonra da yörenin bitki örtüsü değişmiştir.
Şair Eslet oğlu Ebu Kays, bir şiirinde onların üstüne taş yağdığını ve bu taşların onları
cüceler gibi ezdiğini anlatır.
Yine Emêviler devrinin şairlerinden olan Ferezdak, Fil Olayına değinmiş ve “Allah,
Kâbe'yi korumak için yağdırdığı taşları Haccac b. Yusuf'un üzerine de yağdırsın. Bu taşlar fili
süren Habeşli askerlere değdi ve onları helâk etti” [Siret-ün Nebeviyye, 1, 63] şeklinde bir
ifade kullanmıştır. Dikkat edilirse, Ferezdak “taş attıkları” şeklinde bir ifade kullanmamış,
“taş yağması”ndan bahsetmiştir.
Yine Siretü’n-Nebeviyye'de yer aldığına göre, bazı şairler ve yazarlar “Fil Olayı” günü
simsiyah bir bulutun yükseldiğini ve bu bulutun Habeşlileri helâk ettiğini yazmışlardır.
Bazı rivayetlerde de, olayın vuku bulduğu yörede o sırada şiddetli bir fırtına ve rüzgâr
meydana gelmiş olduğu bildirilmektedir.

5. Ayet:

Böylece onları bir yenik bitki yaprağı gibi kılıverdi.

Ayette geçen “‫ عصف‬asf” kelimesi, ağacın kuru yaprağıdır. “Asf” kelimesi, Rahman
suresinin 12. ayetinde de kullanılmıştır; “‫ ذو العصييف والّريحييان‬zü’l-asfı ve’r-reyhan [yapraklı
taneler ve hoş kokulu bitkiler]”. Yaprağın “yenik” diye nitelendirilmesi, onun çürüdüğünü,
öğütüldüğünü ifade eder. “Yenik” ifadesiyle böceklerin onu yiyip parçaladığı ya da
hayvanların onu yiyip çiğneyip öğüttüğü andaki hali anlatılmaktadır. Bu ifade, boranla yağan
taşların onların bedenlerini nasıl paramparça ettiklerini somut bir şekilde ortaya koymaktadır.

7
Bizce bu anlatımın “Fil Ashabının çiçek veya kızamık hastalıkları ile helâk edilirkenki
hâllerinin tasviridir” şeklinde yorumlanmasına, ayet dizimlerinin farklılaştırılmasına,
anlatılanların müteşabihliğine hükmedilmesine, kısacası bu surenin bu gün için
anlaşılamayacağı görüşünün ileri sürülmesine hiçbir gerek yoktur. 1. ayette yer alan
“keyfiyet/nasıllık” belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta ve sure en güzel şekilde
anlaşılmaktadır.

Surede Bahsedilen Olayın Genel Bir Değerlendirmesi

Saldırganların yok edilişi bir “mucize olay”dır, sıradan ve tesadüfen meydana gelmiş
bir hadise değildir.
Olay o günkü şekliyle anlaşılmak istendiğinde, Yüce Allah'ın “‫ بيتى‬beytî/evim” dediği
Kâbe'nin himayesini müşriklere bırakmadığı, evini savunmak için olaya bizzat el koyduğu
görülür. Böylece Allah, sonsuz güç ve kudretiyle hem Kâbe'yi hem de kısa bir süre sonra
âlemlere rahmet olarak göndereceği ahir zaman peygamberinin doğacağı şehri düşman
taarruzundan korumuştur.
Yine bu olay göstermiştir ki, Yüce Allah, ehlikitap [Ebrehe ve ordusu] için Allah'ın
kutsal evini yıkmayı ve kutsal yurda hâkim olmayı takdir etmemiştir.
Fil suresinde anlatılan bu kıssayı ibretle düşünmek gerekir. Tarihte ve günümüzde
birçok İslâm düşmanı Allah'ın dinine tuzak kurmak için çalışıp durmaktadır. Ne var ki, Yüce
Allah geçmişte mümin kullarının bu tuzakları bozmakta aciz kalmaları hâlinde nasıl o
zalimleri kendi tuzakları içinde bozguna uğrattıysa, her zaman da uğratabilir. Bu hiçbir zaman
unutulmamalıdır.

Surenin Bu Güne Mesajı

İslâm'ın ve mücahitlerinin karşısındaki güçler hangi seviyede olursa olsunlar,


kesinlikle İslâm'a zarar veremezler, perişan olur giderler. İster süper güç olsunlar, ister hiper
güç... Hatta ultra süper güçlere de sahip olsalar, Allah’ın dini karşısında hiçbir şey ifade
etmezler.
Müminler bunun böyle olduğunu bilip rahat olmalıdırlar. Onlar, Allah'ın ayetlerinin
Kâbe gibi korunacağından emin olmalı ve sadece kendilerini kurtarmayı düşünmelidirler.
Kâfirler de bu mucize olayı unutmamalı, “Fil Ashabı”nın başına gelen felâketin benzerlerinin
kendi başlarına da gelmesinin uzak bir ihtimal olmadığını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

You might also like